Ülkemizde devlet idaresinde, “Hikmetli Devlet Adamı” yerine, “Kahraman” yaratılmıştır ne yazık ki… Bir ülkede Parti zorunludur, ama particilik, hele aşırı haliyle, kınanması ve kaçınılması gereken, toplumun barış ve sükûnunu zehirleyen bir hastalık olduğu aşikârdır.
Partinin bir amaç değil, eninde sonunda bir araç olduğu unutulmamalı, her fırsatta, devletçe ve liderler, bu durumu, halka hatırlatmalı ve öğretmelidirler. Şu kadar yıllık çok partili dönemin yeter derecede trajik deneyleri ortada iken, partiler arası mücadele, düşmanlık, kin ve öç duygularıyla değil karşılıklı yarışma biçiminde gelişmesi gerekirken, ülkede tarifi imkânsız bir çatışma, kavga ve düşmanlık alanının yaratıldığı görülmektedir…
Her alanda olduğu gibi toplumun yönetilmesi alanında da eleştiri ve yeni teklifler ileri sürme gereklidir hem zaman… Herkes, dünya görüşü çerçevesinde, açık olarak ve legal planda bir partide toplanabilir. Öyle bir düzende, liderlere çok büyük görevler düşmektedir. Çünkü denildiği gibi demokrasi, lider rejimidir. Liderler, tutumları ile örnek olacaklardır taraftarlarına…
Bugün ülkemizde particilik adeta bir din haline gelmiş ya da getirilmiş, lideri, asla hata yapmayan, hata yapsa da bunun hoşgörü ile karşılanması zorunlu bir anlayışın egemen olduğu görülmektedir.
Halk arasında dolaşan meşhur bir söz vardır. “Bir Ormandan büyük bir ağaç çıkar geriye kalanı bodur kalmaya mahkûmdur.” Türkiye’de de ne yazık ki Cumhuriyetin kuruluşundan bu güne kadar partilerde, hep “Tek Adam” anlayışı egemen olmuş ve günümüze kadar da sürmüştür. Hatta bu konuda tek parti döneminde, “Tek Adam”, “İkinci Adam” ve “Suyu Arayan Adam” gibi isimlerle eserler dahi yazılmıştır.
- Asrın başlarında kurulan İttihat ve Terakki Partisi, günümüze kadar kurulan tüm partileri doğuran bir ana parti olmuştur hep. Günümüzde, bunun iki istisnası vardır. Bunlardan birincisi, değişik isimlerle kurulup faaliyetlerini bugün kadar sürdüren “Halkların Demokrasi Partisi”, İkincisi ise, önce “Diriliş Partisi” ismi ile kurulan ve bu partinin, kanun gereği üst üste iki seçime girmemesi nedeniyle kapatılıp daha sonra 2007 yılında kurulan “Yüce Diriliş Partisi”dir. Geriye kalan tüm partiler, İttihat ve Terakki Partisi içinden doğmuşlardır.
Partiler, sonbaharlarını yaşıyorlar adeta. Hüzün kuşanmış zamanlardayız. Bir güz daha gelmiş, sararan yapraklar dökülmekte, kuşlar göç etmekte ve yağmurların yağması gecikmektedir. Ülkede, partileri bekleyen en büyük ve en önemli tehlike, bunların bir idare heyeti tarafından değil de, tek bir lider tarafından idare edilmiş olmalarıdır.
Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda, bir Bilge tarafından söylendiği ve verildiği ileri sürülen öğütler, gerçekten dersler çıkarılacak niteliktedir. Parti liderlerinin de, “biz neyi kaybettik” diye dönüp geriye bakması ve dersler çıkarılması gereken öğütlerdir bunlar…
” Ey Oğul, artık Bey’sin!
Bundan sonra öfke bize, uysallık sana. Güceniklik bize, gönül alma sana. Suçlamak bize, katlanmak sana, acizlik bize, hoş görmek sana. Çatışmalar, anlaşmazlıklar bize, adalet sana. Kötü söz, şom ağız, haksız yorum bize, bağışlamak sana, bölmek bize, bütünlemek sana…
Güçlüsün, kuvvetlisin, akıllısın, söz sahibisin! Ama bunları nerede ve nasıl kullanacağını bilmezsen, öfken ve nefsin bir olup aklını yener, savrulur gidersin. Daima sabırlı, sebatlı ve iradene hâkim olasın.
Unutma ki, dünya sandığın kadar büyük değildir bütün sırlar, bilinmeyenler, görülmeyenler, ancak senin cesaret şecaat, fazilet ve irfanınla fethedilip gün ışığına çıkacaktır.
Ey oğul! Sabretmesini bil, vaktinden önce çiçek açmaz. Şunu da unutma, İnsanı yaşat ki, devlet yaşasın!”
Kendi idare şeklinizi kurarken, kendi insan yapımıza ve tarih yapımıza bakmamız, kolektif bilinçaltımızda yaşayan sosyal düzen, kişi özgürlüğü, adalet, inanış ve anlayışımızı aramamız ve bundan bir “devlet” fikri ve sistemi çıkarmamız, onu da dünyadaki diğer siyasi rejimlerle kritik ederek çağdaşlaştırmanız gerekir. Yoksa kopya çekmek, tembel talebelerin işi ve harcıdır.
Mutlak hakikate haiz olma vehmi, elinden geldiğince, gücü, iktidarı ve devleti elde tutma güdüsünü doğurur. Kamuoyunda sık sık dile getirilen “Nefret söylemi”, “Kimlik siyaseti”, “Kutuplaştırıcı dil”, iktidarda kalmanın “siyasi” bir aracı haline geldiğinde, çok tehlikeli sonuçlar doğuracağı kuşkusuzdur. Bu durumda da, siyasal ahlakın ciddi düzeyde ihlale açık olacağı kuşkusuzdur.
Cumhuriyetin erken döneminde, İslam dünyasına sırtını dönüp “Ne Arap’ın yüzü, ne Şam’ın şekeri” felsefesiyle yüzünü Batı’ya çeviren bir dış politika takip edildi. 1950 sonrasında NATO’ya girildi. Daha sonra da Avrupa Birliğine girmek için kapıda 70 sene bekletildik. Son yirmi yılda bu politika yavaş yavaş değiştirildi “Eksen Kayması” ve “Kürt Sorunu” konusunda,–öncesi ile mukayese edilince- bazı adımlar atılmış olsa da, “Oğlum bina okur, döner döner yine bina okur” misali hep patinaj yapıldı. “Alevilik” konusunda ciddi bir performans gösterilemedi. Bütün İslam İmparatorluklarında gayr-i Müslimlere devlet bürokrasisinde görevler verildiği halde, son yüzyılda, bunların tekine dahi yer verilmedi.
İdeal, vakitle ve kişilerle sınırlanamaz günü gelince gerçek olur. Bunun böyle bilinmesi gerekir.
Kaynak: farklı Bakış