Ocak ayının başlarında RAND Corporation, beklenen Türkiye raporunu yayınladı.
RAND, ABD Savunma Bakanlığı'na araştırma raporları ve analizler hazırlayan bir düşünce kuruluşu.
1948’den beri faaliyette olan bu kuruluşun raporları CIA, Pentagon ve ABD Dış İşleri Bakanlığı tarafından oldukça kale alınıyor ve önerilerinin yüzde 90’ından fazlası hayata geçiriliyor.
Türkiye hakkında daha önce yayınlanan başka raporları da var RAND’ın. Ancak daha önceki raporlar fazla ses getirmemişti.
Bu son rapor hem çok ses getirdi hem de kamuoyunda infialle karışık tepkilere neden oldu.
Biz de raporun içeriğine değinmeyi, tepkilerin rengini değerlendirmeyi ve günü kurtarmaya çalışmayan gerçekçi bir yorum getirmeyi bu yüzden gerekli gördük.
Raporda neler var?
Rapor oldukça kapsamlı ve Türkiye’yi her açıdan ele almaya çalışıyor.
10 kişilik uzman bir ekibin Türkiye’ye de gelerek hazırladığı bu oldukça uzun rapor, yaklaşık 243 sayfa ve 9 bölümden oluşuyor.
Bu bölümlerden en çok ses getireni “Türkiye Bir Dönüm Noktasında” başlığını taşıyan ve genel bir Türkiye değerlendirmesi yapılan 2'nci bölüm.
Bu bölümde otoriterlik, askeri ve sivil yapılanma, milliyetçi söylem, eski ve yeni güvenlik tehditleri, “sıfır sorun politikasından değerli yalnızlığa” şeklinde değişen dış politika ve yeni güvenlik politikalarına değinilmiş.
Diğer bölümlerde Türkiye’nin İran ve Irak'la olan ilişkileri, Türkiye’nin Arap dünyasıyla olan ilişkileri, Türkiye-İsrail ilişkisinin geleceği, Türkiye’nin Rusya politikası ve Rusya’yla olan ilişkileri, Türkiye’nin Orta Asya ve Kafkaslar politikası, Türkiye’nin Avrupa, AB ve NATO’yla olan ilişkileri, Türkiye-ABD ortaklığı ve ilişkileri ele alınmış. Bunların her birine birer bölüm ayrılarak, Türkiye’nin nereye doğru gittiği hakkında tahminler yapılmış.
Raporu okuduğunuzda görüyorsunuz ki, Türkiye’nin bir “sorunlu ortak” olarak mevcut pozisyonunun tespiti ve bu sorunlu ortağın nasıl yeniden elde edileceğine ilişkin çözüm önerileri birinci planda.
Bunun için Türkiye’nin iç ve dış politikası mercek altına alınmış, güçlü ve zayıf yönleri tespit edilmeye çalışılmış.
RAND raporunun bağırarak söylediği şey de şu: Zayıf yönler kaşınmak için, güçlü yönlerse yıpratılmak için var; ABD ne yapacağını bilir.
Rapor Türkiye-Rusya ilişkilerinde sorunlu (kaşınabilecek) konuları şu şekilde belirliyor:
Rusya’nın Suriye’deki varlığı, PYD/YPG ile olan ilişkisi ve Karadeniz’de askeri yığınak yapmasına karşın; Türkiye’nin NATO üyesi ve ABD müttefiki olarak hava ve füze savunma sahaları itibarıyla bir NATO savunma sahası olması.
RAND raporu Türkiye ile İran arasındaki sorunlu (kaşınabilecek) konuları ise şu şekilde belirliyor:
- İran’ın Suriye’de enerji geçiş koridoru elde etmek için PKK ile yaptığı iş birliği.
- İran ve Türkiye’nin arasındaki mezhebi ve dini farklılıklar.
- Türkiye’nin NATO üyeliği.
- İran’ın nükleer programı.
- Suriye ve Irak’taki insansız hale getirilmiş bölgelerin yeniden iskânı.
