Bana bir dost “Namazda tahiyatta Hz. Peygamber’e salat ve selam okuyoruz, bu duayı Hz. Peygamber’in okuduğu söyleniyor. Peki, Hz. Peygamber kendine mi salat ve selam okuyordu? Eğer böyle ise bundan neyi anlamak gerekir? Salat ve selam nedir?” diye sordu. Başkalarından da duyduğum bu konuyla ilgili düşüncelerim şunlardır:
Önce şunu hatırlatmak lazım: Hz. Peygamber (s.a.)’e “Allah ve melekleri salat ve selam ederler”:
“Şüphesiz, Allah ve melekleri Peygambere salat ederler. Ey imân edenler, siz de ona salat edin ve tam bir teslimiyetle ona selâm verin.” (33/Ahzab, 56.)
Hadis kaynaklarına göre bu ayet indiğinde Hz. Peygambere sormuşlar: “Sana nasıl selam vereceğimizi biliyoruz, sana salat nasıl olacak?” Şöyle buyurmuş: “Namazların son oturuşunda (son tahiyyat) okuduğunuz “salli ve barik” dualarını okuyun, bana salat getirmiş olursunuz.” (Buhari, Tefsir, 33/10; Tahiyyat duası için bkz. Kur’an Dersleri, 24/Nur, 61. ayetin açıklaması.)
Surenin 43. ayette geçen “salat” kelimesi şöyle geçer:
“O’dur ki, sizi karanlıklardan nura çıkarmak için size salat etmekte; melekleri de (size dua etmektedir). O, mü’minleri çok esirgeyicidir.” (33/43)
Biz bu ayetteki salat’ı “rahmet” olarak çevirmişiz. “Salat” kelimesi “ala” ile geldiğinde dua, namaz, rahmet, destek, yönelmek, Yahudilerin havrası gibi anlamlara gelir. Namazın “salat” olarak isimlendirilmesi, bu en önemli ibadetin hakikat-i halde “dua” olması dolayısıyladır. Ancak kelime nisbet edildiği kimselere göre farklı anlamlar kazanır. Allah’a nisbet edildiğinde “İlahi rahmet ve yardım”, meleklere nisbet edildiğinde “bağışlanma (istiğfar)”, mü’minlere nisbet edildiğinde “dua” manalarına gelir. Fiilin farklı makam ve yönlerdeki anlam ve kuvvet farkı göz önüne alınırsa bu, salatın Kur’ân’daki temsili dil sisteminde yerini bulan; “yardım istemek, destek vermek” terimsel anlamıyla örtüştüğü görülür.
İbn Aşur’a göre sahabe döneminde bizim yaptığımız gibi salat getirilmezdi. Kitapların başına salat ve selam duasının yazılmasına muhtemelen hadisçilerin etkisinde Harun Reşit zamanına başlanmıştır. Sahabiler de Hz. Peygamber’in ismi her anıldığında salat ve selam getirmezlerdi. Ancak hiç değilse hayatta bir kere Hz. Peygambere salat getirmek vaciptir, bu konuda icma vardır. Efendimiz’e kendisinden söz edildiğinde veya yazı yazıldığında başta bir kere salat ve selam getirmek farz-ı kifayedir, yani bir kere zikredilmesi yeterlidir.
Dua her zaman faydalı ve güzeldir. Ancak salatın işaret ettiği anlam, Hz. Peygamber’in davasına sahip çıkmak, destek vermek, onun yanında durmak, tarafı olmak ve bunu kalb ve dil ile ikrar edip teyid etmek gibi anlamlara da sahiptir. Bu sayede Hz. Peygamber’e bağlılığımızı ifade etmiş oluyoruz (bkz. 4/Nisâ 65). O da ümmeti üzerinde titrer, dertleriyle ilgilenir, onlara merhamet eder ve onlar için dua (salat) eder (9/Tevbe, 99); şefkat kanatlarını onların üzerine gerer (15/Hicr, 88; 26/Şuara, 215). Kısaca Hz. Peygambere salat ve selam getirmek onun davasına sahip çıkmayı ifade eder. (Daha geniş bilgi için bkz. Kur’an Dersleri, 108/Kevser, 2. ayetin açıklaması.) Yüce Allah’ın da salavat ve rahmetinin kulların üzerine olması da, her türlü yardım ve rahmetinin onların üzerine olmasıdır (bkz. 2/Bakara, 157; 33/Ahzâb 33/41-43).
