Pürüzsüzlüğü içinde yaşadığımız dünyanın temel alametifarikası olarak değerlendiriyor düşünür Byung-Chul Han. Çalışma hayatından özel ilişkilere, teknolojinin kullanımından estetik tasavvura değin günümüz toplumunun dönüşümü üzerine kafa yoran Han, pürüzsüzlüğü bir anlamda ‘çıkıntı’ yokluğu, her türlü negatifliği dışlayan bir aşırı pozitiflik olarak ileri sürüyor. Pürüzsüzlüğün, aşırı pozitifliğin temel niteliği olarak uysallığı ve dirençsizliği gösteren yazar çarpıcı değerlendirmelerle sorunu somutlaştırıyor. ‘Sağlığın taşkınlığı her zaman bizatihi hastalıktır’ tespitinde bulunuyor örneğin. ‘Günümüzde histerik bir şekilde hayatta kalmanın yerini alan salt ‘sağlıklı hayat’; ölüye, hortlak olan bir şeye dönüşmüştür’ vurgusu ile söz konusu aşırı pozitifliğin üzerindeki albenili örtüyü çekip alıyor. Sağlıklı, pürüzsüz olanı fetişleştiren günümüz dünyasının ‘güzel’ telakkisinin ‘yüce’ ile bağının olmadığını altını özenle çizen Han, Latince ‘güzel’ anlamına gelen ‘kalos’ ve yönetim anlamına gelen ‘kratos’ kelimelerinden türettiği ‘kalokrasi’ kavramının hem toplumsal hayatımızın anlayışını oluşturduğunu hem de bu anlayışın özü itibariyle ‘güzeli’ saf dışı ettiğini belirtiyor. Nitekim ‘güzeli’ saf dışı eden bu kalokrasi, kişinin dünya ve kendisiyle özgür bir ilişki kurmasını kısıtlamakla kalmaz aynı zamanda botoks, bulimia (zayıflamak için kusma hastalığı) ve güzellik ameliyatları gibi kalokrasinin terörü denilebilecek uygulamalara mahkûm eden bir hale getirir.
Etraflıca tartışılması gereken ve ne yazık ki ilim-irfan meclislerimizde de bir karşılık bulmadığı görülen bu okumayı Türkiye’yi içine alacak şekilde derinleştirmemiz gerekiyor. Bunu sadece küresel bir değişim dinamiği olarak maruz kaldığımız ‘kalokrasi’ için değil aynı zamanda son birkaç yıldır iyice belirginleşen özellikle politik hayatımızın ‘pürüzsüz’ görünümü nedeniyle de yapmak durumundayız. Politik hayatımızdaki pürüzsüzlüğü, sadece ‘çıkıntı’ oluşturabilecek politik aktörlerin olmayışı veya böyle bir imkânın siyasetin güvenlik alanına ve diline sıkışması nedeniyle kaybolması üzerinden ele alamayız kanımca. 2000’lerin başından itibaren alan genişleten ‘siyasetin’ aşırı bir büzüşmeye maruz kalarak daraldığı açık. Bu daralmanın ve büzüşmenin küresel, bölgesel ve ulusal gelişmeler gibi dış faktörler yanında bizatihi iç siyasetimizin ana aktörü olan hükümetin özelliklede Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın iradi tercihlerinden kaynaklandığı da açık. Ancak tüm bu önemli ve haklı gerekçeler Türkiye açısından çok daha önemli ve hayati olan toplumsal ‘dirençsizliği’ ve ‘uysallığı’ görmemizi engellememelidir. Siyasal ‘savrukluğu’ absorbe edecek şey nihayetinde toplumsal nitelik ve duyarlılıktır. Mucizevi bir kurtuluş olamayacağına göre gerekçesi ne olursa olsun veya ne gösterilirse gösterilsin maruz kaldığımız bu aşırı pozitifliğin, bu pürüzsüzleşmenin içinden ancak ‘çıkıntı’ oluşturacak aktörlerin cesaret ve cesamet kazanması sağlayabilir. O yüzden önümüzdeki temel mesele, Han’ın da yetkinlikle belirttiği gibi ehlileştirilmiş bir bilincin taşıyıcısı olarak toplumun ‘uysallığı’ ve ‘dirençsizliği’ yanında pürüzsüz yüzeyi tırtıklayacak, bu yüzeyin ahengini bozacak alternatif söylemlerin/siyasetlerin yokluğu olarak duruyor.