- Türkiye’nin Sünni-cihatçı gruplara desteği.
Raporda Türkiye ile ABD arasında mevcut sorunlu konular ise şöyle sıralanıyor:
- Suriye politikası.
- ABD’nin PYD, YPG ile olan taktik(!) ilişkisi.
- Gülen’in iadesi.
- Reza Zarrab’a ABD’de açılan dava.
- Türkiye’deki resmi ve yarı resmi ABD karşıtlığı.
- Türkiye’nin NATO savunma sistemi dışında bir savunma sistemi (S-400) edinmesi.
RAND raporu Türkiye’nin ABD, Avrupa Birliği ve NATO ile geleceği hakkında dört potansiyel senaryo çiziyor.
Bunları şöyle sıralayabiliriz:
1- Zorlu bir müttefik olarak devam: Bu senaryoya göre Türkiye zorlu bir müttefik olmayı sürdürür.
Hatta bazen ittifakında tereddütler geçirse de sonuç itibarıyla, NATO operasyonlarıyla politikalarına ve bu ittifakın kolektif güvenlik garantilerine bağlı kalır.
Bu senaryoya göre Türkiye’nin Avrupa ve ABD ile ilişkileri karşılıklı çıkarlar ekseninde ve çok büyük kırılmalar yaşanmadan yönetilebilir.
2- Demokrasi “in” Erdoğan “out”: Muhalif bir lider veya muhalif bir koalisyon 2023’ten sonra Erdoğan’ı yenmeyi başarır ve bunun marifetiyle 2017’de halk oyuyla yapılan anayasa değişiklikleri geri alınırsa, Türkiye yüzünü daha çok Batı’ya çevirdiği bir dış politika ve güvenlik politikasına geri dönebilir.
(Bu senaryoya göre gerçek demokrasi, Erdoğan’ın seçimle alaşağı edildiği bir demokrasidir.)
3- Cambazlık politikası: Bu senaryoya göre Türkiye Batı dünyası ile Avrasya arasında bir denge politikası güdecektir.
Zaman zaman NATO müttefikleri ile ilişkilerini Avrasya’daki gelişmekte olan ortaklarıyla (Rusya, İran, Çin) dengelemeye yönelen Türkiye’nin bu politikaları kalıcı hale gelebilir.
Bu, Türkiye’nin Atlantik ile Avrasya arasında bıçak sırtı bir denge politikası izleyeceği yeni bir politik duruş anlamına gelir.
4- Avrasya’nın yeni müttefiki haline gelmek: Bu senaryoya göre günün birinde Avrupa ve ABD ile arasındaki farklı politikalar kırılma noktasına ulaşabilir.
Bu durumda Türkiye resmen NATO’dan ayrılmak, Avrasya ve Ortadoğu’daki ortaklarıyla muhtelif yapılanmalar gerçekleştirmek için harekete geçecektir.
Batı dünyası ve ABD’yle daha mesafeli ve daha çekişmeli ilişkilere neden olacak olan bu durum, bazı askeri çatışma risklerini beraberinde getirebilir.
Özetle, Batının daha fazla katlanamadığı bu Türkiye, günün birisinde çatışma risklerini de beraberinde taşıyan bir kopuş yaşayabilir.
Raporun amacı ve önerileri
Öncelikle söylemek gerekir ki, raporun insani amaçlarla yazıldığını söylemek mümkün değil.
Çünkü RAND Corporation’un “Türkiye’de demokrasi, insan hakları ve özgürlük meselesi sıkıntılı hale geliyor, yazık, şuna rehberlik edelim…” gibi bir derdi yok.
Avrupa’nın en azından ara sıra yalandan da olsa AB kriterlerine, özgürlük ve demokrasiye atıfta bulunan raporları var Türkiye hakkında.
Bu çalışmanın amacına yönelik olarak, başından sonuna bir okuma yaptığınızda raporun kendi lisanıyla “Sam Amca! Türkiye artık ele avuca sığmıyor. Yönetim artık avucumuzda değil; onu geri kazanmanın yollarını göstermeye çalışıyoruz” dediğini duyarsınız.