Efendimiz (s.a.)’in şöyle buyurduğu rivayet edilir: “Kim bana bir defa salât ve selâm ederse bu sebeple Allah da ona on misli merhamet eder.” (Müslim, Salât 11; Ebu Davud, Salat 36; Müsned, III, 83.) Bazı alimler, -mesela Süyuti- sözel salat ve salavattan hareketle Hz. Peygamber’in ölmediğini, kabrinde diri olduğunu söylemişlerdir. Süyuti’ye göre aksi düşünüldüğünde, hadislerde belirtildiği üzere kendisine salavat okuyanlara Hz. Peygamber’in mukabelede bulunması imkansız olurdu. Süyuti’nin Kur’an’da Hz. Peygamber’in diğer insanlar gibi ölümlü olduğu, öleceği açıkça belirtildiği halde böyle bir tevile gitmesinin bir hakikat değeri yoktur. “Hiç şüphesiz sen de öleceksin, onlar da öleceklerdir.” (39/Zümer, 30.)
Bu anlatılanlardan şu sonucu çıkarmak mümkün:
a) Allah ve meleklerin peygambere salatı, ona yardım etmeleri, destek vermeleridir. En büyük destek hiç kuşkusuz vahiydir, zira her zor anında vahiy inip Efendimiz’e muazzam destek vermiştir.
b) Mü’minlerin peygambere salat ve salavat getirmeleri onun hatırasını büyük ve içten ihtiramla anıp dile getirmeleri, ancak bundan da önemlisi tebliğ ettiği dini, güçlerinin yettiği her alanda ve konuda yaşanır hale getirmeleri, onun davasına sahip çıkmalarıdır.
c) Her gerekli yerde Efendimiz’e salavat getirmek onun tebliğ ettiği dine mensubiyeti ve sürekliliği ifade eder, varlıkta güvenlik telkin eden sapasağlam bir aidiyet duygusunu kazandırır ki, bu mensubiyet ve aidiyet bir yandan dünyevi manada evrensel/cihanşümuldür –çünkü dünyanın her bölgesindeki Müslümanlar salavatla Efendimiz’e ve davasına aidiyetlerini dile getirirler-, diğer yandan uhrevi bakımdan ebediyete bakar. Selam ve salavat, hem her seferinde bize Efendimiz’i ve davasını hatırlatır, hem bizi bu dünya arenasında Efendimiz’in sünnet ve siretiyle elimizden tutmasının, bizim onunla bağ kurmamızın duası, temennisi ve teyidi anlamına gelir.
Bu manada “salat” ile “salavat” arasında herhangi bir zıtlık yoktur. Sorun şu ki, Müslümanlar “salat”ı bir kenara bırakıp bir ritüele çevirdikleri “salavatlar”la yetinmekte, dinlerine pratik hayatlarında sahip çıkmadan çeşitli ritüellerle görevlerini yerine getirdiklerini düşünmektedirler. (Bkz. 2/Bakara, 157; 19/Meryem, 84, 103.)
Buharide yer alan bir kayda göre, ona nasıl salat ve selam getirleceğini bizzat Hz. Peygamber (s.a.v.) öğretmiş bulunmaktadır: “Sallallahü aleyhi ve sellim” veya “Allahümme salli ala Muhammedin ve ala âlihi ve sahibihi ve bârik ve sellim.” (Bkz. Buhari, Enbiya, 10.)
