Ahemenid hanedanı yönetimindeki Pers İmparatorluğu (İÖ 550 - 530) tarihçiler tarafından imparatorlukların nicel ve nitel gelişme sürecinde ya çok önemli bir sıçrama, ya da hattâ “ilk gerçek imparatorluk” kabul edilir.
Abdullah -Kıran
29abdullah@gmail.com
Farklı hükümet veya yönetim biçimleri deyince hepimizin ilk aklına gelen, Antik Yunan şehir devletleridir. Atina’nın demokrasinin beşiği olduğunu, halk yönetimi anlamında ilk doğrudan demokrasi uygulamalarının burada yaşandığını biliyoruz. Çoğumuz farklı hükümet şekilleri hakkındaki ilk sistematik bilgi ve açıklamaları Platon ve Aristoteles ile başlatırız, hattâ Aristoteles’in sınıflandırmasını günümüz için de temel kabul ederiz. Ancak tarih biliminin babası sayılan Herodotos, Tarihler’inde (Yunanca Historiai) ya da kestirmeden “Herodot Tarihi” olarak bilinen eserinde, farklı hükümet şekillerine yönelik ilk sistematik sınıflandırma ve analizlerin, Medler ile Persler arasındaki iktidar mücadelesinden sonra yapıldığına işaret eder.
Medler ve Persler iki eski İranî halktır. Bunlar akraba kabile gruplarıdır. Med kabilelerin anayurdu Mada veya Mad kuzeydedir; bugünkü Azerbaycan’ı, İran Kürdistanı’nı ve batı Taberistan’ı kapsar. Pers kabilelerin anayurdu Persis, bugünkü İran’ın güneybatısında, Basra körfezi kıyısındadır. İlk önce Med kabileleri birleşip bir konfederasyon oluşturur; bu temelde İÖ 678-549 arasının Med İmparatorluğu yükselir (bkz başlık resimlerinde, en tepedeki harita). Bu yazı açısından önemli olan, Zerdüşt öncesi bir Mazdekîlik diye tarif edilebilecek dinlerinin rahiplerine Magus veya Mag denmesidir. (Hıristiyanlıkta, İsa doğduğunda kutlamaya gelip hediyeler getiren üç Magus [çoğ. Magi] inancı buradan türer.) Bu tür bütün kabile konfederasyonlarda olduğu gibi, bir kabileler hiyerarşisi söz konusudur. Her an değişip altüst olabilir. Med Krallığı ve sonra Med İmparatorluğu içinde Pers kabileleri uzun süre vasallık konumundadır. Aralarında evlenirler, evlât edinirler. İÖ 553’te, son Med imparatoru Astyages’in ana tarafında torunu olan Pers kralı Kyros (Büyük Kyros veya Kurus) ayaklanır. İÖ 550’de zafere ulaşır ve Ahemenid hanedanını kurar. Yeni Pers İmparatorluğu’nda bu sefer Medler tâbiyet (vasallık) konumuna düşer (bkz başlık resimlerinde, soldaki kabartmada, önde bir Pers ve arkasında bir Med askeri). Ancak nüfuzlarını büyük ölçüde korurlar. Birçok Med soylusu, general, bürokrat veya satrap (eyalet valisi) olarak bu sefer Perslere hizmet vermeyi sürdürür. Hele rahipler için bu çok daha fazla geçerlidir. Hikâyemizin arkaplanında bu karmaşık ilişkiler yatar.
