Türkiye, post-emperyal bir devlettir. Bu devletler ‘post-emperyal devlet egosu’ olarak adlandırabileceğimiz, kendini daha ziyade dış politika alanında açık eden bir ego ve duyguya sahiptirler. Dış politikada iddialı olma, mücadele söylemi, askerî aktivizm, genişleme arzusu veya nüfuz projeksiyonu uğraşları post-emperyal toplumların ciddi bir kısmında karşılık bulur. Nitekim, Türkiye’de merkez sağın, muhafazakarların, İslamcıların veya milliyetçilerin dile getirdikleri farklı “Büyük Türkiye” arzuları (quest for grandeur) emperyal bir tahayyülün güncel versiyonlarını teşkil eder.
Büyük jeopolitik ve sistemik dönüşümlerin yaşandığı dönemlerde bu duygu ve tahayyülün yansımalarını daha açık bir şekilde görebiliyoruz. Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte Orta Asya, Kafkasya, Karadeniz ve Balkanlar’da derin jeopolitik dönüşümler ve küresel sistemde de büyük değişimler yaşandı. Benzeri şekilde, Arap Baharı Ortadoğu’nun daha önceki statik siyaset ve jeopolitiğini geri döndürülemez bir şekilde değiştirdi. Özal’ın “21. Yüzyılın Türk asrı olacağı”, Demirel’in “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne” kadar uzanan coğrafyada Türk dünyasının doğduğu ve Davutoğlu’nun Türkiye’nin düzen kurucu bir ülke olduğu söylemleri böylesi jeopolitik ve sistemik dönüşümlerin yaşandığı dönemlerde dile getirildiler.
Bugün de mücavir coğrafyalarımızda jeopolitik; global ölçekte ise sistemik dönüşümleri deneyimliyoruz. Amerika’nın kısmi geri çekilişi, bulunduğumuz coğrafyada güç boşlukları yarattı. Trump’ın herkesin ‘kendi göbeğini kendisinin kesmek zorunda olduğu’ bir dünyada olduğumuza dair söylemi ve siyaseti, jeopolitik rekabetleri daha da kızıştırdı. Türkiye de dahil olmak üzere birçok devlet böylesi bir dünyaya kendisini uyarladı. Bu da dış politikada post-emperyal devlet kodlarına da hitap eden büyük anlatılara zemin sundu.
Bunun yanı sıra, Osmanlı’nın son bir-iki asrına damga vuran geri çekilişinin, yenilginin ve küçülmenin yol açtığı travma ve psikoloji de aynı şekilde Türkiye’de hem toplumun hem de devlet erkanının tarihsel hafızası ve siyasal psikolojisi üzerinde derin izler bıraktı. Bu nedenle, ‘kuşatılıyoruz’ veya ‘bütün dünya bize karşı’ söylemleri toplumda rahat bir şekilde karşılık bulabiliyor.
Son yıllarda Türkiye’nin iç siyasette yaşadığı türbülans, darbe girişimi ve Ortadoğu’daki jeopolitik alt-üst oluş bu toplumsal muhayyileyi besleyerek tahkim etti. Türkiye bu duygu ve hafızayla aynı zamanda uluslararası sistem ve kurumlarla ilgili adeta bir post-kolonyal devlet edasıyla söylem kurabiliyor. İktidar, yakın coğrafyasında düzen kurmaya muktedir devlet söylemiyle aynı anda dört taraftan kuşatılmış ve beka mücadelesi veren bir devlet söylemini birlikte kullanabiliyor. Yani Türkiye’yi aynı anda hem post-emperyal hem de post-kolonyal bir devletmiş gibi resmedebiliyor.
Bu şekildeki zihni ve psikolojik yarılmalar, dış politika üzerinden iç politikayı dizayn etme imkanını genişleterek otoriter rejim inşasına yönelen iktidarlara oldukça elverişli bir zemin sunuyor. İktidar için imkâna dönüşen bu durum, muhalefet partileri için büyük bir meydan okuma sorununu ortaya çıkarıyor.
