Dünyada emek vermeden hazırlanan eserler olduğu gibi bu eserlerden anlamayan ve değerlendirme yaparken ironiye varan bir edayla hüküm verenler de toplumumuzda hiçbir zaman eksik olmamıştır.
Büyük insanların bir talihsizliği de, içinde yaşadıkları çevre, toplum, kurum ya da ailesi tarafından anlaşılmamış olmalarıdır. Hazret-i Adem’le evrenin göğüne, insanlık evreninin göğüne incelerden ince bir hilal olarak doğan ay, Hazret-i Nuh zamanında artık yüzü pas tutmaya başlamıştı. Güneş, bir bakır parçası gibi batıyordu. Yeni bir mesaj getiriyordu Hazret-i Nuh… Ama ailesi onu pek anlamak istemiyor ve bu konuda ısrarcı davranıyordu…
Hazret-i Nuh’un kervanı olan gemi, bir batıştan bir doğuş, bir tükenmişlikten bir atılım ve kurtuluş çıkaracak, fakat en yakınında bulunan aile fertlerinden biri, bunun farkına varmayacak, onun misyon ve mesajını anlamakta güçlük çekecekti.
Canlılığını bütünüyle yitirmemiş, hakikatle bütün bütüne ilgisini kesmemiş bir düşünce ve uygarlığın, her zaman için kurtuluş ve diriliş ümidi vardır. Yeter ki hakikatle ilgisini kesmemiş olan kısmını maya gibi kullanabilme gücü gösterilebilsin.
Kötünün ekilip biçilmesi sonucu, insanlık alın yazısının kara tarlası haline gelmiş yeryüzünü, arıtıcı suya boğup güneşe yakın el değmemiş yerlerde yeniden hakikat medeniyetinin ocağını tüttürmek için uğraşan, fakat en yakınında bulunan aile fertlerinden biri Hazret-i Nuh’a inanmamakta ısrarcı davranıyordu.
Kur’an-ı Kerim’in övgüyle bahsedip, inanç örneği olarak tanıttığı hanımlardan birisi de Firavun’un eşi Asiye idi… Onun Tevhid inancı o kadar derin ve etkileyiciydi ki, asırlar ve çağlara hitap ederek, ebediyete kadar canlı kalacak, Kur’an ayetleriyle birlikte inananlar için ölümsüz bir karakter halinde övülecek ve örnek gösterilecektir…
Yaşadığı dönemde Mısır’ın en ünlü kadınıdır Asiye… Ve bu tarihî ülkenin zalim ve kan içici imparatoru Firavun Ramses’in eşidir… Sosyal konumu- İngilizce ile ifade edilecek olursa- First Lady… Sarayda yaşıyor. Hizmetçileri var… Devlet imkânlarından istediği gibi faydalanan, Mısır’ın Kraliçesi… Tarih sahnesine, Mûsâ’yı evlat edinmek istemesiyle giren Asiye…
Firavun… Değerli mücevherler, incilerle bezenmiş tacı, büyük bir saltanatı vardı… Rivayetlere göre başına taktığı ihtişamlı tacı ve iri gövdesi ile insanlara heybetli bir izlenim vermekteydi… Tahtı, yerden dört basamak yukarıdadır… Tahtının her bir yanı, vezirlerinin oturması ve kendisini ziyarete gelenlerin ağırlanması için güzel minderlerle, yumuşak halılarla döşenmişti…
Firavun, herhangi birine seslendiği veya emir verdiği zaman, karşısındaki kişi başını ve gözlerini yere eğer, el pençe divan durur… Korku içinde söylediklerini dinlerlerdi… Bu korkuyla insanlar onu övmeye, kendisinde bulunmayan özellikleri ona atfetmeye başlamışlardı… Firavun, insanların kendisine böyle davrandıklarını gördükçe kendisini adeta bir ilah gibi hissetmiş ve buna onları inandırmaya başlamıştı… Asiye Allah’ın en azılı düşmanı Ramses’in, Firavun’un karısı… Ne bir peygamber annesi ne bir peygamber kızı ne bir peygamber torunu… Üstelik de saltanat sahibi bir kadın…
Asiye… Zalim, despot bir diktatörün karısı… Bir sultan… Saray hanımı… Saltanat sahibi… Eli sıcak sudan soğuk suya değmeyen, istediği şeyi, istediği şekilde, istediği zamanda yaptırabilecek güce sahip bir kadın… Kur’an bundan bahsediyor.
Her başarılı erkeğin arkasında güçlü bir kadın vardır sözüne karşılık bazı büyük insanların hanımları da kendisini anlamayacak yaradılıştadırlar… Necip Fazıl, bohem hayatı yaşadığı dönemlerde arkadaşı Arif Dino’dan bahsederken, ilginç bir şekilde kalem oynatır: “Arif Dino o kadar hissidir ki, Peyami Safa ile arası açılan Genç Şairi (Necip Fazıl’ın kendisi) birbirleriyle kucaklaşmaya davet etmiş, manzarayı görünce de ağlamaya başlamıştır” der.
