Cumhuriyet’in kuruluşundan beri şehircilik uygulamalarının laboratuvarı olan Ankara, Melih Gökçek döneminde ranta dayalı bir modelin prototipi haline geldi. Ekolojik eşikleri aşılmış, çevresel kaynakları tükenme eşiğine gelmiş, kültürel mirası hırpalanmış, konut ve kentsel hizmet sağlamanın aşırı maliyetli ve külfetli hale geldiği bu kentteki dinamiklerin farkında olabilmek, yeşil dönüşümü ve mutabakatı konuşmaya başladığımız şu günlerde sadece Ankara değil bütün Anadolu için umut kaynağı olabilir.
Türkiye çok ilginç bir ülke. Gündem o kadar hızlı değişiyor ki, akla hayale gelmeyecek değişimler gerçekleştikten çok kısa bir süre unutuluyor, başka konular gündeme giriyor. 2017’nin son aylarında hayretle izlediğimiz belediye başkanlarının istifa ettirilmesi sürecinin üzerinden yıllar geçti ve neredeyse unutuldu. Tartışmanın en heyecanlı kısmını oluşturan Melih Gökçek’in istifası bile beş yıl geride kaldı. O zamanlar meselenin bu kadar hızlı soğuyacağını kestirmek çok da mümkün değildi.
İstifaların arka planı hiçbir zaman ortaya çıkmadı ama Gökçek sosyal medyada ve ekranlarda konuşmaya devam ediyor ve pek çok anlamda Türkiye kentlerine ilişkin zihniyet mirası hâlâ bütün sorunlarıyla birlikte ortada duruyor. Onun anlayışını tam olarak ortaya koymadan belli bir dönemin kentleşme sürecinin kirlenmiş dünyasını dönüştürecek politikaları konuşmak bile mümkün olmayabilir. Türkiye’nin belki iktidar ve rejim değişikliklerini yeniden deneyimleyeceği önümüzdeki günlerde güçlüler arası kollamacı ilişkilerle şekillenen kentleşme sürecine dayalı siyasal mobilizasyon ve inşaat sektörü odaklı sermaye birikim süreçlerini çözümleyecek yaklaşımların tartışması buradan başlamalı.
Yazının başında kendi durumumu da samimi olarak ortaya koymam gerekir diye düşünüyorum. Bir şehir plancısı olarak meslek hayatıma Ankara Büyükşehir Belediyesi’nde başladım. Sekiz yıl kadar Melih Gökçek’in yönetimindeki belediyede şehir plancısı olarak çalıştım. Ardından TMMOB Şehir Plancıları Odası Ankara Şube Başkanlığı dâhil meslek odası deneyimim oldu. Sonrasında çalıştığım başka kamu kurumlarında Ankara’nın planlanmasında çeşitli roller üstlendim. Akademisyen olduktan sonra da Ankara’nın planlanması üzerine konuştum, yazdım, meseleleri hep yakından takip ettim. Yani Gökçek döneminin Ankara’sının planlama sürecini çok boyutlu olarak izleme şansı buldum. Aynı masada planlama sürecini tartışma şansım da oldu, karşı tarafta olup yanlışlara karşı dava açma olanağım da. Her şekilde, Ankara’nın planlama ve kentleşme tarihi biraz da benim mesleki tarihimdi desem yanlış olmaz. Bu sebeple gözlemlerimin ve izlenimlerimin oldukça uzun zamana yayılan ve karmaşık bir katılımcı gözlem süreci olduğunu söyleyebilirim.
Doymak Bilmeyen Dev
Gökçek dönemini kentleşme ve planlama süreci açısından değerlendirmeye başlarken öncelikle geçen 25 yıldaki genel ruh halinden bahsetmek gerekir. Bu dönem bize her şeyden önce kente mizahla bakmayı öğretti. Pek çok noktada ortaya çıkan duruma başka şekilde katlanmak mümkün değildi çünkü. 1,5 milyon nüfusu olan Ankara 6 milyonluk bir kent haline gelirken çoğu zaman manzarayı bir karikatür gibi izledik, okuduk. Hoş aynı durumu Gökçek de sıklıkla yaptıklarını meşrulaştırma için kullandı. Dünyada ve Türkiye’de daha beter durumdaki birçok kentte başka türlü kentleşme ve planlama örnekleri gerçekleşebildi. Ama Ankara’nın, ısrarla 1950’lerin Amerikan kentlerinin kötü bir kopyası haline getirilmesi için bir deneye girişildi. Deneyin sonuçlarını hepimiz yaşıyoruz. Sayısı 10 bini bulan imar planı değişiklikleriyle sürekli olarak her yönde bir yağ lekesi gibi büyüyen bu kent, Rabelais’nin meşhur eserindeki doymak bilmeyen Gargantua isimli deve dönüştü gözlerimizin önünde. Kentte yaşayan insanların paralarıyla, emek ve zamanlarıyla beslemek için sürekli uğraştıkları bir rant devi haline geldi Ankara. Anlatacaklarım biraz da bu devin hikâyesidir.
