Peki onlara haklar helal mi?
107
AK Parti kurucusu, gazeteci-yazar Ayşe Böhürler, AK Parti listelerinden Kayseri’den seçilecek sıradan aday.
Türkiye siyaseti için iyi bir haber bu.
Geçen akşam Habertürk’e çıkan Böhürler şöyle dedi:
“28 Şubat’ı yaşamış birisi olarak Kılıçdaroğlu’na ve temsil ettiği zihniyete hakkımı helal etmiyorum. Bu insanlarla aynı masada ortak olarak oturmayı içine sindirenler olabilir, hazmedebiliyorlarsa herkesin vicdanı kendine…Ben başörtülü biri olarak hakkımı helal etmiyorum. Kılıçdaroğlu’na ve o zihniyete hakkımı helal etmiyorum. Ben AK Parti kurucusu oldum diye, ‘başörtülü biri parti kurucusu olamaz’ diyerek AYM dava açtı. Ben ‘başörtülü hâkim olabilir dedim’ diye bunu parti kapatma davası gerekçesinin içine koydular. Bunu söyleyenler sonuçta Kılıçdaroğlu’ydu. Başörtülülerin Meclis'e girmesine engel olan da Kılıçdaroğlu'ydu…Başörtülü avukatlar baroya dahil edilmedi. Başörtülü avukatların önü daha son 10 yılda doğru düzgün açıldı. Çünkü karşımızda Kılıçdaroğlu ve benzerleri vardı.”
Türkiye Cumhuriyeti’nin 100 yıllık tarihinin en utanç verici ayrımcılıklarından biri olan başörtüsü yasaklarının mağduru olmuş bir insanın hakkını helal etmemek için yüzlerce haklı sebebi olabilir.
Fakat, herhalde siyasi rekabetin hararetinden kaynaklanan bir dalgınlıkla bu suçlamaların muhatabı biraz karışmış.
Kılıçdaroğlu’nu pek çok şeyle suçlamak mümkün.
Ama 28 Şubat’la suçlamak biraz tuhaf olabilir.
Çünkü 28 Şubat 1997’de Kemal Kılıçdaroğlu, Refah Partili bakan Necati Çelik’e bağlı olan SSK’nın genel müdürüydü.
Genel müdürlüğü sırasında, MGK kararlarını takip eden Başbakanlık genelgelerini diğer tüm bürokratlar gibi uygulamak dışında 28 Şubatçılık yaptığına, insanları fişlediğine dair elde bir veri yok.
Tam aksine 28 Şubat davası dosyalarından çıkan, 28 Şubat kararlarını uygulamaktan sorumlu Başbakanlık Uygulamayı Takip ve Değerlendirme Merkezi'nin bir fişleme belgesine göre SSK Genel Müdürü Kemal Kılıçdaroğlu, “SSK Genel Müdürlüğü’nde bölücü kadrolaşma” başlığıyla fişlenmişti.
Kılıçdaroğlu bu 28 Şubat fişlenmesi iddiası yüzünden dava açtı ve iki yıl önce de artık Başbakanlık kalmadığı için Cumhurbaşkanlığı’ndan 50 bin TL tazminat kazandı.
Yani Kemal Kılıçdaroğlu resmi bir 28 Şubat mağduru.
Tabii ki 2002’den sonra önce CHP milletvekili, ardından CHP’nin grup başkanvekillerinden biri olarak şimdi AK Partililerin hararetle andığı Baykal’ın liderliğindeki partinin başörtüsü, laiklik politikalarının bir parçası oldu.
Özellikle 2008’de Meclis’ten geçen başörtüsüne özgürlük getiren yasayı AYM’ye götüren üç CHP grup başkanvekilinden biriydi.
Ama iki yıl sonra 2010’da CHP genel başkanı olduğunda başka bir siyasi çizgi izlemeye başladı.
Üniversitelerde başörtüsü özgürlüğünü destekleyen bir açıklama yapıp ortamı yumuşatmış, bunun ardından YÖK üniversitelere başörtüsüne izin veren bir talimat göndermiş ve böylece üniversitelerde başörtüsünün önü açılmıştı.