Hanedanın ve imparatorluğun kurucusu Kyros önce Anadolu’ya girer. Lidya Krallığına saldırır ve yener. Başkent Sardes’i ele geçirir ama Kral Kroisos’un hayatını bağışlar. Daha sonra Nabonidus’un Yeni Babil İmparatorluğu adı altında birleştirmiş olduğu Mezopotamya’ya yönelir ve İÖ 530’da Doğu’nun, diğer bir deyimle “eski dünya”nın simge ve efsane şehri Babil’i de zapteder. Bir rivayete göre göçebe Massaget’lerle savaşırken ölmesinden sonra, oğlu II. Kambyses (Kambiz) tahta çıkar ve babasının yapamadığını yapar; Mısır’ı alıp Yunanlıların Şark âlemi olarak bildiği diyarların fethini tamamlar (bkz başlık resimlerinde, ikicni harita).[1] Mısır seferi uzun sürer. Herodot Tarihi’nde, “Kyros oğlu Kambyses Mısır’da abuk sabuk işlerle” oyalanırken, Med kökenli iki Mag veya Magus kardeşin ona karşı ayaklanarak iktidarı ele geçirdiği anlatılır. Kambyses sefere çıkarken bu kardeşlerden birini kişisel malı ve mülkünü idare etmekle görevlendirmiştir. Kambyses’e yakın olan bu Mag’ın (Herodotos adını vermez) Smerdis adında bir kardeşi vardır. Adını bilmediğimiz Mag, kardeşi Smerdis’le birlikte saraya girer ve kardeşini “Kyros’un öbür oğlu, hükümdar Kambyses’in de kardeşi olan Smerdis” olarak tanıtır. Mag’ın planını bu şekilde kurmasının ardında, Kambyses’in sefere çıkmadan evvel Mag’ın kardeşiyle aynı adı taşıyan kendi kardeşi Smerdis’i öldürtmüş olması yatar. Kambyses rüyasında kardeşi Smerdis’in tahtına oturduğunu görünce, çok güvendiği Prexaspes’i Smerdis’i öldürmek üzere Susa’ya yollar. Prexaspes de Kambyses’in emrini yerine getirir. Ancak bu cinayet henüz duyulmamıştır. Kambyses yokken sarayı el geçiren Mag, bu fırsattan istifade kardeşi Smerdis’i Kyros’un öbür oğlu gibi tanıtıp onu tahta oturtmak suretiyle iktidarını meşrulaştırmaya kalkar.
Tahtı Medlerden geri alma çabaları
Bunu duyan II. Kambyses Persleri etrafına toplar. Ağlayıp sızlayarak öğütler verir. “Tahtın Medlere geçmesine izin vermeyin; eğer hileyle ele geçirirlerse siz de hileye başvurun, eğer zorla alırlarsa siz de zorla, ordularınızla onların elinden alın” der. Kambyses bu sözleri sarfettiğinde kangren olmuştur ve son günlerini yaşamaktadır. Zaten bir müddet sonra etleri çürür ve ölür. Yedi yıl beş ay saltanat süren II. Kambyses’nin yerine geçecek ne erkek, ne de kız çocuğu vardır (Herodot Tarihi:164). Lâkin sözleri Persleri harekete geçirir. Pers soylularından Pharnaspes’in oğlu Otanes, iktidarın tekrar Medlerden alınmasına öncülük eder. Kızlarından birinin Kambyses ile evli olması nedeniyle, saraydan daha kolay haber almaktadır. İktidarı ele geçiren Mag, Kambyses’in bütün kadınlarını kendi haremine almıştır. Otanes kızından, Mag yatağında uyurken kulaklarının yerinde olup olmasını kontrol etmesini ister. Zira Kambyses henüz iktidarda iken Mag (rahip) Smerdis’in bir nedenle kulaklarını kestirmiştir. Eğer Smerdis’in kulakları yerinde değilse, o zaman tahtta oturan Kambyses’in kardeşi Smerdis değil Mag Smerdis demektir. Yani bir düzmecedir. Otanes’in kızı fırsatını bulup Smerdis’in kulaklarının olmadığını babasına iletir.
Bunun üzerine Otanes, güvendiği Pers soylularını toplayarak saraya karşı bir darbe planlar. Yanına İntaphernes, Gobryas, Megabyzos, Aspathines ve Hydarnes ile babası İran’da satraplık yapmış olan Hystaspes oğlu Dareios’u alır. Bu yedi kişi, aralarında bağlılık yemini edip gizli bir örgüt kurar. Tasarlanan plana göre bu örgüt, uygun bir zamanda saraya saldıracak ve tahtı Medyalı Maglardan kurtaracaktır. Plan işler, saraya saldırılır, iki Mag’ın kafası kesilir ve ülkede Mag kıyımı başlar. Persler sarayın Medlerden geri alındığı o günü, her yıl “Mag Kıyımı” diye kutlar.