Genel olarak kent planlama ile ilgili meslek insanları, akademisyenler olarak eğilimimiz meselelere hep yapısal unsurlar üzerinden bakmak şeklindedir. Bu konuda repertuarımız çok iyi aslında. Ama bir yandan da Ankara’yı bir Gargantua haline getiren aktörler ve kişiler var. Peki, bu aktörü nasıl ele alacağız? Kim bu aktör ya da aktörler? Aktör aslında Melih Gökçek’in temsil ettiği davranış biçimleridir. Aslında Gökçek yalnız değil. Ben mahallemdeki ya da meslektaşım olan Gökçek’leri de biliyorum, birçok alanda pek çoğunu biliyoruz. O zaman bu tür bir aktör nereden ortaya çıktı? Belki de önce bu soruya yanıt arayarak değerlendirmeye başlamak gerekir.
Yaratıcı Yıkım ve İnsan Ölçeğinden Çıkan Kent
“Becerebilenler yapar, beceremeyenler de sadece eleştirir”. Bunu kim söyledi derseniz, bu yazının konusu olan kişi gelebilir akla ki çok sık bu manaya gelen şeyler söylemişti. “Efendim çekemiyorlar” dedi, “Biz yapıyoruz onlar sadece eleştirirler” dedi, pek çok şey söyledi. Bunu söyleyen aslında başka biri. Söz Robert Moses’a ait. Harvard mezunu, bugünün ifadesiyle eli yüzü düzgün, saygın bir beyefendi. 1970’lerin sonuna kadar 44 yıl New York’un bütün yatırım projelerini ve planlamasını yönetmiş adamdır Robert Moses. Woody Allen’ın anlattığı radyo günlerinin New York’unu almış, Wall Street’in New York’una dönüştürmüş. Kendisi bir belediye başkanı olmasa da tüm dünyada Gökçek benzeri belediye başkanlarının en etkili öncülü olarak adlandırılabilir. Aralarında çok ilginç benzerlikler var. Her ikisi de yaratıcı bir yıkım sürecini gerçekleştirip, kenti insan ölçeğinden çıkaracak projeleri büyük bir iştahla gerçekleştiriyordu. Moses aslında hiçbir planlama, tasarım ve kent yönetimi eğitimi almadan göreve gelip, New York’u 44 yıl yönetmişti. Devasa parklar, kent içi otobanlar, köprüler, eski New York kent dokusunu kentsel dönüşümle yıkarak oluşturduğu toplu konut alanlarıyla New York’u yeniden şekillendirmişti. Bilmiyorum tanıdık geliyor mu?
Kent bilim yazınının simge ismi Jane Jacobs da yaşamı boyunca Moses’ın yaptıklarına karşı insanca bir kentleşmeyi, mahalleyi savundu, insanı yok sayan kent yönetimi, planlama ve mimarlığa karşı savaştı. Görünürde engellediği pek çok şey oldu. Moses 44 yılın sonrasında hiçbir şey yapmamış gibi unutuluşa terk edildi, Jacobs ise bizim literatürün önemli bir parçası haline geldi. Yalnız ilginç bir durum var, Jacobs’un korumak için inanılmaz çabalar harcadığı New York’taki Greenwich Village semti dönüşmedi belki ama arazi fiyatları inanılmaz arttı ve semt soylulaşmaya kurban gitti. Saskia Sassen diyor ki, “Bugün dünya Moses’ı unuttu belki ama Moses’ın yaptıklarının hormonlu bir şekli her yerde uygulanıyor”. Çin, Dubai, İstanbul ve pek çok yerde yaşananlar aslında Moses’ın hormonlu rüyasının uygulanmış biçimi. Gökçek de geride, Moses’ın hormonlarının enjekte edildiği bir Ankara bıraktı.