CHP bu normalleşmeye itiraz etmeyerek destek vermişti.
Kılıçdaroğlu’nun bu tavrına CHP içinden de sert tepkiler gelmiş hatta bu tartışmadan kısa bir süre sonra Kılıçdaroğlu’nun seçilmesinde önemli rol oynayan Önder Sav CHP yönetiminden tasfiye olmuştu.
Peki, Kılıçdaroğlu’nu başörtülü milletvekillerinin Meclis’e girmesine engel olmakla suçlamak mümkün mü?
Meclis’te başörtüsü krizi 1999’da Merve Kavakçı’nın Meclis’e girmesiyle yaşandı. Kılıçdaroğlu bu sırada da hala SSK Genel Müdürü’ydü.
31 Ekim 2013 yılında Meclis’e ilk başörtülü milletvekilleri girerken, Kılıçdaroğlu CHP genel başkanıydı, partisini başörtülü milletvekillerinin Meclis’e girmesine itiraz etmemeye ikna etmişti.
Akşener’in yönettiği oturuma başörtülü vekiller girmiş, CHP adına Muharrem İnce çıkıp konuşmuş, çıkışta partilileri yemeğe götüren Kılıçdaroğlu da “Bugün çok mutluyum. Meclis’te konuşan milletvekillerimize teşekkür ediyorum” demişti.
Gerisi malum.
2019’dan itibaren CHP’nin toplantılarında ve verdiği röportajlarda CHP’nin başörtüsü konusunda hata yaptığını söyledi, özeleştiri yaptı, helalleşme siyasetine başladı, 28 Şubat mağduru bir öğretmeni helalleşmek için ziyaret etti.
En son da medyasını ve partisini karşısına aldı ve CHP Meclis’e başörtüsüne güvence verecek kanun teklifi önerisi verdi.
Böhürler’in hakkını helal etmediği Kılıçdaroğlu’nun başörtüsü karnesi böyle.
Peki, ya 14 Mayıs’tan sonra muhtemelen birlikte aynı sıralarda oturacağı bazı yeni AK Partililerin karnesi?
Örneğin AK Parti’nin İstanbul birinci bölge altıncı sıradan adayı Hulki Cevizoğlu’nunki?
80’lerde Hürriyet’in Ankara bürosunda gazeteciliğe başlayan ve Özal’a yakın bir gazeteci olarak nam salan Cevizoğlu, özel televizyonların açılmasıyla başlayan çok sesli ortamda Ceviz Kabuğu programıyla ünlü olmuştu.
Ama 1990’ların ortalarından itibaren o da Refah korkusuyla ulusalcı, laikçi, Kemalist bir çizgiye savruldu.
28 Şubat’ta darbeye en çok yaklaşılan gün olan 11 Haziran 1997 günü
Genelkurmay’da komutanların Refahyol iktidarını “Gerekirse silah kullanırız” diye tehdit ettiği irtica brifingini izleyen isimlerden biriydi.
Brifing bir basın toplantısı değildi, önceki gün savcı ve hakimlerin, daha sonra üniversite rektörlerinin ve sivil toplum örgütlerinin katıldığı brifingler zaman zaman katılımcıların söylenenleri alkışladığı bir boy gösterisiydi.
Cevizoğlu, o günlerde yaptığı Ceviz Kabuğu programlarıyla da 28 Şubat havasına katkı yapmıştı.
1998’in Ocak ayında postmodern darbe daha sıcakken çıkardığı “28 Şubat- Bir hükümet nasıl devrildi?” kitabında bu anti-Refahyol pozisyonunu sürdürmüştü.
Tankın üzerinde otomatik silahının namlusu bir minareye doğrulmuş bir asker fotoğrafının yer aldığı kitabın kapağında şöyle yazıyordu:
“Ordu nasıl konuşur?”, “Neyi nasıl söyler”, “Eyleminin ipuçları ve yaptırımı nelerdir?”