Yeryüzüne ayak basan her insanın bazı özellikleri vardır. Arif Dino da onlardan biridir. Eski eşyaya, sanat eserlerine, hatlarda (yazılarda), yazma kitaplarda kullanılan kâğıtlara, tezhip renklerine, çinilerdeki tonlara tutkun ve bunların meydana geliş tekniğinde bilgili…
Üstad, onun bu özelliğini şöyle dile getirir: “Mesela Burhan Toprak’ın derlediği “Yunus Emre’yi “şekeri kâğıt” dedikleri bir kâğıda bastırmak için yapmadığını bırakmamıştır.” Der ve sözü Mareşal Fevzi Çakmak’ın eşine getirerek şöyle kalem oynatır: “Mareşal Fevzi Çakmak’ın zevcesi hanımefendinin, damadı Burhan Toprak hakkında ve bu mevzuda yapacağı müthiş bir “espri” vardır. Edebiyatla, sanatla, fikirle ilimle, en küçük alakası olmayan bu asker karısı hanımefendi, eser çıkınca demiş ki:
“-Yahu, herkes bizim damadın “Yunus Emre” diye bir eserinden bahsediyor. Meğer Yunus Emre’yi ona Necip Fazıl aşılamış, tefsirini (açıklamasını) Kilisli Rif’at yapmış, kâğıdını Arif Dino tavsiye etmiş… Meğer… Meğerse şiirlerinin sahibi de Yunus Emre’ymiş!.. Ya ne kalıyor bizim damada bu eserden?
Bu anlayış ve anlatıştaki hakikat payı Burhan Toprak’ı çılgına çevirecektir.” Bu durum, ünlü insanların kaderi midir acaba?
Bir örnek de benim üniversitede çalıştığım zamanlardaki yaşadıklarımdan… İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Eski Türk Edebiyatı Kürsüsünde (Bugün Eski Türk Edebiyatı Bilim dalı deniliyor) asistan olarak bulunuyorum. Kürsü başkanı Prof. Dr. Abdülkadir Karahan, Kültür Bakanlığından sağladığı maddi destekle “Dr. Muhammed İkbal ve Eserlerinden Seçmeler” adında bir kitap hazırlayacaktır. Kitaba aldığı İngilizce parçaların tercümesi, o zaman İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümünde doçent olan (1974) Leyla Melek Kermenli, Farsçalarını Arap Fars Dilleri ve Edebiyatları Bölümünde okutman olan İranlı Ali Milani, Urducalarını da Pakistanlı Kıyani tarafından yapıldı.
Karahan Hoca, kitabına bir değer katsın diye kapağını da Latin yazısında üstad olan Mimar Sinan Üniversitesi Geleneksel Türk El Sanatları Bölümü’nde hat, cilt restorasyonu derslerini ölümüne kadar veren hocalarından hattat ve cilt sanatçısı Prof. Dr. Emin Barın’a yaptırdı. Hoca ya ne mi kaldı demeyin? Ona da kitaba önsöz yazmak işi kaldı…
Emin Barın’a gitme öykümüzün ilginç bazı yanları vardır. Karahan, bir yere gidince yanına mutlaka asistanlarını, özellikle beni almayı ihmal etmezdi. Kitap kapağı için Barın Hoca’nın İstanbul/Çemberlitaş semtindeki bürosuna gitmiştik. Duvarda güzel yazıyla yazılmış bir levha asılı duruyordu. Arapça bildiğini kanıtlamak için Karahan Hoca levhayı okumaya çalışıyor, fakat bir türlü okuyamıyordu. Ben de, levhayı okumaya hazırlanan bir olarak değil de refleks sonucu “Gel keyfim gel” şeklinde okumuştum. Çünkü levha tersinden ve iç içe geçecek tarzda “gel keyfim gel”i içeriyordu. Emin Barın Bey:
“- Eyvah! Ne günlere kaldık, asistan, hocasına ders veriyor ve hocasının okuyamadığı levhayı okuyor” deyince, ben çok korkmuştum, çünkü o anda Karahan’ın ne yapacağını tahmin etmek pek mümkün değildi. Küfür de edebilir, ortalığı toz dumana katabilirdi de… Bereket versin kitabın hatırı için saldırı oklarını Emin Barın’a yöneltirken:
“Bana bak Emin, bu lafı Reis-i Cumhur dahi bana söyleyemez. Ama kitabıma yapacağın kapağın hatırı için sana bir şey söylemiyor ve susuyorum” demişti. Büyük bir tehlike ve vartayı atlatmıştık böylece… O anda küfür de edebilirdi. Çünkü, kendisi: “küfür dünyasında üstü açılmamış ve kimsenin kullanmaya pek cesaret edemeyeceği kelimelerin lügatini yazacak yetenek ve birikime sahip biriyim” derdi Prof. Dr. Abdülkadir Karahan…
Kaynak: Farklı Bakış