RAND aslında ABD’nin küresel egemenlik yönündeki çıkarlarına hizmet eden bir düşünce kuruluşu.
Dolayısıyla tabii ki, ABD menfaatlerini ön planda tutacak, bu normaldir, diyelim bir an için.
Ama karşılıklı menfaat dairesinde “Türkiye de şunu hak ediyor”; “Türkiye’ye acilen şunu vermek lazım ki, sürüklendiği bu 'değerli yalnızlıktan' kurtulabilsin” gibi bir derdi de yok.
Yani ortada iki ülkenin güvenlik politikalarını değerlendirirken, karşılıklı menfaatlerin tespitinde Türkiye’ye karşı ABD menfaatlerini ön planda tutan bir durum yok.
Böyle olsa gerçekten de “normaldir” diyebilirdik. Tersine Türkiye’nin hali hazırda elden kaçmak üzere olan zor bir müttefik olduğunu, ama geçici olarak da olsa mevcut hükümet ve Erdoğan’la çalışmanın zorunluluktan kaynaklandığını, orta ve uzun vadede bu ülkeyi yeniden ele geçirmenin yollarını göstermeye çalışıyor.
Raporun insanın sinir uçlarına dokunan bazı kısımları da var. Örneğin, seçimle gelen Erdoğan, neredeyse bir diktatör yerine konup eleştirilirken; FETÖ’nün elebaşından “Sufi İslami hareketin gönüllü olarak sürgüne giden lideri…” diye övgüyle söz ediliyor.
Türkiye’nin otoriter bir yapıya bürünerek gittikçe milliyetçi bir çizgiye kaydığını, bunun da onu “zor müttefik” haline getirdiğini söylüyor rapor.
Türkiye’de eskiden asker ağırlıklı bir yapıda olan YAŞ’ın sivil ağırlıklı bir yapıya dönüşmesini de sorun ediyor, rapor.
Ayrıca askeri yapının tümüyle sivilin emrine geçme sürecinin mimarı olarak, bu yapılanmayı Erdoğan’la beraber gerçekleştiren Hulusi Akar’a önem atfediyor ve giderek artan etkisi nedeniyle “anahtar muhatap” rolü açısından dikkate alınması gerektiğini savunuyor.
Akar’ın 15 Temmuz sonrası askeriye içerisinde yapılan değişikliklerde doğrudan rol oynaması nedeniyle öneminin arttığına da değiniyor, rapor.
Yapılan değişikliklerin, askeriyenin orta kademesinde rahatsızlık yarattığını, hatta bir gün Türkiye’de darbe olacaksa, bunun “yeni sivil-askeri yapılanmadan” ve Hulusi Akar’ın uygulamalarından rahatsız olanlar tarafından yapılacağını bile öne sürüyor rapor.
Sanki Erdoğan seçilmiş bir lider değilmiş gibi, muhalif bir liderin 2023’te onu alaşağı ederek parlamenter sisteme geri dönüş yapmasını, Türkiye’nin demokrasi zaferi olarak görüyor.
Rapora göre önümüzdeki on yıl içerisinde ancak böyle bir muhalefet kazanırsa Türkiye’nin yeniden güvenilir(!) stratejik ortaklığa geri dönüş yapması mümkündür.
Bu nedenle buna yardımcı olacak girişimlere ihtiyaç olacağını da söylüyor rapor.
Yeni kurulan Milli Savunma Üniversitesi de gözünden kaçmamış raporun.
ABD ordusunun güvenilir ittifak kimliğine kavuşmuş olan Türkiye’nin bu yeni üniversitesine “müfredat programı geliştirme” konusunda yardımcı olabileceği ve belki Türkiye’nin yeniden ABD okullarına asker-subay gönderebileceği de önemli bir dert olmuş RAND için.
Rapor, Türkiye’nin yukarıda değindiğimiz senaryolardan hangisinin daha yüksek olasılık olduğuna ilişkin bir öngörüde bulunmuyor.