2001’de emekli general Erol Özkasnak, onun programına bağlanarak “postmodern darbe” yi sahiplenmişti.
2007’de 28 Şubat’ın 10. Yıldönümünde yazdığı yazıda bile bu fikirleri çok değişmiş görünmüyordu:
“Aslında buna ne kadar 10. yılı denebilir, bilmiyorum. Çünkü, bir şeyin yıldönümünün geçerli olabilmesi için onun “var” olması gerekir, “devam ediyor” olması gerekir, “uygulanabilir” olması gerekir, “sahipleniliyor” olması gerekir, vs. Oysa, 10 yıl sonra 28 Şubat kararları için bunlar ne kadar geçerlidir?.. Üstelik “Bin yıl süreceği” iddia edilmesine rağmen.. Bilindiği gibi, 28 Şubat postmodern darbesi, irticanın “birinci tehdit” olarak algılanarak, iktidardaki Refahyol Hükümeti’nin düşürülmesi ile sonuçlanmıştı.1997’de PKK tehdidinin bile önüne geçerek “birinci tehdit” olduğu bizzat Genelkurmay tarafından açıklanmıştı.10 yıl sonra geldiğimiz noktaya bakınız: 8 yıllık zorunlu ilköğretimin dışında uygulanan hiçbir şey yok. 28 Şubat’ın Refahyol İktidarını devirdikten sonra, “işbaşına getirdiği hükümet” bile bu kararlara sahip çıkmadı. Bugün, ortada hiçbir izi kalmayan 28 Şubat’ın, bu yüzden 10. yılı da olamaz.
Olsa olsa “dedikoduları” olur. Zaten o da yapılıyor… 1997’de Genelkurmay’daki ünlü “irtica brifingi”nin sonunda yapılan vurgu aynen şöyleydi: “Bu noktadan hareketle; Atatürk’ün kurduğu modern ve laik Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin nitelikleri değişmeyecek, değiştirilmeyecektir. Bunlar;
- Tek Millet,
- Tek Vatan,
- Tek Devlet,
- Tek Dil,
- Tek Bayrak olarak ifade edilmektedir.”
Bugün Türkiye’nin geldiği noktada, Türkiye Cumhuriyeti yasalarına uymak zorunda olan DTP adlı sözde siyasi partinin Diyarbakır İl Başkanı, “Kerkük’e yapılan saldırıyı Diyarbakır’a yapılmış sayarız!” diyebiliyor. Hani nerede “Tek Millet” ilkesi? Hani nerede “Tek Vatan” ilkesi?”
28 Şubat’ın ardından ikinci büyük laiklik ve başörtüsü krizi olan 2007 Cumhurbaşkanlığı krizi sırasında da gazetecilik sınırlarını aşan bir aktivizm içinde mücadele etmişti.
Sabih Kanadoğlu, bir makaleyle duyurduğu 367 içtihadını ilk kez Ceviz Kabuğu’nda anlatmıştı.
27 Nisan gecesi Genelkurmay e-muhtıra verirken Ceviz Kabuğu’nda yine Sabih Kanaoğlu vardı:
“Bir makale yazarak, Türkiye’nin siyasi kaderini değiştiren” Yargıtay Onursal Cumhuriyet Başsavcısı Sabih Kanadoğlu, 29 Aralık 2006 tarihinde katıldığı Ceviz Kabuğu programında “367 olmazsa rejim krizi çıkar” uyarısında bulunmuştu.
Kanadoğlu, 27 Nisan 2007 tarihindeki son Ceviz Kabuğu’nda ise yine çok önemli hukuki uyarılarda bulundu. Cumhurbaşkanı seçilenin milletvekilliği Anayasa’nın 110.maddesine göre hemen düşüyor. Bu durumda, Abdullah Gül seçilirse, kendisini anında yargı önünde bulacak. Şimdi buna da “post modern zorlama” diye bakanlar olabilir, tıpkı 4 ay önceki açıklamasına baktıkları gibi. Ancak, üstün nitelikli bir hukukçu olan Kanadoğlu’nun açıklamalarına pek çok Anayasa Hukukçusu tam destek veriyor.”