Bu bilgiler ışığında Hz. Peygamber (s.a.)’in nasıl oluyor da kendi kendine “salat ve selam okuduğu” meselesine gelelim. Önce şunu belirtmek gerekir: Bu bağlamda “iki Muhammed” söz konusudur. Biri vahyin nüzulundan önce ve nüzulu sırasında diğer Mekkeliler gibi olan, Abdullah ve Emine’den doğma Muhammed. Bu Muhammed’in diğerlerinden beşeri sıfatlar yönünden herhangi bir farkı yoktur. Kur’an’da da belirtildiği üzere bir beşerdi; yer içer, iş yapar, yazın sıcağından, kışın soğuğundan etkilenir, hastalanır, arzu eder vs. Efendi, kibar, nazik, iyi huylu, edebli, dürüst, güvenilir bir insandı. Olağanüstü, tabiat yasalarını yerinden oynatacak herhangi bir özelliği, gücü, yeteneği veya teşebbüsü görülmemişti. Ancak içinde yaşadığı toplumun adaletsiz, ahlaksız ve sorumsuz olduğunu, hemşehrilerinin hayata yüksek bir anlam yüklemediklerini, zayıfların ezildiğini, tabakalar arasında muazzam bir eşitsizlik ve ayrımcılık olduğunu görüp hanifçe duygularla onların hayat tarzından uzak yaşamaya, ara sıra tenha yerlere, Hira adı verilen bir mağaraya çekilip tefekkür ediyordu. Kendince de bir çıkış yolu bulamıyordu (93/Duha, 7).
Birgün ilk Muhammed’e vahiy geldi. Fussilet suresi 6. ayet bu olayı şöyle anlatır:
“De ki: “Ben ancak benzeriniz olan bir beşerim. Bana yalnızca, sizin ilahınızın bir tek ilah olduğu vahyolunuyor.”
Bu ayette iki Muhammed söz konusu:
a) Allah karşısında sorumlu ve diğerleri gibi beşer-insan olan Muhammed,
b) vahiy alan Muhammed.
İlk Muhammed’in sorumluluğu ikinci Muhammed’e iman etmesi, ona gelen vahyi tasdik etmesidir. Bunu da Bakara suresi 285. ayetten izleyelim:
“Elçi, kendisine Rabbinden indirilene imân etti, mü’minler de. Tümü, Allah’a, meleklerine, Kitaplarına ve elçilerine inandı.“O’nun elçileri arasında hiç birini (diğerlerinden) ayırdetmeyiz. İşittik ve itaat ettik. Rabbimiz bağışlamanı (dileriz). Varış ancak Sana’dır” dediler.”
Bu ayette en dikkat çekici nokta vahiy alan Hz. Peygamber (s.a.)’in öncelikle kendine, yani aldığı vahye ve bir “elçi” olarak ilahi mesajı insanlara iletmek üzere gönderildiğine inanmasından söz edilmektedir. Müfessirler bunun “tasdik-doğrulama” olduğunu söylüyorsa da, tasdikin imandan ayrı olmadığını biliyoruz. Sünni bilginlere göre iman, “kalb ile tasdik, dil ikrar” olarak tanımlanmıştır. Mürcie ameli imandan ayırırken, Hariciler ameli imanın bir parçası saymış, bu yüzden büyük günah işleyenin tövbe etmemesi durumunda cehennemde ebediyen azap göreceğini söylemişlerdir.
Bu ayette tasdiki içine almakla beraber, ötesine geçen bir anlam olduğunu söylemek mümkündür. Ayetin iç anlam dünyasına girildiğinde, Hz. Peygamber’in tabiri caizse sanki iki kişiliğinden söz edildiği hissi uyanıyor: Biri, herhangi bir insan gibi adı “Muhammed” olan, ilahi emirlere muhatap herhangi bir Mekkeli, bir dünyalı. Peygamberlik kendisine değil de bir başkasına gelecek olsaydı onun da diğer insanlar gibi gelen peygambere inanması, biat etmesi gerekirdi. Diğer kişilik profili Nübüvvet’le ilgili olup, burada sözü edilen herhangi bir Mekkeli veya dünyalı değil, Nebi ve Resul olan Hz. Muhammet (s.a.)’tir. Şu halde ayet, herhangi bir Mekkeli ve dünyalı olan Muhammed’in, Nebi ve Resul olan Hz. Muhammed (s.a.)’e iman etmesi istendiğini belirtmektedir. Bunun önemli olduğunu söylemek lazım. Çünkü sıradan insanlar için de söz konusu olsa, kişi üstlendiği görevin anlam ve amacına inanmayacak, görevinin misyon ve fonksiyonlarını içselleştirmeyecek olursa başarılı olamaz. Bu tutarlılık, samimiyet ve muhatapları etkileme açısından önemlidir.
