İngiliz yazar Michael Dobbs’un 1989 tarihli ‘House of Cards’ romanını çıkar çıkmaz okuduğumdan beri içimde ‘‘Keşke bizde de birileri siyasi hırsları akıl almaz boyutlara varanlarla ilgili gerilim romanları yazsa, birileri de onları ekrana aktarsa’’ hissi beni gıdıklayıp durur.
Dobbs’un üç ayrı kitap halinde kurguladığı romanında partisinin fazla önemli sayılmayacak koltuğunda oturan birinin ayak oyunlarıyla siyasi merdivenin en tepesine doğru yükselişi anlatılır.
Margaret Thatcher görevini bırakmıştır, Muhafazakar Parti onun yerine gelecek birini seçer. Seçilen kişi ilk seçimde başarılı olamayınca Francis Urquhart adlı hırsı aklından ileri politikacı tepeye yükselme planını sahneye koyar.
Daha sonraki iki romanda kraliyet sistemini ortadan kaldırıp kendisini seçilmiş kral haline getirmeye hazırlandığını görürüz Urquhart’ın…
Üçüncü roman Türkiye’yi de içine alacak karanlık işleri sergiler.
Her üç romanda çok sayıda kişinin Urquhart ve adamları tarafından ortadan kaldırıldığını, siyasette ayakta kalmak için çevrilen dolapların akçalı boyutlarının ‘‘Bu kadarı da olmaz’’ noktasına kadar vardığını okuruz.
BBC her üç romanı 1990’ların ilk yarısında çok usta sanatçıların canlandırdığı tiplerle kısa diziler halinde televizyona aktarmıştır.
[Dizide romanın sonu mecburen değiştirilir. Dizide kendisinin kirli işlerini fark etmiş ve yayınlamaya hazırlanan kadın gazeteci Parlamento binasının tepesinden aşağıya itilecek, buna intihar süsü verilecektir.]
Amerikalılar İngiliz siyasetini en aşırı boyutlarda işleyen Dobbs’un romanını adını da aynen koruyup bir TV dizisi olarak kendilerine uyarladı. Bizde de DigiTurk’de yayınlandığı günlerde epey ses getiren o dizide Frank Urquhart karakterini Kevin Spacey, en az kocası kadar hırslı ve gözü dönmüş eşini Robin Write canlandırmıştır.
İngilizlerin yine de sınırlı sayılabilecek politik hırslarının Amerikan siyasetine dizide yansıması çok daha vahşiydi.
Merak edenler bu dizilere Netflix’ten ulaşabilir.
Borgen’e de…
Danimarka dizisi Borgen’de, muhafazakar politikacıları ve onların çevresindeki dalaveraları işleyen House of Cards’dan farklı olarak, sol siyasetin sergilendiğini görürüz. Yükselişi anlatılan politik figür de kadın politikacıdır.
Dizinin -her biri on bölümden on sezon gösterimde kalmıştır- etkisi var mıdır, bilemem, ancak Borgen’e kadar Danimarka siyasetinde hiçbir kadın politikacının başbakanlığı söz konusu olamamışken, ondan sonra, yalnız Danimarka’da değil diğer İskandinav ülkelerinde de, kadın politikacılar en etkili koltuklara gelmeye başladılar.
Ben bunu dizinin başarısına bağlıyorum.
Televizyonlarda en çok izlenen gerilimli politik dizilerin İngiltere’den başlaması elbette tesadüf değil. Orada ‘Yes Minister’ ve ardından ‘Yes Prime Minister’ ile başlayan komedi ağırlıklı politik dizileri ‘The Thick of It’ adlı yarı komedi – yarı politik gerilim dizisi izlemişti. Francis Urquhart’lı dizi o çizgiyi izledi.
Tesadüf olmaması, Shakespeare gibi bütün dünyanın bildiği dahi yazarın 400 yıldan fazla süredir eserlerinin okunması ve oyunlarının sahnelenmesiyle ilgili; Shakespeare’in eserlerinin yarıdan fazlası saraylarda geçen ayak oyunlarını anlatır.
Günümüzün politik gerilim romanlarını ve onlardan üretilen filmler ve dizilerini Shakespeare’den esinlenmiş kabul edebiliriz.
Elbette günümüzde o yoldaki eserler artık fazla ağır bir dille yazılmıyor.
Robert Ludlum ABD’de, Frederick Forsyth da İngiltere’de politik ayak oyunlarına istihbarat boyutu da ekleyen romanlarla okur karşısına çıktılar.
Her ikisinin Türkçeye de çevrilmiş romanları büyük keyifle okunuyor.
Forsyth bir düzine roman yazdı, romanları hemen her dile çevrilerek 70 milyondan fazla satışa ulaştı.
Ludlum ise, 2001’de ölmesine rağmen, hayatında yazdığı çok sayıdaki gerilim yüklü uluslararası entrikalarla dolu romanlara ek olarak, günümüzde de adıyla romanların çıktığı bir kült şahsiyete dönüştü. Adıyla kurulmuş vakıf, onun çizgisinde yazılmış romanların Ludlum’un adıyla yayınına izin veriyor.
Gerilim romanları senaryolara, onlar da izlemesi keyifli filmlere dönüşüyor.
‘V for Vendetta’ mutlaka izlenmesi gereken öyle bir filmdir. ‘Z’, ’Parallax View’, ‘Ides of March’, ‘Conversation’, ’Mançuryalı Aday’, ‘Akbabanın Üç Günü’ de öyle…
Neden diziler, filmler ve romanlar üzerinde duruyorum?
Bunların yerlilerinin yazılıp oynanmasını arzuladığım için…
Romanlar ve genellikle onlardan beyaz perdeye ve ekrana aktarılan filmler ve diziler başka türlü anlatıldığında akla zarar türden gelebilecek konuları işliyorlar da ondan…
Nixon’u istifaya sürükleyen süreci Bob Woodward ve Carl Bernstein adlı iki Washington Post muhabiri getirdi; ancak o günlerde yaşananları, dünya, ‘All the President’s Men’ (‘Başkanın Bütün Adamları’) adlı filmden öğrendi.
Görmek okumaktan daha etkili de ondan…
Bizde öyle romanlar neden yazılmaz, diziler neden yapılmaz?
Acaba siyasetin kendisi romana veya ekrana yansıdığında inanılmayacak tarzda ve bol gerilim içerdiğinden olabilir mi?
Sedat Peker etrafında gelişen son ifşaatlar bana bu hissi veriyor da…