Herodotos Perslere hayran mıydı?
Olaylar soğuyup ortalık yatışınca, Mag’lara karşı başkaldırmış olanlar bir araya gelerek, nasıl bir hükümet şekli oluşturulacağını tartışmaya başlar. Tartışmanın özüne, içeriği ve derinliğine bakıldığında, insanda sanki konuşmalar İÖ 6. yüzyılda değil de 20. yüzyılda yapılmış gibi bir izlenim uyanıyor. Nitekim Herodotos da (çok sonradan ve kimbilir kaçıncı elden dinlediği) diyalogları aktarmaya çalışırken, “… ki şüphesiz kimi Yunanlılar inanmazlar, ama öbürleri ne kadar doğru ise, bunlar da hiç olmazsa o kadar doğrudur” diye bir açıklama yapmak ihtiyacını duyar (Herodot Tarihi:169).
Herodotos’un İÖ. 484 - 425 arasında yaşadığı kabul edilir. Bu, (Medler ve Persler farklı olduğu halde) Yunanlıların Medoi (Medler) diye söz ettiği Perslerin[2], yüzölçümü yaklaşık 3 milyon kilometre karelik topraklara egemen olduğu bir dönemdir. Bu araziyi önce İskender zaptedecek; benzer bir büyüklüğe Roma ancak yüzyıllar sonra ulaşabilecektir. Pers İmparatorluğu tarihçiler tarafından imparatorlukların nicel ve nitel gelişme sürecinde ya çok önemli bir sıçrama, ya da hattâ “ilk gerçek imparatorluk” kabul edilir. II. Kambyses’in yerine tahta oturan Dareios (Darius veya Dara; İÖ. 521-486) döneminde, imparatorluğun aşırı büyümesi karşısında herşeyin merkezden yönetilemiyeceği anlaşıldığından, kimi yetkiler merkezden çevreye aktarılır. Böylece imparatorluk toprakları, saraya ve payitahta bağlı fakat aynı zamanda kendi içinde kapsamlı özerkliğe sahip 20 satraplığa bölünür. İmparatorluğun askeri gücünün, merkez ile çeperi birbirine bağlayan kraliyet yollarının, dâhiyane posta - iletişim sisteminin ve elbette oldukça planlı idari ve mali düzeninin Herodotos’ta hayranlık uyandırmış olması doğaldır. Zira Yunanlıların üç beş şehir-devletini bir araya getiremediği bir çağda Persler, koca bir imparatorluk kurmuş; günümüzdeki federal devletlerin ve özerk taşra yönetimlerinin de temellerini atmıştır.