Usul ve Esas
Türkiye’de iktidarın dış politika üzerinden iç siyaseti şekillendirmedeki maharetine karşın, muhalefet veya genel olarak bu politikadan memnun olmayan kesimler, bu politikalara alternatif oluşturabilecek anlamlı bir dış politika söylemi ve siyaseti geliştirebilmiş değiller. Alternatif bir Türkiye vizyonu ve anlatısının geliştirilemeyişi, muhalif kesimlerin iktidarın oyun alanından çıkamamasına veya büyük oranda usule dair tali eleştiriler getirmekle yetinmesine yol açıyor.
Bu noktayı açacak olursak, iktidarın dış politika anlayışına yöneltilen eleştirileri kabaca üç başlık altında toplamak mümkün. Eleştirilerin önemli bir kısmı iktidarın dış politika tarzına yöneltiliyor. Burada dış politikanın şahsileşmesi, kurumsal zemininin zayıflatılması, dışişleri bakanlığının işlevsiz kılınması ve dış politikanın iç siyasete aracı kılınması eleştiriliyor. İkinci olarak, dış politikada bir diplomasi açığı olduğu ve Türkiye’nin aşırı derecede sert güç unsurlarına başvurmayı tercih ettiği dile getiriliyor. Son olarak, Çin ve Rusya ile ilişkilerde kantarın topuzunun kaçırıldığı, buna mukabil Batı ile ilişkilerin de derin bir krize girdiği dile getiriliyor.
Bu eleştiriler isabetli olmakla birlikte, Türkiye’ye alternatif bir dış politika vizyonu sunmuyor. Ayrıca, bu eleştiriler, iktidarın dış politika üzerinden içeride inşa etmeye çalıştığı siyasal düzene dair bir şey söylemiyor. Halbuki iktidarın dış politika söylem ve aktivizmi, içerideki siyasal kurgusunun en önemli meşruiyet kaynaklarından birini oluşturuyor. Nitekim mezkûr eleştiriler, belli bir iç politika vizyonu üzerine inşa edilmiş daha büyük bir dış politika söyleminin parçası haline getirilemediği için iktidar, bu eleştirileri dillendirenleri Türkiye’nin iddialı dış politikasına karşı çıkan “hain” veya “vizyonsuz” odaklar olmakla itham edip toplum nezdinde mahkûm edebiliyor.
Yeni Bir Söylem ve Siyaset
Bu durumun üstesinden gelmek için, dış politika eleştirilerinin usulden ziyade esaslar üzerinden kurulması gerekir. Esaslar üzerinden eleştiri ise, öncelikle, anlamlı bir alternatif dış politika söylemini gerekli kılıyor. Bu yeni dış politika söylemi veya vizyonu da dış politikanın harcına karılan bu iki paradoksal duyguyu (büyüklük ve kuşatılmışlık veya post-emperyal ve post-kolonyal) daha yakından tanımayı ve bu duyguların tatminine ve terbiyesine dair bir söylem ve siyaset geliştirmeyi zorunlu kılıyor.
Birkaç yıl önce kuşatılmışlık psikolojisi iktidarın dış politika söyleminin merkezinde yer alırken, bugün iktidar dış politikadaki söylemini iddialı olma, büyük oynama veya büyüklük talebi üzerinden kuruyor. İktidarın bu değişken ve toplumda karşılık bulan siyasetine karşı çıkanların alternatif olacak bütünlüklü ve etkili bir söylem geliştirmesi gerekiyor.
Bunun için iktidarın dış politika siyasetini nasıl bir temel üzerine bina ettiğinin analiz edilmesinde fayda var.