Ancak Erdoğan dahil tüm Türk liderlerin, ülkenin güvenliğini sağlayacak en makul sürdürülebilir çerçevenin NATO olduğunu bildiğinin altı kalın kalın çiziliyor.
Raporu yazanlar, Türkiye’nin bugünkü şartlarda bazen NATO yerine Rusya ile çalışmayı tercih edecek, öngörülemez bir ortak olarak kalacağından emin görünüyorlar.
Bir de Amerikan savunma politikalarının planlayıcılarını, İncirlik Üssü ile Türkiye’deki diğer Amerikan ve NATO tesislerinin geçici veya kalıcı kaybına karşı hazırlıklı olmaları konusunda uyarıyorlar.
Ancak Türkiye’nin yeniden ele geçirileceği o güzel günler gelene kadar, Erdoğan’la çalışmanın bir yolunu bulmak ve Rusya’yı dengelemek için NATO üzerinden Türk Ordusuna sürekli olarak angaje olmak da raporun önerileri arasında.
Rapora gösterilen tepkiler
Rapor öncelikle Hulusi Akar ve Milli Savunma Bakanlığı (MSB) tarafından nazik bir dille eleştirildi.
Akar’ın açıklamaları şöyleydi:
"Raporda kullanılan, özellikle bakanlık, şahsım, Türk Silahlı Kuvvetleri ve Milli Savunma Üniversitesi hakkındaki ifadelerin; aramıza nifak tohumları ekmek isteyen çevrelere malzeme olabilecek kurnazlıkla kurgulanmış olmasını ve bunun da çarpıtılarak farklı anlamlar yüklenmesini, gerçekleri yansıtmayan zorlama imalarda bulunulmasını esefle karşılıyorum."
Hulusi Akar’ın resmi nezaketle karışık bu tepkisi, iktidarın diğer kanadından da destek buldu.
İktidar kanadı genel olarak bu münasebetsiz rapora fazla bir önem atfetmediğini, yaptıkları açıklamalarla hissettirdi.
Örneğin AK Parti Sözcüsü Ömer Çelik, darbe söylentileriyle ilgili soruya, “Tam da bu dönemde böyle bir söylentiyi gündem yapmak, dışarıya bakması gereken devletin gözünü, aklını içe çevirmeye yöneliktir” dedi.
Meclisteki grup toplantısının ardından darbe iddialarına ilişkin haberlerin hatırlatılması üzerine Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Böyle bir şeye siz inanıyor musunuz? Bunlar tamamen kampanya. Bu kampanyaya da maalesef dolduruşa gelip sizin gibi, hakikaten saygın olan gazeteci arkadaşlarımızın bu oyuna gelmelerini anlamakta zorlanıyorum” diye konuştu.
Bütün bu kampanyaların ülkeye ve millete ihanet olduğunu belirten Erdoğan, şöyle devam etti:
"Kimsenin bu milletin hafızasını karıştırmaya hakkı yok. Bugün konuşmamda gerekenleri söyledim. Bunlar hain. Böyle bir hava hissediyor musunuz? Böyle bir şey var mı? Herkes huzur içerisinde geziyor, tozuyor, yiyor, içiyor, her şey yerinde. Herhalde bunlar pek yiyip içemiyor, gezip tozamıyor. Bunları yapamadığı için de herhalde darbenin nal sesleri geliyor bunlara? Bizim böyle bir derdimiz yok. Bu ülke 15 Temmuz’u yaşadı. 15 Temmuz’u yaşatanlara da gereken cevabı benim milletim verdi. Bundan sonra böyle bir şeyde bunlar, bunun katbekat fazlasıyla bedelini öderler. Böyle bir şey söz konusu değil. Bunun bir defa adını bile anmak bize haramdır."
Ancak Erdoğan’ın bu açıklamalarının ardından RAND raporu etrafında hararetli bir gündem gelişti.
Kısa zamanda rapor, Türkiye’de “darbe ekseninde” agresif bir tartışmaya dönüştü.
Başını ABD’nin çektiği dış güçler, Türkiye’de derhal bir darbe yaparak Erdoğan’ı devre dışı bırakmak mı istiyorlar?