Siyaset bilimi ile ekonomi politiğin kesişiminde kentlerle ilgili önemli sorular bulunuyor. Bu sorular geçen zaman içerisinde Gökçek’in yaptıklarını anlamlandırmada bize yardımcı oldu. Bu hormonlu yapıyı anlamak için onlara geri dönmekte fayda var. Kimin kenti, kim yönetiyor, kim karar veriyor ya da tek bir adam ya da birtakım adamlar bunu nasıl yapıyorlar? Bunlar çok önemli sorular. Çoğulcu açıdan bakarsak, Gökçek tek başına değildi. Birtakım çıkar çevreleri vardı. Bu çıkar çevreleri de kendi çıkarlarını maksimize etmek için uğraşıyorlardı ya da diyorduk ki kentin kapıcısı birtakım profesyoneller, plancılar, mimarlar, inşaat mühendisleri var. Bunlar aslında kentsel kaynaklara erişimdeki kritik rollerini beklediğimiz gibi kullanmıyorlar, başka bir şekilde kullanıyorlar. Ya da Yeni Marksist bakış açısıyla devlet ve sermaye mekânı araçsallaştırır, sermaye de becerikli taşeronlar bulma konusunda mahirdir. Gökçek bu sürecin mahir bir taşeronuydu ama insanların da hayal ettikleri bir şehirde yaşama hakkı olmalıydı, hep bunu tartıştık.
Kaybedenler Üreten Planlar
1980 sonrasında ise şöyle bir önemli tartışma vardır. Küçülen bir devletin boşalttığı kamusal alanı yerelleşme, kuralsızlaştırma, serbestleştirme ve katılımcılık yoluyla örgütlü sivil toplum ve özel sektör doldurmalı denildi. Bu doldurma işinde de belediye başkanlarına önemli bir rol tanımlanmıştı. Belediye başkanları yükselen neo-liberal ideolojinin kentlere yansımasında aracı kişilikler olarak öne çıktılar. Geldiğimiz noktada hızla gelişen teknoloji ile birlikte bu yapının kentleri otoriter ve pragmatik bir yapıya dönüştürüp dönüştürmediğini de tartışıyoruz. Bu tartışmalar Gökçek döneminin farklı yüzlerinde olan biteni anlamlandırmamızı kolaylaştırdı. Bazen de farklı dönemler arası geçişlerde neden Ankara’nın iktidarın elindeki diğer kentlerden yer yer daha farklı uygulamalara sahne olduğunu düşündük.
Bu sorgulamalarda ele aldığımız bir diğer mesele de planlama yöntemlerimizdir. Bizden bir önceki kuşağın kapsamlı planlama dediği, uzmanların mesleki ve disiplinlerarası yaklaşımla, kente ilişkin üstten bakmanın, alternatifler oluşturmanın aslında olması gerektiğini tartışıyorduk. Ankara’nın üst ölçek planlarının neden yapılmadığı, yapıldığında bu niteliği taşıyıp taşımadığını irdeliyorduk. Yapılan planlar, kaybedenler üretiyordu. Biz de planlama sürecinin mağdurlarını ya da kendini savunamayacak durumdaki kent parçalarını savunmaya çalışıyorduk. Dikmen Vadisi’ndekileri, gelecek kuşaklara aktarılması gereken tarihi kent dokusunu, Atatürk Orman Çiftliği’ni, Atatürk Kültür Merkezi Alanı’nı, kent merkezini, meydanları, kamusal alanları ve daha pek çok şeyi savunmaya çalışıyorduk.
Bütün bunlar olurken stratejik mekânsal planlama gibi kavramlar tartışmaya girdi, katılımcı planlama gibi müzakereci planlama kavramlarını değerlendirmeye çalıştık. “Acaba bunlar kentlerin tahribatına karşı birer araç olabilir mi, bununla bazı şeyleri engelleyebilir miyiz” dedik. Ancak, çoğu zaman adına projecilik denen, planlamayı bir formaliteye indirgeyen anlayışa çarptık. Geldiğimiz noktada belki başka bir dünyaya giriyoruz. Yeni teknolojiler, yeni bir kuşak, o kuşağın anlayışı, onlar kenti nasıl anlayacaklar, nasıl o kenti benimseyecekler ve o kentleri nereye götürecekler? Bunlarla aslında biz dönüp Moses ve Gökçek benzeri karakterlere bakmaya, en azından anlamlandırmaya çalıştık. Çünkü aktörlerin davranış biçimlerini anlayabilir, belli bir çerçeveye oturtabilirsek aynı hataları yapacak aktörlerin gelişini belki engelleyebilirdik.