Kanaltürk’te program yapan Cevizoğlu, türbanlı first lady istemeyenlerin buluştuğu Cumhuriyet Mitingleri’nin de ateşli bir savunucusuydu:
“Cumhurbaşkanlığı ile ilgili hafta sonu Cumhuriyet'in (ve Mustafa Kemal'in) başkenti Ankara'da tarihin en büyük mitingi yapıldı. Tandoğan alanını, Anıtkabir'i ve tüm çevre yolları dolduran yüzbinlerce (milyonu aşkın) Türk, "Çankaya'ya Mustafa Kemal ilkelerine –özde- bağlı biri gelsin" mesajı verdi. Ancak, "cumhurun" mesajı, "cumhurbaşkanı adayları" ve AKP tarafından algılanmadı ve algılanmak istenmiyor. Şimdi çıkıp diyorlar ki, "Başkası da çıkar daha büyük toplulukla miting yapar!.." İnatlaşmaya bakınız.. Toplumu germe çabalarına bakınız. İnatla cumhurbaşkanı olunur mu? Şimdi, "Biz de daha büyük miting yaparız" diyenlere sormak lazım: Saysanız kaç kişi gelir?.”
“Anayasa ve hukukun ne dediği tartışılırken, halkın ne dediği çok kesin ve net. Halk Abdullah Gül’ü Çankaya’da görmek istemiyor. Son Ceviz Kabuğu programında, her zamanki gibi bir izleyici anketi yaptık. İzleyicilerimize “Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı olmasını istiyor musunuz?” diye sorduk.Bir haber programında görülmemiş büyük bir rekor kırıldı ve 100 bine yakın (Tamamı 98 bin 262) oy geldi. Halkın yüzde 90’ı “Hayır” dedi. Cumhur’a rağmen, Cumhur’un başkanı olmanın mümkün olmadığı İstanbul Çağlayan merkezli mitingde de görülmedi mi?..
Milyonlarca insan ne dedi, duyan var mı?”
Sadece programları ve yazılarıyla bu başörtüsü karşıtı laiklik gösterilerine destek vermekle kalmamış, Manisa ve Samsun’daki Cumhuriyet Mitingleri’nde bizzat kürsüye çıkıp AK Parti iktidarı karşıtı, laik, ulusalcı ateşli konuşmalar da yapmıştı.
Ama bununla da yetinmemiş, mitinglerin bu rüzgarını arkasına alarak 22 Temmuz 2007 genel seçimlerinde Ankara birinci bölgeden bağımsız milletvekili adayı oldu:
“Biliyorsunuz, uzun yıllardır sizlerle birlikte büyük bir mücadele veriyorduk.Amaç, Mustafa Kemal Atatürk’ün ilkelerini yaşatmak ve ülkemizin sömürgeleşmesini engellemekti. Milyonlarca insanın toplandığı mitingler de bunun için yapılmıştı. Milyonlarca Türk, “tehlikenin farkındayız”, “gerekeni yapın” derken, bu mesajların parti genel başkanları tarafından anlaşılmadığını –esefle- gördüm.
Şimdi hepsi önünüze gelip, oy isteyecekler. Tüm partilerin genel başkanlarına açıkça sorunuz:
1- AB'ye kesin olarak karşı mısın, değil misin?
2- Erdoğan, Gül, Arınç dışında bir başka AKP’linin Cumhurbaşkanı olmasına 23 Temmuz’da evet diyecek misin, demeyecek misin?
3- Çankaya’ya türbanın çıkmasını istiyor musun, istemiyor musun?
4- PKK’nın bitirilmesi için kesin kararlı mısın, yoksa iki tane fazla milletvekili çıkarmak için bölücülüğü destekleyen kişilere sessizce evet diyecek misin?