Persler ile Yunanlılar arasındaki ilk ilişkiler, Herodotos’un doğumundan 50- 60 yıl önce, İÖ 546 yılı civarında başlar. İÖ 499’da batı Anadolu’da, İyonya’daki Yunan polis’leri (şehirleri), Miletos tiranıyken tahttan çekilen ve demokrasi ilân eden Aristagoras örneğini ve önderliğini izleyerek, Perslerce atanmış kendi tiranlarını devirip Pers hâkimiyetine karşı ayaklanır. Başlangıçta Perslere karşı önemli başarılar elde eder, hattâ imparatorluğun bölgedeki en öneli taşra payitahtı Sardis’i bile ateşe verirler (İÖ 498). Ancak daha sonra bu ittifak gevşer ve karşı taarruza geçen Persler İÖ 494’te Miletos’u ele geçirip yerle bir eder. Sonra sıra, İyonya şehirlerinin yardım çağrısına karşılık veren iki Yunan polis’ini, Atina ve Eretriya’yı cezalandırmaya gelir. İÖ 492’de I. (Büyük) Dareios’un komutanlarından Mardonius Yunanistan’ın kuzeyini ele geçirir. İki yıl sonra, İÖ 490’da ise bir filo ve taşıdığı ordu Ege adalarını tek tek zaptederek ilerler. Eğriboz adasındaki Eretriya’yı da kuşatıp alır ve halkını tamamen köleleştirir. Fakat Atina’ya yaklaşık 40 km uzaklıktaki Marathon mevkiinde ağır bir yenilgiye uğrar. Atina ağır piyadesi, Pers hafif piyadesini süvari korumasından yoksunken yakalar ve hezimete uğratır. Atinalılar sadece 192 kayıp verirken, Perslerin kaybı 6400’ü bulur (Bettalli:160). Daha sonra Dareios ölür ve Marathon’un intikamını alma girişimi I. Serhas’a kalır. Fakat İÖ 480 yılındaki ikinci Pers seferinde, ya da ikinci Pers-Yunan savaşında, bu sefer Atina ve Sparta önderliğinde birleşebilen Yunan şehir-devletleri güçlü bir direniş gösterir. Termopil yenilgisinin ardından, Atina filosunun Salamis Boğazında Pers filosunu imha etmesi sonucu Serhas’ın ordusu denizden korunma ve ikmal olanaklarından yoksun kalıp geri çekilir. Bir yıl sonra, İÖ 479 ilkbaharındaki Plateia muharebesini de yunanlılar kazanır. Sonraki otuz yılın daha ufak çaplı çatışmaları ve gelgitleri, İÖ 449’da Atinalılar ile Persler arasında imzalanan barış antlaşmasıyla geçici olarak noktalanır (Bettalli:163,166).
Kimi zaman yenilmelerine karşın Perslerin Yunan şehir-devletleri üzerindeki etkisi Büyük İskender dönemine kadar giderek artar. İÖ 386’da Yunanlılar arasında imzalanan “Kral Barışı” antlaşmasında, “Kral Artaserhas (…) uygun görmektedir” gibi çok yukarıdan, Yunanlılar için hiç de hoş olmayan bir ifade kullanılır. Kısacası Herodotos’ta bir “Pers hayranlığı” olsa dahi, Persler Yunanlılar nazarında düşmandır, hattâ ilk akla gelen düşmanları Perslerdir. Perslere ideolojik önyargılarla, barbar, akılcılık yoksunu, lükse düşün, sinsi ve korkak diye bakarlar (Bettalli:167). Bunlar bir bakıma yüzyıllar sonra şekillenecek Batı-merkezciliğin İlkçağdaki başlangıçlarıdır.
[1] Marco Bettalli, “Yunanlılar ve Doğu: Yunan Tarihinde Uzun Bir Bölüm”; Antik Yunan, ed. Umberto Eco (Alfa Yayınları. 3. Basım, Aralık 2019), s.154-55
[2] Yunanlılar, neredeyse Büyük İskender’in (İÖ 356-323) seferlerine kadar, Persleri Medler olarak tanır. Thukidides’in Peloponez Şavaşı adlı eserinde, Pers- Yunan savaşları için “ Medler ile Hellenlerin” savaşları ifadesi geçer. Yunanlılar daha sonra “Med-Pers” kavramına dönmüştür. Tevrat’ta da “Med- Pers” kavramı kullanılmaktadır.
Perslerde hükümet şekli tartışmaları (2)
Herodotos, imparatorluk tahtını Medlerden geri alan yedi soylu darbeciye, nasıl bir yönetim kuracaklarını tartıştırır. Tamamen Yunan düşüncesinden alınmış kavramlarla, Otanes’e halk yönetimini, Megabyzos’a aristokrasi veya oligarşiyi, Dareios’a da monarşiyi savundurtur.