Ekmek ve Sirk Politikası
Burada siyaset biliminin söylediği başka şeyler de söz konusu. İlk akademik çalışmalarımda atıfta bulunduğum “kent patronu” diye bir kavram var örneğin. Bu kavram ilk olarak 150 yıl öncesinin Amerikan kentlerindeki, gücünü çıkar ağlarından alan belediye başkanı figürü için kullanılmış. Martin Scorsese’nin “New York Çeteleri” filmindeki “Patron Tweed” bu figürün ilk örneklerindendir. Yani Melih Gökçek gibi insanlar kentlerin patronu aslında. Ekmek ve sirk politikalarıyla kenti yönetiyorlar. Ekmek ve sirk politikası şu demek: Bir taraftan insanlara hayatını sürdürebileceği kadar gıda, kentsel hizmetler vesaire sağlıyorsunuz, bir taraftan da sürekli onların eğlenmelerini, oyalanmalarını sağlayacak bir şeyler. Çünkü kentteki esas sermaye birikimine ilişkin paylaşım süreçlerinin kararları verilirken kitlelerin yüzeysel de olsa bir tatmin duygusunu yaşamasını istiyorsunuz. Bilenler hatırlayacaktır, bir ara yılın 365 günü sirk gösterileri yapılırdı Ankara’da. Çadır kurulurdu, Rusya’dan bir ucuz sirk bulunur getirilirdi. Ankapark bence bu anlayışın altın vuruş noktası olacaktı ama olamadı, siyasi ömrü vefa etmedi Gökçek’in. Ekmek ve sirk politikasının devam edip etmeyeceğini ise bize zaman gösterecek, biraz da bizim yaptıklarımız. Ekmek ve sirk politikası ile kentte gerçek bir kentli gibi var olmaya olanak tanıyacak politikalar arasındaki temel fark, bu politikaların oluşma biçimi, çeşitliliği ve çok farklı alanlarda sermaye birikim süreçlerine müdahaleye olanak tanınması ile ilişkili.
Gökçek dendiğinde hatırlamamız gereken bir diğer mesele de büyüme koalisyonları ve kentsel popülizmdir. Kentsel popülizm bizim pek tartışmadığımız bir konuydu, ama kim gelirse gelsin, kentteki geniş halk kitlelerinin desteğini alabilmek için bu tür popülist uygulamaları yaygınlaştırma eğilimindedir. Planlama açısından bu uygulamaların belki de en bilineni, kat adedinin ya da imar haklarının artırılması veya bir yere imar planı yapılmasıdır. Bu popülizm karşısında kenti savunan birtakım gruplar söz konusudur. Bu gruplar Gökçek dönemi boyunca elit ve marjinal ilan edildi. Yani, kenti savunanlar, bizler çok elittik, halkın gerçek sorun ve beklentilerini anlamıyorduk. Belki artık o yok ama onun döneminde bu uygulamalardan nemalanan, nemalanmayı uman kitlelerin baskı ve talepleri hâlâ ortada ve bu talepleri yaşanabilir bir kent oluşumu yönünde dönüştürüp yönlendirebilecek müzakere süreçlerinin yürütülebilmesi için gerekli güven ortamı henüz ortaya çıkabilmiş değil.
Kentsel Gerçekliğin Kaybı
Olan biteni anlama ve yanlış bulduğumuz şeyleri engelleme çabalarımız sırasında farkına vardığımız en önemli mesele kentsel gerçekliğin kaybettirilmesiydi. Yani kenti yaşayanlar için kent, onlara gösterilen yerde, anlatılan olaylardan ibaretti. Bunun dışındaki Ankara anlaşılamaz, algılanamaz, hatta muktedirler el atmadığı müddetçe sahipsiz gibi gösteriliyordu. Melih Gökçek’in pek çok açıklaması buna örnek olarak gösterilebilir. Trafiğe yılda şu kadar araç dahil oluyor, bunların ihtiyacını karşılamak için şu kadar bin kilometre yol yapmanız lazım, biz kavşağı yaptık, biz şu projeyi yaptık… O zaman iletişim araçlarınızın elinizde olması lazım. Her hafta 1,5 milyon bülten basıp her yerde dağıtmanız, kenti billboardlarla, reklam totemleriyle bir propaganda makinesine dönüştürmeniz lazım. Burada etik sonrası kent kavramına bir vurguda bulunmak gerek. Kentsel gelişme ve yayılmanın her türlü akıl dışılığı ve çılgınlığının meşrulaştırılmasında bu propaganda makinesi kullanıldı. “Bu kent böyle saçma büyür mü, düzgün bir planlama yapılmayacak mı” diye sorduğumuzda, “Efendim şimdi burada kentlerin büyümesi bir gerçeklik, bunun doğrusu yanlışı olmaz, bunun etikle bir ilgisi yok” denildi bize, hâlâ da böyle deniyor. İşin acısı bu görüşü savunan mimar, şehir plancısı meslektaşlarımız bile var. Bu kavramsal çerçevelerle anlamaya çalıştığımız süreçler sonucunda tartışmamız gereken o küçük Gökçek’ler ortaya çıktı. Çünkü kentsel toplumun temel motivasyonu, kentsel ranttan pay alma arayışı haline geldi.