Konu hakkında yazılı ve görsel karşıt-yandaş medya mensupları arasında çıkan alevli tartışmaları izledik günlerce.
Raporun Türkiye’de iktidarı değiştirerek kendisine yandaş bir iktidar kurma arayışında olduğunu çok dobra bir şekilde dile getirenlerden birisi olan Yusuf Kaplan, RAND hakkında “Görünüşte düşünce kuruluşu, gerçekte Yahudi gücünün entelektüel istihbarat şebekesi…” ifadesini kullanıyor.
Kaplan, 15 Temmuz’da başarısız olan darbeci güçlerin bu kez daha temkinli hareket edeceklerini; önce yazılı, görsel ve sosyal medya üzerinden darbenin zeminini oluşturacaklarını, böylece başarılı bir darbe gerçekleştirmeyi planlayacaklarını, söylüyor.
Diğer yandaş medya mensupları da aşağı-yukarı Kaplan’ın bu dedikleri ekseninde tepkilerde bulundular, yorumlarını bu çerçevede yaptılar.
İktidar karşıtları ise RAND’ın sıradan bir kuruluş olduğunu, Türkiye hakkında daha önce de çalışmalar yaparak raporlar yayınladığını, bunda art niyet aranmaması gerektiğini, buna rağmen gittikçe kan kaybeden iktidarın darbeye uğrayacağını söyleyerek, her geçen gün hukuksuz bir otoriterliğin sardığı Türkiye’yi haklı ve meşru göstermek istediğini iddia ettiler.
Muhalefet partilerinin ve muhalif medya mensuplarının yorumları da genellikle bu çerçevede oldu.
İktidar karşıtlarının en çok dile getirdikleri konulardan biri de Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın neden darbeyi önleyici mekanizmalar olarak kurumlara değil de “15 Temmuz’u yaşatanlara da gereken cevabı benim milletim verdi. Bundan sonra böyle bir şeyde bunlar, bunun katbekat fazlasıyla bedelini öderler” açıklamasıyla, önleyici mekanizma olarak yine milleti ön plana çıkardığı, konusuydu.
Muhalif yorumcular, Erdoğan’ın her meselede milleti yanına çekme hamlesinin iç politikaya yönelik “bir safları sıklaştırma projesi” olarak değerlendirdiler.
İşin gerçeği
RAND raporu ne esefle ne de öfkeyle karşılanması gereken bir rapor değil aslında.
Büyük fotoğrafa baktığınızda rapor, başka türlü de okunabilir mi? Evet.
Çünkü rapor bir anlamda FETÖ ve zımnen de CIA için yazılmış bir iş görmezlik raporu.
Ellerinde istedikleri zaman Türkiye’yi ABD politikalarına angaje eden askeri ve bürokratik bir güç vardı, o artık yok.
Raporun filigranına baktığımızda, bu türden başka bir rapor çıkıyor karşımıza.
Bu güç daha önce Türkiye’nin dış politikalarını sekteye uğratabiliyor, yasama ve yürütmede zorluklar çıkararak içerideki karar mekanizmalarını yavaşlatabiliyor, ABD politikaları doğrultusunda manevralar yapabiliyordu.
Dolayısıyla rapor diyor ki, şimdilik elimizde Türkiye’yi frenleyecek bir güç yok artık. Bu gücü yeniden elde edene kadar Türkiye’nin Suriye, Irak-İran, Rusya ve Avrasya politikalarındaki zayıf noktaları kaşımalı, içeride bize bağlı bir mekanizmayı yeniden kurmalı ve o kutlu gün gelene kadar Erdoğan ve ekibiyle çalışma yollarını mutlaka açık tutmalıyız. Türkiye stratejik açıdan muhtaç olduğumuz bir ülke; ama artık ele avuca sığmıyor.
Raporun Türkiye’yi yeniden ABD’ye itaatkar bir müttefik haline getirmek için nerelerin kaşınacağı, nerelere kalıcı yatırım yapılacağı ve kimlerle uğraşılacağına dair bize bir hayli ipucu sağladığı da su götürmez bir gerçek.