Abdullah -Kıran
29abdullah@gmail.com
Yunanlıların Persler hakkındaki olanca önyargılarına karşın, Herodotos (yukarıda en solda) Mag’ları devirip tahtı geri alan karşı-darbeciler arasındaki yönetim tartışmalarını bambaşka bir şekilde anlatır. Yedi darbeci soyluyu bir araya getirir ve içlerinden üçünü konuşturur. İlk sözü isyanı başlatan Otanes’i aldığını ve Pers halkının kendi kendisini yönetmesini önerdiğini söyler. Herodotos’a göre Otanes şu savları ileri sürmüştür:
“Ben, diyordu, içimizden birini ayırıp başa geçirmeyi doğru bulmuyorum; bu ne hoş bir şeydir, ne de bir kurtuluş yoludur. Kambyses’in çılgınlığı ve küstahlığı nerelere kadar götürdüğünü biliyorsunuz; Mag’ların saygısızlıklarını da denediniz. Bir kimseye hiçbir hesap verme külfetine katlanmadan dilediğini yapmak imkânını veren monarşide sürekli bir denge kurulabilir mi? Bu kadar gücü, kuvveti dünyanın en aklı başında adamına verseniz, o bile sapıtır [italikler benim – AK]. Kendini beğenmişlik uğursuz bir şeydir; eldeki güç onu besler ve haset insanoğluna daha doğduğu andan pençesini geçirir. Bu iki kusur insanı canavar haline getirir [italikler benim – AK]; cinayetlerin yarısı kendini beğenmişlikten, öbür yarısı hasetten gelir. Ama ne? Diyeceksiniz ki bir tiran kimseyi kıskanmaz, çünkü onun her şeyi vardır [italikler benim – AK]. Oysa tam tersine, haset ve tiranlık iç içedir ve yurttaşın zararına işler; iyi insanları kıskanmaları için onların sadece var olmaları bile yeter; kentlerde kötülerden başkasını sevmez; iftira onun katında iyi bir şeydir. Ama en büyük tutarsızlık şuradadır: Saygı gösterirsiniz, daha çoğunu ister; daha çoğunu gösterirsiniz, bu sefer de dalkavuk der. Daha acısını, daha kötüsünü de söyleyeyim: Atalardan kalma görenekleri bozar, kadınların ırzına geçer, hüküm olmadan adam öldürür. Buna karşılık halk iradesi, en başta adı güzel, isonomi, yasalar karşısında eşitlik. İkincisi, hükümdarın aşırılıkları bunda yok; yöneticiler kura ile seçilir; yöneticiler sorumluluk taşır; her karar kamuya dayanır. Benim önerim bu, monarşiyi bırakalım halk yönetimine geçelim; zira her iyilik halk yığınlarındandır” (Herodot Tarihi:170).
Bu metnin (ve devamındaki diğer konuşmaların), tamamen Herodotos’un uydurması olduğu son derece açıktır. Monarşi, tiranlık, yurttaş(lık), isonomi, halk yönetimi -- İÖ 6. yüzyılın ikinci yarısında yaşayan bir Pers soylusu, nasıl olur da İÖ 5. yüzyılın bir Atinalı demokratının ağzıyla konuşabilir? Bütünüyle Yunan şehir-devletlerine özgü ve Yunancadan türeme terimlerdir bunlar. Ne Farsçada ne de Pers siyasî düşüncesinde karşılıkları mevcuttur. Açıkçası Herodotos, tarihsel realizme sadakati toptan ihlâl etmiş; gerçekten konuşmuş olabileceği gibi değil, kendi Yunanlı bilinci içinden, bir Atina vatandaşı olsaydı neler demesi gerekirdi ölçütüne göre konuşturmuştur Otanes’i. İtalyan Rönesans sanatçıları İlkçağ mitolojisinden veya Tevrat’tan sahneleri resmederken, kahramanlarını binyıllar öncesinin değil kendi çağlarının (15. - 16. yüzyılların) kıyafet ve zırhlarına büründürür, arka plana da gene kubbeli kemerli Rönesans mimarisinin örneklerini koyar. Çünkü geçmişi kendi ölçüleri içinde yansıtmanın değil bugünle birleştirmenin, hem geçmişi bugüne hem bugünü geçmişe taşımanın peşidedirler. Herodotos’un yaptığı da buna benzer bir şey. O kadar ki, Herodot Tarihi’nin bu bölümleri Tarih lisans öğrencilerine pekâlâ bir metin çözümlemesi egzersizi olarak verilip bütün anakronizm hatâlarını bulmaları istenebilir.