Hz. Muhammet (s.a.)’e verilen emir yerine getirilmiştir. Yani kendisine gelen, peygamberlik misyonuna inanmıştır. Arkasından diğer mü’minler de bu inancı teyit etmiş bulunmaktadırlar. Tümü yani Hz. Peygamber ve mü’minler sırasıyla Allah’a (varlığına ve birliğine), meleklerine, kitaplarına ve elçilerine inandıklarını dilleriyle ikrar edip herkese deklare etmişlerdir.
Sıralama dikkat çekicidir: Önce “Allah’a iman” gelmektedir. Varlık aleminin merkezinde Allah inancı (Tevhid) olduğu gibi, imanın da merkezinde Allah’ın varlığı ve birliği fikri vardır. Arkasından “meleklere iman” gelmektedir. Çünkü Allah, hem varlık alemini melekleri istihdam ederek yönetmekte (Nun-u azame ile bu ifade edilir: Nahnu/Biz), hem insanla melek aracılığıyla konuşmaktadır. Sonra “kitaplara iman” gelmektedir. Melekler vahiyleri (sahife ve kitapları) getirmektedirler. Sonra “elçilere iman” gelmektedir ki, Allah’tan melekler aracılığıyla kitapları (ve sahifeleri/suhuf) alan peygamberler (Nebiler ve Resuller), aldıkları vahyi insanlara tebliğ etmektedirler. Amentü’nün diğer iki hakikati, yani “ölümden sonra diriliş/ahiret” ile bütün varlık alemi gibi insan hayatının da Allah’ın kudret eli altında bulunması bununla ilintilidir.
Belki sadece Müslümanlara özgü olmak üzere, bir dinin temel prensipleri ve imanının zemini bakımından “peygamberler arasında ayırım” yapılmaz. Allah’ın mutlak değil, izafi olarak “Peygamberleri birbirine üstün tutar” (2/Bakara, 253). Ancak burada da açıkça teyit edildiği üzere, bu bizim peygamberler arasında ayırım yapmamızı gerektirmez (2/Bakara, 136 ve 3/Al-i İmran, 84). Bizim için hepsi Allah’ın kutlu elçileridir. Hangi kavim, bölge veya renkten oldukları veya hangi tarihsel zamanda gönderildikleri önemli değildir. Aralarında üstünlük mukayesesi yapılacaksa, bu bizim yetkimiz dahilinde değildir. Bu üstünlüğü yapan, onları birer elçi olarak gönderen şanı yüce olan Allah’tır.
İşte bu sağlam amentü zemininde mü’minler, önceki ayetle bağlantılı olarak teslimiyetlerini şu dua ile dile getirmektedirler: “İşittik ve itaat ettik. Rabbimiz bağışlamanı (dileriz). Varış ancak Sana’dır” dediler.“
Yukarıdaki ayette, sahabeler, kaygılarını dile getirirlerken, Hz. Peygamber (s.a), “Siz de diğer iki kitap ehli gibi mi yapacaksınız?” demişti. Bu ayette, sahih inancın çerçevesi ve muhtevası belirtildikten sonra, mü’minlerin yaptığı ve elbette yapmaları gereken dua öğretilir: “İşittik ve itaat ettik.” Bu hiç şüphesiz, gelen vahiylerin üzerinde tefekkür edilmeden, hüküm ve hikmetleri üzerinde derinlemesine düşünülmeden öngörülen bir inanç ve teslimiyet, aklın fonksiyonlarını iptal eden bir kabul değildir. Aksine, herkes kendi kapasitesi, gücü ve imkanları nispetinde Allah’tan gelen vahiyler üzerinde tefekkür etmeli, tahkiki imana ulaşmak için gayret sarf etmeli; ancak gücü ve imkanları yoksa güvendiği muteber bilgin, mürşid ve müçtehitleri takip etmelidir.