Türkiye bütün bu alanlarda gerekli tahkimatı fazlasıyla yaparak hareket edecek bundan sonra.
Özellikle Suriye, Irak-İran, Rusya ve Avrasya Türk dış politikasının istim üstünde olacağını gösteriyor bu rapor.
İçeride darbe mi? Hayır, rapor bunu gelecekteki bir uzak ihtimal olarak görüyor ve askeriyenin hangi alanlarına yatırım yapmaları gerektiğini söylüyor.
Raporun yakın vadede iktidar değişikliği sağlamaktaki ümidi, 2023’te muhalif bir lider veya koalisyon tarafından Erdoğan’ın devrilmesi ve mümkünse parlamenter sisteme tekrar dönüş yapılması.
Bunun için muhalefetin desteklenmesi gerektiğinden de söz ediyor rapor.
Biz darbe teşebbüsünde bulunmaktansa, buna yatırım yapılacağını düşünüyoruz. Çünkü az buçuk oturmuş demokrasilerde seçimler dışında bir iktidar değişikliği artık mümkün görünmüyor.
Bilindiği gibi, seçimler dışında yönetim değişikliği yapmanız için ya askeri bir darbe yaparsınız ya da sokağı ve kırılgan ekonomiyi yönetilmez hale getirirsiniz.
Yönetimi silah zoruyla veya istifaya zorlayarak değiştirirsiniz. Türkiye’de bu üç yöntem de defalarca denendi ama başarılı olamadı.
Bakın tam 6 yıl önce yine Umran dergisinde (235. Sayı) yayınlanan bir yazımızda kullanılan yöntemlerle ilgili olarak hangi cümleleri kullanmışız:
"Fiili savaş dışında bir ülkeyi çöküşe sürüklemeyi ancak üç yöntemle başarırsınız. İçerideki derin güçlerle iş tutup yönetimi elde etmeye çalışırsınız. Bunu başaramazsanız, muhalif enerjiyi kullanarak sokağı yönetilemez hale getirir ve mevcut yönetimi çekilmeye zorlarsınız. Bunu da başaramazsanız, kırılgan gördüğünüz ekonomisini batırıp ülkeyi çöküşe sürüklersiniz. Türkiye’nin uzun süredir bu üç taarruz tipiyle de üç ayrı cephe açarak mücadele ettiğini ve başarılı olduğunu görüyoruz. Hükümetin bu konuda elini güçlendiren en önemli şey, arkasındaki güçlü halk desteğidir. Bugüne kadar seçtiği yönetimi vesayetçilere teslim etmeyen, sokağa kurban vermeyen halk, ekonomik taarruzlara karşı da yönetime güç ve moral vermektedir. Demokrasilerde şimdiye kadar,'Allah bu milleti başımızdan eksik etmesin!' demekten daha sihirli bir formül, kimsenin aklına gelmiş değil."
Biz bir askeri kalkışmadan çok, bu kez seçimlere yönelik yoğun bir tazyik yaşanacağını düşünüyoruz.
Dolayısıyla, 2023 seçimlerinde muhalefete sokak kargaşası ve ekonomik bunalım da hediye edilirse, şaşırmayın.
Erdoğan’ın iftiharla bahsettiği o “millet yardımının” bir kez daha sihirli bir formül gibi sandık sonuçlarına tesir edip etmeyeceğini hep beraber göreceğiz.
Otoriterlik meselesi bizim de biraz katıldığımız bir şey. Türkiye yüksek düzeyde teröre ve darbe teşebbüslerine maruz kaldı son zamanlarda.
Buna karşı yönetimin elini güçlü tutmak için bir dönem OHAL Kararnameleriyle yönetildi neredeyse.
Ardından Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi'ne geçiş yapmamızla beraber “başkanlık kararnameleriyle” yönetilen bir görünüm kazandık ülke olarak.