Bu nedenle yapılageldiği gibi pürüzsüzlük durumunu makbul ve mümkün kılan toplumsal uysallık ve dirençsizlik halini, bir takım aktörler veya koşullar ile ilintilendirmenin ötesine taşıma becerisini gösterebilmeliyiz. Yaşam alanımızın pürüzsüzlük salgını karşısında ne tür direniş imkânları oluşturabildiğine bakmamız gerekiyor. Veya oluşturulan kimi direniş stratejilerinin hangi gerekçelerle içeriyi çökerten silahlara dönüştüğüne eğilmemiz gerekiyor. Mazeret bulma, gerekçe oluşturma veya siyaseti tartışma yerine işi bizatihi siyasi aktörün kötücül doğasına(!) bağlama tuzağına yakalanmadan kamusal hayata müdahil olmalıyız. Yakınma ile müzakere etmenin farklı şeyler olduğu açık. Pürüzsüzlük, salt küresel bir eğilimin veya içerdeki siyasetin ve siyasal aktörlerin şekillendirdiği bir parkur değil. Yaptıklarımız ve yapmadıklarımızla epey bir katkı verdiğimiz bir parkurdan bahsediyoruz. Önemli olan küresel eğilimin ve ana akım siyaset ile siyasal aktörlerin tercihleri değil bu tercihler karşısında hiçbir varlık emaresi gösteremeyen, direnç oluşturamayan amorf varlığımız sanırım.
Yaşam alanımıza hükmeden bu vaziyeti eğitim alanı ile ilgili birisi olarak hayatımızın diğer alanlarında deneyimlediğim gibi kahredici şekilde eğitim alanında deneyimliyorum. Her söylemin, her sözün, her uygulamanın hiçbir engelle karşılaşmadan dile gelebildiği pürüzsüz bir alandan bahsediyoruz. Birkaç yıl önce MEB devrim yapıyor edasıyla ‘zorunlu eğitimin’ süresini 12 yıla çıkarttı. Kesintili mi olsun, kesintisiz mi olsun şeklindeki örtük ‘imam-hatip’ tartışmasını bir kenara bırakırsak neredeyse toplumun tüm bileşenlerinin ittifak ettiği süreçte tartışmayı ‘zorunlu eğitimin’ kendisine çekmeye dönük itiraz girişimlerimize bakan olmadığı gibi duyan da olmadı. Daha birkaç yıl MEB’in yaptığı toplumun da ittifakla desteklediği düzenlemeye ilişkin şimdilerde hem bakanlıktan hem de toplumdan hoşnutsuzluk belirtileri geliyor. Hatta bir önceki MEB Bakanı ‘zorunlu eğitim süresi çok fazla’ demişti. Birkaç yıl önceki kararın ne çabuk değiştiğini, bürokrasinin bu keskin dönüşü nasıl yaptığını ve kamuoyunun rızasının bu kadar kolay nasıl tahsil edilebildiğini pürüzsüzlük dışında anlamlandırmak mümkün değil.
Aynı vaziyeti siyasetten ekonomiye, sivil toplum yapılarından akademiye uzanana hayatımızın her alanında gözlemlemek mümkün. Geçen gün açıklamalarda bulunan Erdoğan “yılbaşından sonra enflasyon ciddi şekilde düşecek…. Türkiye küçük krizler üzerinden oyalanıyor” diyor. Bu açıklamaların benzerleriyle son birkaç yıldır mütemadiyen dinliyoruz. Zaten pürüzsüzlük hali tam da bu. Muhatap olduğumuz söylem hayat tarafından sürekli yanlışlanmasına rağmen geleceği bir tür siyasetin yağma alanına çeviren bu dil ciddi bir destek ve alıcı bulmaya devam ediyor. Yılbaşından sonra enflasyon niye düşsün, enflasyonun düşmesi için yapılan bir şey mi var, Türkiye’yi küçük krizlerle oyalayanlar kim, bu oyalanmadan Türkiye’yi kurtarmak için Türkiye’yi yönetenler olarak sizler ne yapıyorsunuz? Türkiye güzel cevaplarla kendinden geçerken sorusunun ne olduğunu bilmiyor?
Dolayısıyla ‘zorunlu eğitimin’ neredeyse eşzamanlı şekilde hem olumlanıp hem de olumsuzlanabildiği, ekonomi için önümüzdeki birkaç aydan sonra her şeyin güzel olacağının biteviye tekrar edildiği bu postmodern cangılda duruma ilişkin beylik laflar edip çarpıcı gerekçeler üretme yerine öncelikle bu ‘dirençsiz’ ve ‘uysal’ vaziyetimizi sorgulamaya başlamalıyız. Eğitim faslında dile gelenleri eleştirel bir gözle değerlendirmek yerine sadece dile geliyor oluşunu eğitim tartışması kabul eden ve buna canı gönülden razı gelen ‘yapıyormuş gibi yapma’ trajikomikliğine, her şeyin söylenebildiği, yapılabildiği ve işleyişin ve niteliğin bu şekilde olduğu bu ortamın, bu ortamın bir bileşeni olarak bizim izaha muhtaç mevcudiyetimize odaklanmak durumundayız.
Kaynak: Farklı Bakış