Soruları daha da artırabiliriz. Ben bu soruların yanıtlarını, kendi kendime AKP dışındaki partilerin genel başkanlarına sordum. Vicdanımda aldığım yanıt –ne yazık ki- beni doyurmadı. Ülkem için üzüldüm. İşte bu yüzden bağımsız olarak milletvekilliğine aday oldum...”
Az farkla vekilliği kaybetti. ODTÜ yurtlarında ikinci çıktı.
Sonra gazeteciliğe ve siyasete birlikte devam etti.
Önce Ecevit’in istişare heyetinde girdi, sonra Ecevit’in ölümünden sonra Rahşan Ecevit’in kurduğu Demokratik Sol Halk Partisi’nin kurucu genel başkanı oldu.
Birkaç ay sonra istifa etti.
Cevizoğlu’nun o yıllarda büyük bir derdi vardı: Türban:
“Kur’an’ı Kerim’de başörtüsünün olduğu konusunda din bilimciler birleşemedi. “Hımar” sözcüğü, takva örtüsüdür, ya da cinsel organların örtülmesi anlamına gelir deyip, kanıt gösterenler var. Bu tartışma ilahiyatçılar arasında sürüp giderken, Yargıtay Onursal Cumhuriyet Başsavcısı Sabih Kanadoğlu, “Türbanın üniversitelerde serbest bırakılmasının, Cumhuriyet devrimlerini yok etme çalışması” olduğunu vurguluyor. Kanadoğlu, yapılacak anayasa değişikliğinin buna imkan veremeyeceğini de açıklıyor… Cumhuriyeti kuran Mustafa Kemal Atatürk, 1926’da, “din üzerinden siyaset yapmanın vatan hainliği olduğuna” ilişkin bir yasa çıkarmıştı. Bugün ise, “avantaj” olarak görülüyor!.”
Tvlere çıkardığı konuklarıyla İslam’da ve Kuran’da türban olmadığını ispatlamaya çalışıyor, başörtüsü yasakçılıklarını hararetle destekliyordu.
Bu konuda CHP’yi ve MHP’yi sert dille eleştiren yazılar yazdı:
“Kitleler meydanlarda “Çankaya’da türban istemiyoruz” diye slogan atarken, seçimlerden bir hafta önce, Deniz Baykal, “Cumhurbaşkanının eşi türbanlı olabilir” deyiverdi Şimdi ne diyor?.. “Üniversiteye türban giremez!..” Yani ona göre, Çankaya’ya girer ama üniversiteye giremez!.. Peki Devlet Bahçeli ne diyordu?: “AKP inanç hortumcusu” diyordu, “AKP siyasi terörist ve kundakçı” diyordu, “Erdoğan’ın son ümidi Barzani ve PKK” diyordu, “Ne çalarsanız yalnızca 11 gün çalacaksınız. Sonra hesap vermeye başlayacaksınız” diyordu. Sonra ne yaptı?.. AKP’li Abdullah Gül’ü Cumhurbaşkanı yaptı; şimdi de din üzerinden siyaset yapan AKP’nin “türbanın serbest olması” projesine en büyük –ve tek- desteği veriyor!..”
2008’de Meclis’e gelen başörtüsü düzenlemesinin kaos yaratacağını yazmıştı:
“Bazı politikacıların “siyasi hasat” toplamak için çıkardıklarını itiraf ettikleri “Türbana Özgürlük Yasası” ülkeyi ve üniversiteleri iyice gerdi. Politikacıların seçim kazanma uğruna gençleri birbirine düşürmesi doğru mu?..
“Türban eşittir kadın hakları” anlamına mı geliyor?.. Kaos yaratarak “Özgürlük” korunabilir mi?..
Milletvekili yeminindeki “toplumun huzurunu”sağlama ve “laik cumhuriyeti koruma” ilkesine uyuldu mu?..
Başbakan ve parti liderlerinin kavgacı üsluplu açıklamaları toplumu nereye götürüyor?..”
Sonra bu yasa yüzünden AK Parti’ye açılan kapatma davasını destekleyen programlar yaptı, yazılar yazdı.