Ancak Türkiye’nin içindeki tehlikeler açısından beka sorununu aştığını ve yargıda oluşan zafiyeti gidererek hukuka tam bir saygınlık ve işlerlik kazandırılması gerektiğini düşünüyoruz.
Yargı bağımsızlığı ve hukukun çok yüksek oranda işletildiği güzel bir Türkiye özleminde olmak, sanırız kimsenin itiraz edemeyeceği bir konudur.
Gelelim şu milliyetçilik meselesine.
Bu konu, Umran’ın 288. sayısında (Ağustos-2018) bizim de uzun uzadıya eleştirdiğimiz bir şeydi.
O gün söylediklerimizi bugün hala söylüyoruz. Şöyle diyorduk:
"Eğer bu yeni dil kalıcı hale gelirse AK Partinin 2002’de siyasal yolculuğuna çıkarken 'muhafazakâr demokratlık' olarak deklere ettiği kimliği yavaş yavaş 'milliyetçi muhafazakârlık' olarak değişecek demektir. Bizim olayı yeni bir devir başlatacak önemde görmemiz, değişecek kimlikle ilgili değil, bu değişimin doğuracağı boşluklarla ilgili. Her şeyden önce AK Partinin milliyetçi muhafazakâr bir partiye dönüşmesi hak ve özgürlük taleplerini karşılamak bakımından kısırlaşması anlamına gelecek. Bu da dezavantajlı kesimler başta olmak üzere hak ve özgürlük taleplerinde bulunacak olanların AK Partiden kopmasına yol açacak. Ardından bu kopuşlar bir fetret dönemi başlatacak."
Evet, AK Parti'nin bu yeni kimliğini bilerek ve ısrarla sürdürdüğünü, hak ve özgürlük taleplerini karşı bloğa bıraktığını gittikçe hissedenlerdeniz.
Ancak ne bu “otoriterlik” meselesi, ne de şu “milliyetçilik” meselesinin RAND’ı ilgilendirmediğini düşünüyoruz.
Kaldı ki bu raporun ABD açısından sakıncalı gördüğü taraflar bizimle aynı bakış açısıyla değil.
Onlar özellikle dış politikada hızlı ve kararlı davranmaya otoriterlik, dışarıya karşı ülke menfaatlerini sonuna kadar savunmaya ise milliyetçilik diyorlar.
Onların otoriterlik dediğine biz “kararlılık”, milliyetçilik dediklerine ise biz “vatanseverlik” diyoruz.
Her ikisi de mümin olmanın birer gereği olan bu kavramlara elbette ki itirazımız yok.
Bizim itirazımız yerlilik-millilik üzerinden yapılan yanlışlara. AK Parti'nin bir amiral gemi olarak rotasını sığ sulara çevirmesini hazmedemiyoruz ve gerekli itirazlarımızı her zaman da yapmaya devam edeceğiz.
Bizce ABD ve Batı dünyasının kabullenemediği asıl mesele, Türkiye’nin o eski edilgen duruşunu değiştirmiş olması.
Daha önce “yurtta sulh-cihanda sulh” söylemine dayanarak, her türlü hak ve menfaatlerini sözüm ona “barışçılık” uğruna terk eden bir Türkiye vardı.
Arada bir vicdanlı bir lider çıkıp ülkeyi atılımcı bir yöne doğru çevirdiğinde, içeride ülkeye ayar verecek mekanizmalar vardı.
Şimdi, ellerinde ne o Türkiye var ne de o ayar mekanizmaları.
An itibarıyla Türkiye’ye ayar verme, ona boyun eğdirme konusunda işlevsizler.
Güçsüzler, demek istemiyoruz. Ancak Türkiye’nin bölgesel bir güç olarak dirildiğini ve artık kolay bir lokma olmayacağını anlamış bulunuyorlar.
RAND raporu küresel güçlerle bölgesel bir güç arasında ortaya çıkacak savaşları senarize ediyor sadece.
*Bu makale Umran dergisinin 307. sayısında (Mart-2020) yayınlanmıştır. Yazarın özel izni ile Independent Türkçe'de yer verilmiştir.