İşgalci Siyonist rejimin Cumhurbaşkanı Herzog’un Türkiye’ye yapacağı ziyaret haftalar öncesinden kesinleşmiş, 8 Mart gecesi Ankara onu karşılamak için hazırlıklarını tamamlamıştı.
Pek çok kişi “ne desek, ne yapsak” diye düşünüp dururken; AGD’li gençlerin Ankara protokol yolu üzerinde yaptığı eylem görüntüleri düştü sosyal medya sayfalarına.
Bütün gerekçelendirmeleri, hesapları, meşrulaştırma ve rasyonelleştirme çabalarını hükümsüz kılan bir eylem, bir kıyam; salih bir amel.
Birkaç genç protokol yolu üzerine asılmış işgal bayraklarını tek tek indirip, yerlerine Filistin bayraklarını asmış, sonra da işgal rejiminin bayrağını yakmışlardı.
“Hak geldi, batıl zail oldu” ayeti el olmuş, dil olmuş, canlanıp önümüze düşmüştü işte.
Hangi gerekçe buna itiraz edebilirdi ki, hangi meşrulaştırma çabası buna karşı çıkabilirdi ki; yılan gibi kıvrılsa, eğilip bükülse de hangi dil bu “ayeti” açıktan reddedebilirdi ki!
Edemedi de zaten. Nasıl etsinler ki!
Ne kadar gizleyip, saklasalar; ne kadar rasyonelleştirmeye çalışsalar da o bayrağın meşru olmadığını herkes biliyor.
Herkesin bildiğini ama pek çoğunun söylemeye bile cesaret edemediğini gençler almış, yakmış, yerine Filistin bayrağını asmıştı.
Kıyamet Suresi’nde diyor ki: “Doğrusu insan kendi nefsini görür!”
Dili başka türlü konuşsa, kalemi başka türlü yazsa da insan neyi, neden yaptığını bilir. İçinden bir ses, neyin doğru, neyin yanlış olduğunu söyler. Hakikatin gücü buradan gelir. Salih amelin karşısında sözün büyüsü kaybolur, kalemin mürekkebi silikleşir, rütbenin ve makamın gücü geri çekilir.
Hz. İbrahim’in baltasını boynuna astığı putu gösterip, “Belki şu yapmıştır, ona sorun” deyince, onun önünde eğilenlerin bir anda, “Bu putlar konuşmazlar!” demeleri gibi bir şeydir bu.
İbrahim sihri bozmuş, yalancının yalanına yalancıyı şahit kılmıştır.
İnsaniyetini kaybetmemiş her vicdanın “helâl olsun!” demekten başka söyleyeceği ne var ki gençlerin gösterdiği bu İbrahimî duruşa?
Fatır Suresi 10. ayette buyrulduğu gibi, Allah’a ancak güzel sözler yükselir, onu da salih amel yükseltir.
O gece, “Kahrolsun İsrail” sözü Allah katına yükselmiş, onu da bu gençlerin salih ameli yükseltmiştir. Allah katına yükseleni kim geri indirebilir ki? Allah katına yükselenin, hangi güç önünü kesip ona ulaşmasına engel olabilir ki?
*
Reel politiğe teslim olduğunuz sürece dünyayı değiştiremezsiniz.
Reel politiğe teslim olduğunuz sürece, bilginizle ancak Bel’am; paranızla ancak Karun, rütbenizle ancak Haman olursunuz.
İslam dini reel politiğe “La!” demekle başlar.
Lat, Menat ve Uzza’ya “hayır!” demek o yüzden Mekke aristokratlarına göre akıl alır gibi değildi. Reel politik, bırakın putları yıkmayı daha da artırmayı gerektiriyordu. O yüzden Kâbe’nin içinde ve çevresinde 300’den fazla put birikmemiş miydi?
Bu putlar Kureyş’in geçim ve “prestij” kaynağı haline gelmemiş miydi?
Öyleyse Hz. Muhammed’in (S.A.V.) söyledikleri “kendi ayağına sıkmak” değil de neydi?
Akıllı bir adamın söyleyeceği şeyler miydi bunlar? “Hesap kitap” bilen biri “ekmek teknesine” tekme vurur muydu?
Üstelik hem Allah’ı razı edecek, hem keselerini dolduracak hassas bir denge de oluşturulmuş, tıkır tıkır işliyordu. Ne diyorlardı: Biz bunlara bizi Allah’a yakınlaştırsın diye ibadet ediyoruz. Kimsenin namazına, niyazına karışan var mıydı?
Altın denge şuydu: Hem ibadet, hem ticaret!
Bu dengeyi ancak bir “mecnun” bozmak isteyebilirdi. Dengelerden anlamayan, hesap kitap bilmeyen, kafası basmayan, reel politiğin kıyısından köşesinden geçmemiş biri… Öyle dememişler miydi zaten Efendimize: “Cinlenmiş bu!”
Öyle ya, hem dünyayı hem ahireti “ihya” eden bu düzene, bu sistematiğe, bu mekanizmaya bir mecnundan başka kim karşı çıkardı ki!
Eğitimsiz, yalın ayaklı, şehrin varoşlarından kopup gelmiş, ayak takımı bir grup “çapulcu” ne anlardı ki dünyanın gerçeklerinden!
Her şey ortadaydı işte. Tarafların gücü, kapasitesi ortadaydı. Onlar altın ve gümüş, oğullar ve kervanların sahipleriydi. Diğerleri ise, “Bizim yardımcımız Allah’tır” demekten başka bir sermayesi, gücü, dayanağı olmayan bir grup hayalperest, maceracı; paçası çamurlu üç beş kişi…
Ancak masallarda olabilecek şeyler söylüyorlardı. Gerçeklerle karşılaşınca akıllanırlardı belki.