Büyüklük Talebinin Demokratikleştirilmesi
İktidarın, Türkiye’nin dış politikada büyüklük veya iddialı olma arzusunu büyük oranda savunma sanayii kapasitesine -hatta daha da özelde İHA-SİHA teknolojisi- ve jeopolitik aktivizme indirgeyen bir yaklaşımı var. Tıpkı İran’ın dış politikadaki büyüklük arzusunu, büyük oranda Ortadoğu’daki milis ağı üzerine inşa ettiği nüfuz projeksiyonu, anakronikleşen nükleer teknoloji başlığı ve hakikatte içi boşalmış bir ideolojik-hamaset söylemi üzerine kurduğu gibi. İktidar, dış politika üzerinden açığa çıkan bu duygu ve arzuyu da içeride arkaik bir otoriter sistemi tesis etmede işlevsel bir şekilde kullanmak istiyor.
Burada yapılması gereken, bu duygu veya arzuyu reddeden bir söylem kullanmaktan ziyade, bu duygu veya arzuyu farklı bir şekilde içeriklendirmek ve alternatif bir siyasal vizyona meşruiyet sağlayan bir vasıtaya dönüştürmektir. Daha önce de ifade ettiğim üzere, bu duygu veya arzu, pekâlâ demokratikleşme ve daha iyi bir yönetim ajandasına da hizmet edebilir.
Post-emperyal devletlerin büyüklük arzusu içeride otoriter bir rejimin inşasını meşrulaştıran güçlü bir enstrümana da daha demokratik bir ajandanın ve iyi yönetimin güçlü bir harcına da dönüştürülebilir. Dolayısıyla bu duygu ve arzu, daha yıkıcı bir siyasetin mazotu da daha kurucu bir siyasetin yapı taşı da olabilir. Mesela, Brexit post-emperyal toplum egosunun yıkıcı bir örneğini teşkil ediyor. Yine, Trump’ın “Amerika’yı Yeniden Büyük Yapma” söylemi ve siyasetinin ABD’nin global prestijini nasıl sarstığını ve onu nasıl çirkinleştirdiğini hep beraber izledik.
Aslında AK Parti’nin iktidar dönemi emperyal tarihi hafızanın daha yapıcı bir siyasete aracılık edebileceğini gösteren birçok deneyime de sahip. Örneğin gayrimüslimlerin gasp edilmiş hakları ve mallarının iadesi tartışmalarında, Ermenistan’la normalleşme ve resmî Ermeni tezin dışına çıkma arayışlarında veya Kürt meselesi ve bölgesel Kürtlerle ilişkilerde farklı yaklaşım denemelerinde, emperyal tarihin seçici bir okuma ve söyleminin imkanlarını deneyimledik. Tabi ki toplumsal siyasal meseleleri hiyerarşik tarihi kategorilerle ele aldığı için bu tarihî vurguların ve hafızanın sınırlarını da gördük.
Ayrıca post-emperyal bir devletin büyüklük arzusunu veya egosunu yok sayarak önerilecek bir dış politika siyasetinin ciddi limitleri de var. Dolayısıyla bu duygu ve arzunun dikkate alınması ve tatmin edilmesi gerekir. Fakat post-emperyal toplum/devlet egosunun ve büyüklük arzusunun tatmin edilmesi gerektiği kadar terbiye de edilmesi gerekir. Çünkü yukarıda da belirttiğim üzere bu ego veya arzunun yapıcı tarafları kadar yıkıcı tarafları da var. Hatta kimi zaman yıkıcı tarafları daha fazla olabiliyor.
Post-emperyal devlet egosunun bir sendroma veya post-emperyal devlet zihinsel krizine dönüşmesi ve gerçeklikle bağın koptuğu bir siyasete yol açması pekâlâ mümkün. Genellikle de post-emperyal devletlerin farklı doz ve bağlamlarda sıklıkla yaşadıkları bir durum bu. Yine, Brexit İngiltere’si ve İngiliz milliyetçilerinin, Brexit’in “Global Britanya’nın” inşa edilmesi sürecini başlatacağı söylemi ve tahayyülü bunun canlı bir örneğini teşkil ediyor.
-------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
(*)Galio Dalay, Robert Bosch Akademisi, Chatham House ve Brookings Enstitüsü Doha merkezinde araştırmacı. Bu yazı, https://farklibakis.net tarafındaan, Perspektif'ten iktibas edilmiştir.