AYM kapatma kararı vermeyince AYM’yi suçladı:
“İç ve dış baskılar oldu, Ergenekon adı verilen dava ortaya çıktı AB’nin içinden “kıytırık” olan ve olmayan birçok kişi işe karıştı... AKP’ye yakın olduğu söylenen Haşim Kılıç, davayı tek oylamada karara bağlamış olabilir! Peki diğer üyeler neden itiraz etmedi, onların böyle bir hakkı yok muydu?”
Baykal’ın çarşaf açılımına bile ateş püskürdü:
“Peki, CHP’nin Atatürk’ten kalan “Altı ok” unun içinde neler var? Laiklik ve devrimcilik var. Cumhuriyet’in temelinde kılık kıyafet devrimi de yok mu?..Var.
Öyleyse, Atatürk’ün partisinin başındaki Sayın Baykal’ın, “kara çarşaflı iki hanıma CHP rozetini takıp, partiye üye yapmasını” nasıl değerlendirmeli? Deniz Baykal, yerel seçim öncesi “kara çarşafla halk avcılığı” mı yaptığını sanıyor?.. Moda deyimle “kara çarşaflı PR” mı bu?.. Öyleyse avucunu yalar. Sayın Baykal’a kim akıl veriyorsa, bu görüntü ile kendi tabanını genişletip, “dev kararsızların” oyunu mu alacağını sanıyor?
Ne boş hayal!..”
Sonra 2010’da CHP’de genel başkan değişti.
Kılıçdaroğlu, 2011 seçimlerinde CHP’den aday adayı olan Cevizoğlu’nu aday göstermedi.
O da gidip tekrar bağımsız aday oldu. Ama geçen sefer aldığı oyun yarısını bile alamadı.
En ateşli AK Parti, çözüm süreci, açılım karşıtı oldu. Kürtçe TV’yi bile eleştirecek bir ulusalcılık seviyesine yükseldi.
Sonra 2015’de buna uygun olarak Vatan Partisi’nden aday oldu.
Sonra…
2016’dan sonra yavaş yavaş yerlilik ve millilik cephesinden iktidara yakın kanallarda görünür olmaya başladı.
CHP’yi yeterince Kemalist ve milli bulmayan muhalif olarak itibar gördü.
O kadar ki bugün İstanbul’un birinci bölgesinden AK Parti’nin altıncı sıra adayı.
En zor zamanlarında karşılarında olduğu başörtülü kadınların oylarıyla Meclis’e girmesi kesin.
Halbuki şu ana kadar geçmişine dair tek bir özeleştiri yapmadı.
AK Partili olup, Erdoğan’ı sorgusuz destekledikten sonra bütün geçmiş günahları affedildi, kimse de ondan samimiyetinden şüphe edilebilecek bir özeleştiri dahi istemedi.
Ona haklar otomatik olarak helal oldu.
Tıpkı AK Parti’nin İzmir’den yine kesin seçilecek sıradan aday gösterdiği gazeteci Şebnem Bursalı’ya helal olduğu gibi.
O da 28 Şubat döneminde laiklik ve irtica paranoyalarını manşetlerinden düşürmeyen Yeni Asır gazetesinin Ankara temsilcisiydi.
28 Şubatçıların DYP’den isimleri istifa ettirerek Refahyol yerine hükümet kurdurmaya çalıştıkları Yalım Erez’e çok yakın bir gazeteciydi.
Yeni Asır gazete arşivlerinde olmadığı ve Google’da da sıkı bir temizlik yapıldığı için bugün pek hatırlanmayan bazı 28 Şubat günleri haberlerinin başlıkları şöyle: “Kuran Üzerine Yemin Edip Dönenler”, “Menderes’ten Hoca’ya ‘Çekilin’ Mektubu”, “Askerlerin Görüştüğü DYP’li Bakanlar.”
27 Nisan döneminde de Cumhuriyet mitinglerine destek vermiş, sonra patronaj değişikliğiyle herhangi bir açıklama yapmadan ya da helallik istemeden iktidar cephesine geçivermişti.
