Reşit olmak

Mustafa Çağrıcı, bizde ve İslam dünyasında kurulan siyasi partilerin “İttihad, kalkınma ve Uyanış gibi isimlerle kendini tanımlamasının temelinde kadim bir geri kalmışlığın izlerinin olduğuna işaret ettiğini belirtiyor.

Reşit olmak

Bizde ilk kurulan siyasi partinin adı “İttihad ve Terakki” idi (kuruluşu: 21 Mayıs 1889). Günümüzdeki en büyük partimizin adı da “Adalet ve Kalkınma Partisi”dir. Demek ki o günden bugüne bir geri kalmışlık meselemiz var. İslam toplumlarında en ilgi çekici siyasal hareketlerden biri olan Tunus’taki partinin adı “En-Nahda” da benzer bir anlam içerir. Bu tür adlar, Müslüman ülkelerinin uzun yıllardır çözülemeyen en ciddi sorunlarının geri kalmışlık olduğuna işaret eder.

İslam toplumları neredeyse 400 yıldan beri önce bir durağanlık, sonra da gerileme sürecine girdiler. Bu nedenle de özellikle tarihî rakipleri olan Batı ülkeleri karşısında giderek güç kaybettiler. Nihayet son 200 yıldır içine düştükleri Batı hegemonyasından bir türlü kurtulamıyorlar. Bu yüzden kendi içlerinde sürekli çatışıyor ve çatıştırılıyorlar (vekâlet savaşları). Bu, hepimizin bildiği gerçek!

Benim asıl üzerinde durmak istediğim konu şudur: Sunduğum gerçeğin görünürdeki siyasal, ekonomik, askerî vs. sebepleri ne olursa olsun, ana sebep, bu dünyanın içinde yaşadığımız çağı kavrayıp ona göre, kendi iradesiyle çağ ile uyuşacak düzeyde rüştüne erişememiş, erginlik kazanamamış olmasıdır. Bunun da baş sebebi, önüne değil de arkasına bakması, yani “Selef-i sâlihîn / kurûn-i fâzıla / kanûn-i kadîm” kutsayıcılığından kurtulamamasıdır.

Eğitim tarihi uzmanlık değilim. Ama okuduklarımdan bende oluşan kanaate göre, bu tükenmişliğin asıl sebebi, bizde kurumsal eğitimin verildiği medreselerde aklî ve deneysel bilgi alanlarının programlarda bir türlü güçlü ve kalıcı olarak yer bulamamış olmasıdır. Gerçi Cabir b. Hayyân’dan (ö. 805) İbn Rüşd’e (ö. 1198) kadar, yüzlerce yıllık fikrî ve bilimsel aydınlanma döneminde çok sayıda düşünür ve bilgin yetiştirdik. Fakat bunlar çoğunlukla medrese dışındaki hocalardan dersler alıyor; kitap istinsahı ve satışı yanında, birer serbest eğitim kurumları işlevi de gören kitapçılarda dersler okuyor, bilimsel müzakerelere katılıyorlardı. Özel çabalarıyla kendi kendini yetiştirenler de vardı.

8. yüzyıl gibi Müslüman toplumlar için oldukça erken bir dönemde başlayan bu fikrî ve bilimsel aydınlanma, aşağı yukarı 13. yüzyıldan itibaren durgunlaşmaya yüz tuttu. Tabii ki her şey birden bitmedi. Nitekim sonraki birkaç yüzyıl içinde de İbn Haldun (ö. 1406), Uluğ Bey, Ali Kuşçu, Pîrî Reis, Katip Çelebi (ö. 1657) gibi bazı düşünce ve bilim adamları yetişmiştir. Ama bütün Müslüman dünyada artık bunların sayısı gittikçe azalmaktaydı. “Çünkü İslam dünyasında on altıncı asırdan itibaren analiz ve senteze dayalı rasyonel eğitim anlayışının yerini gittikçe nakilci, önceki metinlerin şerhlerine dayanan ve genellikle ezberci bir eğitim anlayışı egemen olmaya başladı. Kanuni döneminden sonra medreseler sadece dinî ilimleri okutan birer ilahiyat mektebi haline gelmiştir” (A. Kurt, “İslam ve Geri Kalmışlık Sorunu”, U.Ü. İlâhiyat Fakültesi Dergisi, XVII/2 (2008), s. 61).

Merhum Erol Güngör, “İngiliz İlimler Akademisi’nin kuruluşu 1660, Fransız İlimler Akademisi’nin kuruluşu ise 1666 tarihine rastlar” dedikten sonra bu dönemde medreselerimizdeki durumu anlatırken şu tespitlere de yer veriyordu: “(Batı’da çoktan aşılmış bulunan) Aristo’nun dört unsur (toprak, su, hava, ateş) nazariyesi, Batlamyus’un astronomi ve coğrafyası yine hâkimdir. Yazılan eserler hep eskilerin açıklaması (şerhi) mahiyetindedir. Medrese âlimleri arasındaki tartışmalar sadece nelerin insanı dinden çıkaracağına dairdir” (İslam’ın Bugünkü Meseleleri, İst. 1981, s. 41-42).

***

Aslında Batı toplumlarının da –bilimde ilerliyor ve kendi aralarında barışçıl ilişkileri sürdürüyor olsalar bile– bireysellik, ahlak, özgürlük gibi alanlarda –kendi aydınlarınca da eleştirilen- ciddi problemleri var. Mesela Charles Taylor’un Modernliğin Sıkıntıları adlı eserindeki aktarımıyla Batı’nın “hazcılık” ve “narsisizm kültürü”nde birey –Z. Brzesinski’nin ifadesiyle- kendi zehrini kendi içinde taşımaktadır. Batılı “büyük vekil güç”ler (devletler), özellikle uluslar arası ilişkilerde hâlâ Ortaçağ sömürgeciliğine ve kapitalizmine özgü vahşi kültürü aşamadılar. Bu gibi konularda Müslüman dünyanın söylemeye hem hakkının olduğu hem de tarihsel tecrübe ve medeniyet birikiminin kendisine ilham verdiği söyleyecek çok sözü var. Ama haklı ve etkili olması için önce bu çağın meselelerini kavrayan bir entelektüel reşitliğe ulaşması, ahlâkî dürüstlük ve tutarlılığa sahip olması gerekiyor. Bu iki şart olmadan Müslüman dünyanın söyleyeceği her söz boşluğa sesleniş olacaktır.