Ankara’nın 3 Aşamalı Dönüşüm Süreci
Tabii ki Ankara bu noktaya bir anda gelmedi, arkasında 30 yıllık bir dönüşüm süreci var. Türkiye’nin siyasal ve toplumsal çalkantıları arasında bu süreci üç ayrı kısımda incelemek mümkün. Birinci dönem, popülist muhafazakâr bir kentsel yoğunlaşma dönemidir. Aslında bütün dertlerimizin, konuştuklarımızın kökeni burada gibi geliyor bana. 1980’lerin başında yapılan gecekondu afları ve ıslah imar planlarıyla birlikte Ankara’nın etrafını saran gecekondu halesi 10 yıl boyunca apartmanlara dönüştü ve burada gecekondu alanlarında plan notu değişiklikleriyle toplu kat artışları yapıldı. İlk başta üç kattı oralar, sonra bir Meclis kararı dört kat, bir Meclis kararı beş kat… Peki, ne oldu bu insanlara? Bu alanlardaki dönüşümü yaşayan toplum kesimleri önce Gökçek’i iktidara taşıdı, sonra da ülkeyi yönetmeye başladı. Bu sebeple Gökçek iktidarının ilk döneminde uygulamaya konan kentleşme politikası daha çok var olan kenti yoğunlaştırmaya odaklandı. Kent merkezinde ve çeperinde parsel ölçeğinde imar planı değişiklikleri yapılıyordu. Yapıların kaçak kısımları ve usulsüz yapılmış yapıların plan değişiklikleriyle yasallaşması söz konusuydu. Genel siyasal koşulların da etkisiyle bu ilk dönem biraz daha utangaç bir dönemdi.
2000’lerin başından itibaren ikinci dönem yaşanmaya başladı ki buna biz sermayenin kentte tekelleşmesi ve yayılma dönemi diyebiliriz. Kent çeperindeki gelişme akslarında büyük araziler, yapılan imar planı değişiklikleri ve kentsel dönüşüm projeleriyle yapılaşmaya açılmaya başlandı. Daha çok planların yapıldığı köy ya da mahallelerin adlarıyla anılan bu planlama sürecinde çoğu zaman yüzlerce hatta binlerce hektar alanın imara açılması söz konusuydu. Kentsel dönüşüm projeleriyle yasal olarak mümkün olmayan yerlerin yapılaşmaya açılması, belediyenin gayrimenkul yatırım ortaklığı sermaye yapısıyla iş birliğine girerek konut piyasası aktörlerinin büyümesine ve tekelleşmesine yol açması bu dönemde başladı. Denetimsiz kentsel yayılma ve saçaklanma standart hale geldi.
2000’li yılların sonundan itibaren başlayan üçüncü dönem, ayrıcalıklı imar hakları dönemi olarak adlandırılabilir. Kent çeperinde, kent içinde ve kentin her noktasına bugüne kadar görülmemiş yapı emsallerinin noktasal projeler için plan değişikliğiyle verilmeye başlanması ve yapı yasaklı alanların imara açılması ile karşı karşıya kalındı. Konut üretimi ağırlıklı olarak lüks konut üretimine dönüşürken, aktörlerin bazıları uluslararası boyut kazandı. Kentsel boşluklar, rant teknokratları olarak nitelendirebileceğimiz teknik elemanlar eliyle ayrıcalıklı imar planı değişiklikleriyle imara açıldı. Bu boşluklarda AVM, otel, rezidans, ofis gibi tek tip karma kullanımlar ağırlık kazandı. Sonuçta imar kurumsallaşması dönüştü, planlama geleneği ve imar kurumsallaşması kollamacı ağlara dayalı bir çıkar piramidi tarafından işgal edildi.