Darün Nedve reel politiğin diliyle konuşulan yerdi. Reel politiğin dili “zer, zor ve tezvir”di. Her birini tek tek, aşama aşama uyguladılar mı, Darul Erkam’ın “La!” diyen dili “biz yaptık siz yapmayın!” diye yalvar yakar olurdu.
Ama gelgelelim, Dar’ul Erkam reel politiğin dilinden hiç ama hiç anlamıyordu. “Bir elime Güneş’i, diğer elime Ay’ı verseniz ve tek başıma da kalsam bu davadan yine de vazgeçmem!” deyip, kestirip attırmıştı liderleri.
Zerre kadar “gerçekleri” hesap etmeyen bir tavır!
Bir taraftan “zer, zor ve tezvir”e güveniyor ama diğer taraftan da kaygılanıyordu Darün Nedve’nin yöneticileri.
Çünkü karşılarındaki adam, söylediğin yapan biriydi; “el-Emin” diye nam salmıştı.
Gerçekten de, Darün Nedve ne planladıysa hepsini tek tek uyguladı. En acısı, en yıkıcısı da “ambargo” yıllarıydı; giriş çıkışların tutulduğu Şi’b-i Ebi Talip’e kıstırıldıkları yıllar. Alışverişin, kız alıp vermenin, onlarla iletişim ve konuşmanın yasak olduğu; açlıktan “ağaç kabuğu” yenilen yıllar. Ümidin tükenmeye yüz tuttuğu yıllar. Bazılarının “Acaba!” dediği; bıçağın kemiğe dayandığı yıllar.
Reel politik buydu işte. Reel politiğin şakası yoktu. Reel politik kendisine karşı çıkanı aç bırakır, yalnız bırakır, perperişan ederdi. Ederdi etmesine ama reel politiğin amacı “teslim” almak; “vazgeçtim, vazgeçtik!” dedirtebilmekti.
Ne var ki, reel politiğin gücü buraya kadardı; aç bırakıyor, açıkta bırakıyor, yalnız bırakıyor, bir deri bir kemik bırakıyor ama vazgeçiremiyordu. Reel politiğe iman edenlerin anlayabileceği bir şey değildi bu. Anlamadılar da zaten.
Yiyecek ekmeği olmayan bu insanların iman ettikleri kitabın “zafer vaadi” reel politikçiler için masaldı. Kendilerini avuttukları, kendilerini oyalayıp teselli ettikleri çok eski bir masal.
Gerçi bir bakıma doğruydu Darün Nedve’nin tutumu. Reel politik çoğu zaman işe yaramıştı. Az mı kavmi, kabileyi, ideolojiyi “dava sahibi”ni dize getirmişti?
Teklediği tek bir koşul vardı: Dayanmak, direnmek, vazgeçmemek. Reel politikçilerin diliyle “delilik” yani.
“Delilere” sökmüyordu reel politik.
Çünkü deliler korkmuyor, bir de aldırmıyorlardı. Reel politiğin “ödül ve ceza” sistemi ilgilerini çekmiyordu. Herkesin arzuladığını onlar umursamıyordu.
Reel politiği hükümsüz kılan işte bu tek kelimeden başkası değildi: Umursamazlık. Yani “Bana ne!” deyip kestirip atabilmek.
Gerisi geliyordu, gelmişti de zaten. Ateş gül bahçesi oluyor, deniz ikiye yarılıyor, bıçak kesmiyor, koç tam zamanında yetişiyordu.
Şi’b-i Ebi Talip’deki ağaç kabuğu yiyen o adamların üstelik birkaç yıl sonra her şeyi ters yüz edeceği hangi reel politikçinin aklına gelirdi ki!
İmkânsız! Çünkü reel politikçinin aklı direnişin dilinden anlamaz. Direnişin ne tür bir mucize var edeceğini çözümleyemez. Onun aklı gördüğüyle çalışır. Olmazlar olduğunda da ne olduğunu anlayamaz. O yine kendince reel politik açıklamalar yapmaya devam eder.
*
Diyeceğim o ki, dünyayı o gece protokol yolundaki işgal bayraklarını yakan gençler değiştirecek. Dikkatinizi onlara verin. Onlar başka bir şey söylüyor. Onlar, direnişin diliyle konuşuyor, reel politikçilerin değil.
Onları ancak direnişin diliyle konuşanlar anlayabilir. Onları ancak vazgeçmeyenler, “Bana ne!” diyenler, Ahzab Suresi’nin, “Onlar asla verdikleri sözü değiştirmediler” diye buyurduğu kişiler anlayabilir. Onlar ancak direnişin dilinden anlayanları heyecanlandırabilir.
Direnişin dilini “parmak hesabı” yapanlar anlayamaz. Yüzdeliklere teslim olanlar anlayamaz. Sayıların tanrısına boyun eğenler anlayamaz.
İsrail’e karşı çıkmayı 1967 topraklarıyla sınırlandıranlar bu dili anlayamaz. BM’ye bakanlar, NATO’ya bakanlar, AB’ye bakanlar bu dili anlayamaz.
Anlayamadıkları için de İsrail’in yıkılacağına inanmazlar.
Direnişin diliyle konuşanlar için bu gerçekleşmesi yakın bir vaattir. Mukadderdir.
Allah vaadinden dönmez: “Zulmetmekte olanlar, nasıl bir inkılâba uğrayıp devrileceklerini pek yakında bileceklerdir.” (Şuara Suresi: 227)