Muhtemelen İzmir’deki seçim kampanyasında rakibi olan CHP’li adayları yeterince Atatürkçü ve CHP’li olmamakla suçlayacak ve bir ay sonra da Ayşe Böhürler ile birlikte Meclis’te AK Parti sıralarında oturacak.
Eğer başörtülülerin Meclis’e girmesini engellemekle ille de bir genel başkan ve zihniyeti suçlanacaksa herhalde ilk sırada DSP’nin genel başkanının gelmesi gerekir.
Çünkü 1999’da Merve Kavakçı’ya haddinin bildirilmesini isteyen DSP’nin genel başkanı, “dışarı dışarı” diye tempo tutanlar DSP’li milletvekilleriydi.
Eğer DSP Aydın’dan daha fazla milletvekili çıkarsaydı o tempo tutan milletvekillerinden biri de son genel başkanı Önder Aksakal olacaktı.
Nasip bugüneymiş.
Ne de olsa ondan da kimse DSP’nin bu tarihi hatası için bugüne kadar tek bir açıklama istemedi.
O da ne yanlış yaptık dedi, ne de helallik istedi.
Zaten her akşam bir tanesine çıktığı iktidara yakın kanallarda ondan istenen tek şey CHP’yi yeterince Atatürkçü ve ulusalcı olmamakla suçlaması…
Başörtülü avukatların baroya kabul edilmemesiyle ilgili de eğer birine haklar helal edilmeyecekse o kişi de Kılıçdaroğlu olmasa gerek.
Mesela yıllarca buna direnmiş eski Türkiye Barolar Birliği başkanı ve potansiyel CHP genel başkan adayı Metin Feyzioğlu’na bunun için haklar helal edilmeyebilir. Ona da kimse “yıllarca neden bu kadınları engelledin” diye sormadı. Yoksa Erdoğan onu Lefkoşe’ye büyükelçi olarak gönderir miydi?
Listeyi uzatmak mümkün.
28 Şubat yıllarında Rekabet Kurumu başkanı olarak kurumdaki dindar yöneticileri pasif görevlere atayan, 2007’de Hayrunisa Gül’e resmi görevlerde başını açmasını tavsiye eden eski CHP milletvekili Aydın Ayaydın’ın kızı da, babasının referansıyla İstanbul’dan AK Parti milletvekili oluyor.
Yine CHP’den yeterince laik ve Atatürkçü olmadığı için ayrılan, genç bir teğmen olarak AK Parti iktidarına karşı faaliyetler içinde bulunmuş, İzmir AK Parti milletvekili ve seçilecek sıradan adayı Mehmet Ali Çelebi’nin de önüne kimse böyle zor sınav kağıtları koymadı. CHP’nin Atatürk’ün yolundan saptığını söylerken, başörtüsü yasakları, 28 Şubat, 27 Nisan hakkında ne düşündüğünü kimse merak etmedi. Erdoğan’ı sorgusuz desteklemesi yetti.
Çünkü artık en büyük dava lidere sadakat. Haklar onlara tek bir sual sorulmadan otomatik olarak helal.
Kılıçdaroğlu’nun suçu ise bu CHP zihniyetiyle hesaplaşmak, başörtüsü yasakçılığının sembol isimlerini partiden tasfiye etmek, CHP’yi Hulki Cevizoğlu’nun, Mehmet Ali Çelebi’nin aday olamayacağı, Muharrem İnce’nin ayırılıp parti kurmak zorunda kalacağı bir parti haline getirmek, başörtüsü konusunda hata yaptık demek, muhafazakarlardan kapılarına kadar gidip helallik istemek oldu.
Böyle çetin işlere kalkışıp, seçimler öncesi kafa karıştırınca da, bunu yapan ilk CHP lideri olmasının tarihsel değeri, kendi mahallesine rağmen gösterdiği çaba bile bir takdiri hak etmedi.
Ona haklar otomatik olarak helal olmadı.