Fakat bu metodolojik itiraz bir yana; bir monarşiyi yukarıdaki satırlardan daha özlü, daha mükemmel bir şekilde anlatmanın başka bir yolu var mıdır acaba? Otanes (ya da Otanes’in ağzından Herodotos), yukarıdaki sözlerle sadece monarşinin yapısını, tek kişilik yönetimin nasıl dejenere olabileceğini sergilemekle yetinmiyor; insan doğası üzerine de nefis bir analiz sunuyor. Thomas Hobbes’un (1588-1679), insan doğasına ilişkin belirlemelerinin neredeyse aynısı, 21 yüzyıl önceden yukarıdaki satırlarda veriliyor. Hobbes, kıskançlık, bencillik ve çekememezliği insan doğası üzerinden açıklayarak homo homini lupus (insan insanın kurdudur) diyordu. 19. yüzyılın ikinci yarısının ünlü liberal düşünürü, 1895’te Cambridge Üniversitesi’nde Regius Modern Tarih Kürsüsü’ne atanacak olan Lord Acton (1834-1902), 1887’de yazdığı bir mektupta “güç yozlaştırır; mutlak güç mutlak surette yozlaştırır” gözleminde bulunıuyordu. Herodotos’un Otanes’i “bu kadar gücü, kuvveti dünyanın en aklı başında adamına verseniz, o bile sapıtır” sözleriyle, Acton’dan da 25 yüzyıl önceden günümüze köprü kuruyor ve “mutlak güç” eleştirisinin temellerini atıyordu.
Antik Yunan’da iyi bir hükümet şeklinin dejenere olup kötüye sarması meselesine ilk el atan, (büstünü yukarıda ortada gördüğünüz) Platon’dur (İÖ 428-347). Farklı hükümet şekillerini, adalete olan uzaklık ve yakınlıkları üzerinde açıklayan Platon, pek demokrat değildir kuşkusuz. “En iyilerin yönetimi” diye anladığı Aristokrasiyi tepeye yerleştirir. Aristokrasiden sonra, adaletten ziyade şan ve şerefe önem veren Timokrasi; ondan da sonra, varlıklı bir kesimin iktidarı elinde bulundurduğu Oligarşi gelir. Oligarşiden sonra, kitlelerin iktidarı olarak değerlendirdiği Demokrasi var. Ancak demokraside özgürlüklerin istismar edilmesi anarşiye yol açar. Platon farklı hükümet şekilleri ıskalasında en alta Tiranlığı yerleştirir. Zira tiranlık, demokraside özgürlüklerin istismar edilmesi neticesinde ortaya çıkan “anarşik” düzenden kurtulma arayışından, güçlü bir lider bulma ihtiyacından doğmuştur.[1]
Platon kadar seçkinci olmayan Aristoteles (İÖ 384-322; bkz yukarıda en sağda), altı farklı hükümet şeklinden söz eder. Bunlardan üçü aslî biçimlerdir: Monarşi, Aristokrasi ve Halk Yönetimi. Diğer üçü ise bunların dejenere olmuş türevleridir: sırasıyla Tiranlık, Oligarşi ve Demokrasiyi. Aristo Monarşinin özünden koparak Tiranlığa, Aristokrasinin Oligarşiye, Halk Yönetiminin ise Demokrasiye doğru evrilmesini âdetâ doğal bir döngü şeklinde anlatırken, ondan 150 yıl önce Otanes (veya Herodotos) Monarşinin bir müddet sonra Tiranlığa dönüşmesinin kaçınılmaz olduğunu belirtmektedir.