Gelinen noktada popülist söylemler kullanılmasına rağmen, kentsel rant dağıtım mekanizmasının tabanı daralıyor. Üretilen konut sayısının çokluğu ve lüks nitelikli olması sebebiyle gayrimenkul sektöründe bir yavaşlama var. Bütün Ankara’da, yapı ve kamusal alanlar arasındaki yarı kamusal alanların niteliği aşırı düştü ve kentsel tasarım unutuldu. Çukurambar’da, Söğütözü’nde ya da Balgat’ta bir binadan çıkın, yönünüzü bulamazsınız, yürüyemezsiniz. Şehirde büyük kentsel ihaleler ve para tuzağı büyük projelerle gayrimenkul sektörüne kan verilmeye çalışılıyor. Ekonomik bunalım ve bu anlayışın kenti getirdiği nokta ise ilginç bir şekilde içerisinde çok önemli bir çelişkiyi barındırıyor. İmar planı değişiklikleriyle oluşan çok işlevli rezidans-AVM-ofis-konut-gündelik ticaret komplekslerinin fiyatları karşılanamaz derecede artarken, işletme maliyetleri bu fiyatlar sebebiyle satılamayan birimlerin sahiplerinin sırtına biniyor. Bütün bu sürdürülemez yapının arka planındaki düşünce biçimi ise hâlâ en istikrarlı yatırım aracı olarak bu alanları görmeye ve beklemeye devam ediyor.
Yeni ve Yenilikçi Bir Vizyon
Gökçek dönemi kentleşme politikasından belediye başkanının değişimi ile çıkmak pek mümkün görünmüyor. Çünkü kentsel toplumsal yapı bu dönemin yozlaşmış alışkanlıklarını daha bir süre devam ettirecektir. Bu durum karşısında gelecek için dörtlü bir eylem planı öneriyorum. Birincisi, öncelikle yaşadığı yerellikten kopan kentlinin gerçek yerelini, gerçek sorunlarını, çözümleri ve insanları keşfetmesini sağlayacak yeni bir dil ve anlatım geliştirmek zorundayız. İkinci olarak, bunun üzerinden Ankara’nın kent vizyonunu tartışmamız, alternatifler önermemiz gerekiyor. Çünkü bunu yapmazsak Ankara’nın geleceğini olumlu anlamda değiştirmeyecek anlayışlara yeni kıyafet giydirip, yeni bir vizyonmuş gibi bizlere satacaklar. Biz de bunun dedikodusunu tartışmak zorunda kalacağız. Bu tartışmayı biz açmak zorundayız. Üçüncü olarak bir de kentsel değerlerin korunmasına ilişkin kaybolan bir kamusal otorite var. Bunun yerine etik ve mesleki değerler temelinde yeni bir meşruiyeti oluşturmak durumundayız, bunun araçlarını tartışabiliriz. Ankara ve diğer kentlerde oluşturulan kentsel yapının açmazları Türkiye’yi yeni bir kentsel yaşam krizine doğru sürüklüyor aslında. Burada kentlilerin paylaştığı ortak bir hoşnutsuzluk ve bir duygudaşlık var, bunu yakalayabilmemiz gerekiyor. Dördüncü olarak bu duygudaşlığı yakalayarak alternatif planlama örneklerini inşa etmek, Ankara için farklı bir gelecek inşasında umut olabilir. Yakın dönemin kentlere ilişkin yaratıcılık ve yenilikçilik temelli genç kuşak dönüşüm dalgası burada önemli bir itici güç olabilir. Ama öncelikle, geçtiğimiz süreci iyi anlamak ve bütünlüklü bir gelecek öngörüsünde bulunmak durumundayız. Yaşadıklarımızdan öğrendiğimiz, yaşayacaklarımıza öğreteceğimiz bir şeyler olmalı.
Robert Moses’ın hormonları sadece Gökçek eliyle Ankara’ya saçılmadı elbet. Cumhuriyet’in kuruluşundan beri şehircilik uygulamalarının laboratuvarı olan Ankara, Melih Gökçek döneminde imar planı değişiklikleriyle ranta dayalı bir modelin prototipi haline geldi. Ekolojik eşikleri aşılmış, çevresel kaynakları tükenme eşiğine gelmiş, kültürel mirası hırpalanmış, konut ve kentsel hizmet sağlamanın aşırı maliyetli ve külfetli hale geldiği bu kentteki dinamiklerin farkında olabilmek, yeşil dönüşümü ve mutabakatı konuşmaya başladığımız şu günlerde sadece Ankara değil bütün Anadolu için umut kaynağı olabilir.
Kaynak: farklibakis.net