Herodotos’un Persler tahayyülüne dönersek; Otanes’in konuşmasından sonra bu kez Megabyzos söz alarak (en iyi seçkinlerin yönetimi anlamında) Oligarşiyi önerir: “Tiranlık için Otanes’in dediklerine katılırım, diye başladı, ben de onun dediklerini derim; ama iktidarı halkın ellerine bırakmak öğüdüne gelince, en iyi olan bu değildir. Kendisinden hiçbir şey beklenmeyecek bir kalabalık; bundan daha budala, daha küstah bir şey olmaz. Bir tiranın küstahlığından kaçayım derken dizginsiz bir halkın küstahlığına teslim olmak, hiçbir zaman kabul edilemez. Bir tiran bir şey yaptığı zaman ne yaptığını bilir, ama yığın onu bile bilmez; nereden bilsin? [italikler benim – AK] Kendisine bir şey öğretilmemiştir, hiçbir zaman da kendi kendine iyi bir şey öğrenemez; kışın coşturduğu sellere benzer, bilinçsiz atılımlarla her şeyin altını üstüne getirir. Halk iradesini Perslerin düşmanları için dileyelim [italikler benim – AK]; ama biz kendimiz için iyi yetişmiş insanlardan bir kurul seçelim, devleti onlara emanet edelim; tabii aralarında biz de bulunacağız, en iyi kararlar en iyi onlardan çıkar.”
Megabyzos’un “Halk iradesini Perslerin düşmanları için dileyelim” sözüyle Yunanlıları, daha doğrusu Atinalıları kastedip etmediğini bilmiyoruz. Ancak halk iktidarını yığınların iktidarıyla özdeşleştirmesi, yığınları da kışın coşturduğu sellere benzetmesi tümüyle boş değildir. Bana yıllar önce bir Alman arkadaşımla yaptığımız bir sohbeti hatırlatıyor. “Almanlar gibi Kant’ı, Hegel’i, Marx’ı ve daha nice filozofları çıkarmış bir halk, nasıl oldu da Faşizme teslim oldu?” diye sorunca, “sorma, bir rüzgâr çıktı, bir fırtınaya dönüşerek hepimizi önüne katarak götürdü” demişti. Artık tarihi tecrübelerimizden biliyoruz ki, dünyada hiçbir şey galeyana gelmiş halk yığınlarından daha tehlikeli değildir, zira yığınların aklı yoktur. İktidar yığınlara teslim edilemez; bir Tiran ne yapmak istediğini bilir, ancak yığınlar bilemez. Kısacası, Megabyzos da Herodotos tarafından Oligarşiden yana gösterilmekle birlikte, aslında daha sonra Platon’un en iyi yönetim biçimi olarak savunacağı Aristokrasiden yanadır.
Herodotos’un Megabyzos’tan sonraki üçüncü konuşmacısı Dareios’tur. Düşüncelerini şöyle açıklar: “Megabyzos’un halk iradesi için söyledikleri bence çok iyi söylenmiş sözlerdir, ama oligarşi için söyledikleri doğru şeyler değildir. Üç çeşit devlet alalım, hepsi kendi çeşitlerinin en iyisi olsun; halk idaresinin en iyisi, kusursuz bir oligarşi ve monarşinin en erdemlisi. Ben derim ki, bu üçünün en iyisi monarşidir. Çünkü en üstün düzeydeki bir hükümdarın erdeminden daha iyi bir şey gösterilemez [italikler benim – AK]. Kendisinde var saydığımız düşünme yetisiyle halk yararına daha iyi çalışır ve böylece alınacak kararlar bu kötü niyetlilere karşı daha iyi korunmuş olur. Oligarşide kamu yararına uygun sanılan bu insanlar kurulu hiç de öyle değildir, çoğunlukla doymak bilmeyen kişisel didişmelerle parçalanır; çünkü her biri öbüründen daha üstün olmak, kendi sözünü yürütmek ister, sonunda hepsi de birbiriyle kanlı bıçaklı olur; düzen bozulur, arkasından ölüm gelir. Ölüm monarşiyi getirir, bu da onun en iyisi olduğunu gösterir. Öbür yandan, demokrasi yozlaşmayı doğurmasın olmaz; kamu için en büyük felâket olan bu yozlaşma, yozlaşmış yurttaşlar arasına düşmanlık sokmaz, tersine aralarında sağlam bir dostluk kurulmasına yol açar; çünkü devleti soymak için birbirinin desteğini gerekli görürler. Bu da birisinin çıkıp halkın başına geçmesine ve döndürülen dolapları durdurmasına kadar sürer gider. O zaman bu birisi halkın baş tacı olur ve hükümdarlığa getirilir. İşte monarşinin gözle görülür üstünlüğü burada da karşımıza çıkmaktadır. Bütün bunları bir sözcükle özetlersek, bu özgürlük dediğimiz şey, bize ne kazandırmıştır? Kim verdi onu bize? Halk mı, Oligarşi mi, yoksa Monarşi mi? Ben şu düşüncedeyim ki, bizi bir insanın iktidarı kurtarmıştır, bu rejime bağlı kalalım ve -- bunu bir yana bıraksak bile -- atalarımızın geleneğidir, bozmayalım, çünkü o iyidir; çünkü onu bozarsak hiçbir şey elde edemeyiz (Herodot Tarihi:170).
Dareios’a göre hem demokraside hem de monarşide yolsuzluklar ve devletin soyulması kaçınılmazdır. İster demokrasi, ister kamu yararına uygun bir oligarşi olsun, her iki hükümet şeklinde de kişisel didişmeler yönetenleri mutlaka kanlı bıçaklı hallere sürükler. Düzen bozulunca kan dökülür ve sonunda tekrar monarşiye dönülür. Bu yüzden Dareios lider odaklı bir “kurtuluşu” esas alarak, ataların yönetimi olan monarşi ile devam etmenin daha uygun olacağını savunur.
Bu üç görüş enine boyuna tartışıldıktan sonra, monarşide karar kılınır ve devrimin şeflerinden birinin kral seçilmesi kabul edilir. Otanes ne emir vermek ne de emir almak istediğini ileri sürerek, kendisine ve soyundan gelenlere kimi ayrıcalıkların tanınması şartıyla yarıştan çekilir. Böylece kral geri kalan altı kişi arasında seçilecektir. Anlaşma gereği bu altı kişi atlarına binip kentin dışına çıkacak, güneş doğduktan sonra hangisinin atı önce kişnerse o kral olacsktır. Sonuçta atı hepsinden önce kişneyen Dareios tahta çıkar. Rivayete göre, Dareios’un becerikli seyisi ustaca bir manevrayla Dareios’un atının herkesten önce kişnemesini sağlamıştır.[2]
Başta Mezopotamya olmak üzere eski Doğu medeniyetlerinde en yaygın hükümet şekli hep Yunanlıların monarşi dediği krallık, padişahlık, sultanlık, hakanlık uygulamalarıdır. Peki, sizce dünyadaki gidişat daha çok monarşiye mi, demokrasiye mi doğrudur? Hükümet şekli demokrasi olup, daha çok monarşi ile yönetilen ülkeleri siyaset bilimi literatüründe nasıl tanımlayabiliriz? Monokrasi desek olmaz mı?
[1] Abdullah Kıran, Tarihin Efendileri (Nas Yayınları, 2020), s.297.
[2] Herodotos, Dareios’un atının önce kişnemesini iki rivayete dayandırır. Birinci rivayete göre seyisi Oibares, Dareios’un atının çok arzuladığı bir kısrağı gece güzergâh üzerinde bir noktaya götürüp daha sonra da efendisinin atına dişinin kokusunu aldırmakla ertesi sabah kişnemesini sağlamıştır. İkinci rivayete göre Oibares eliyle genç kısrağın apış arasını okşayıp sonra Dareios’un atının burun deliklerine değdirmek suretiyle kişnetmeyi başarmıştır (Herodot Tarihi:172).