Resmi rakamlara göre, ülkede siyasi partilerin sayısı 116’dır. Avrupa’nın ve Ortadoğu’nun hiçbir ülkesinde bu kadar siyasi parti yoktur. Politikayı amaç edinmek, politika için politika yapmak, politika uğruna her şeyi mubah görmek, kötü politikacıların ve maceracıların işidir.
Birçok kurum gibi Türkiye’de parti, Büyük Fransız İnkılabı’ndan (1789) aşağı yukarı bir asır sonra Tanzimat Hareket’iyle zeminini bulur ve faaliyete geçer. Sultan Abdülaziz Devri’nde “Genç Osmanlılar”ın Tanzimat ve Islahat Fermanları döneminde sayıları giderek artan bu cemiyet, “Batı tarzında eğitim veren kurumlar”dan yetiştirdiği bu Osmanlı aydınları (!), Batı fikirlerinden ve özellikle Fransız düşüncesinden önemli ölçüde etkilenirler. Derinlemesine bir felsefî gelenek oluşturmasa da, Osmanlı aydınları 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren “hürriyet, adalet, eşitlik, toplumsal dayanışma ve parlamento” gibi kavramları, fikir kategorileri arasına yerleştirmeye başlamayı kutsal bir görev saydılar.
Ali Suavi, Namık Kemal ve Ziya Paşa gibi o devrin aydınlarının içinde yer aldığı bu cemiyet/parti, bir hücrecik halinde protoplazmalaşır. Necip Fazıl’a göre: “Batıdan sıçrama, frengi gibi bir mikroptur bu particilik girişim ve düşüncesi… Öyle bir mikrop ki, memleketin iç durumunu, kendi içinden fışkırma, kendi öz nefis muhasebesine dayalı bir vicdan tepkisiyle düzeltmek ve asli cevherine döndürmek ceht ve çabası yerine, dışarının ve Osmanlıya düşman dünyanın bu hale bakışını, güya deva ve yol gösterişini amaç edinecek, böylece ülkeyi temelden sarsmak ve boşluğa düşürmek gayretini, bir kukla bilinçsizliği içinde temsil eder.”
1876’da, bir saray darbesi sonucu Sultan Abdülaziz’in tahttan uzaklaştırılması sonucu, Meşrutiyet yanlısı V. Murat Padişah olur. Daha önce Yurt dışına kaçmış ve oralarda faaliyetlerini sürdüren Meşrutiyet yanlısı Aydınlar ile Osmanlı yüksek bürokrasisi arasındaki yakınlaşma sonucunda, aydınların önemli bir bölümü ülkeye dönmeyi tercih ederler. Bir “Kanun-ı Esasi Encümeni” kurulur. Asabi, hükümdarlık yapacak kadar güçlü olmayan V. Murat tahttan ayrılır veya indirilir ve yerine meşrutiyeti ilân edeceğini söz veren II. Abdülhamit geçer.
Hazırlanan Anayasa 23 Aralık 1876’da ilân edilir ve ilk Osmanlı Parlamentosu 1877 yılının ilk aylarında toplanır. 1876’da Osmanlı Devleti’nin pek çok bölgesinden İstanbul’a gelen “mebuslar”, birbirlerinin farklılıklarını ilk defa bu parlamentoda gayet açık olarak görürler. Zaten bu ilk “meşrutiyet” de pek uzun ömürlü olmaz. 1877 yılında Rusya ile patlak veren savaş, Osmanlı ordusunun ağır mağlubiyeti ve Ayastefanos Antlaşması ile son bulunca, Padişah II. Abdülhamit, savaş kışkırtıcılığıyla suçladığı meclisi tatil eder ve Kanun-ı Esasi’yi askıya alır. 1878’den 1908’e kadar devam edecek olan kendi kişisel egemenliğine dayalı bir yönetim oluşturur.
Öte yandan, hükümdarın kurduğu katı ve baskıcı yönetim, içeride birleşik bir aydın(!) muhalefetini yaygın hale getirir. 1890’lı yıllardan başlayarak, önce Askeri Tıbbiye’de kurulan veya oluşturulan “Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti”, bu muhalefet hareketinin odağı haline gelir. Adeta kendi ayağına kurşun sıkan II. Abdülhamit, aydınlar üzerinde katı bir denetimin oluşturulduğu bu dönemde, teba’asının, yani vatandaşının henüz meşrutî idareyi uygulayabilecek eğitim düzeyinde olmadığını ileri sürerek, bu düşüncesiyle örtüşen bir eğitim reformu yapmak ister. Onun döneminde, ilköğrenimin yurt sathında yaygınlaştırılması yoluna gidilir, yükseköğrenimle ilköğrenim arasındaki kopuklukları gidermek üzere ortaöğretim kurumları faaliyete geçirilir ve bu alanda önemli mesafeler alınır. Tanzimat’ın, İstanbul ve Rumeli’nin bazı büyük şehirleri dışına çıkamayan Islahat Hareketi, II. Abdülhamit döneminde kısmen yaygın hale getirilmeye çalışılır. Yeni açılan okulların öğretmen ihtiyacını karşılamak üzere “Muallim ve Muallime mektepleri” kurularak faaliyete geçirilir. Sultan’ı açtığı bu mekteplerden yetişenler, onu tahttan indirecek ve bu büyük ülke, Şairin:
“Feylesofâne bakınca safahat-i dehre
Aklıma vak’a-yi Habil ile Kabil gelir
Anılınca İttihad’ın o mübarek nâmı
Aklıma bir sürü katil gelir “
Dediği İttihat ve Terakki Partisi üyelerine teslim edilir. Particilik, belki de insan ruhunda olan bir özellik… Habil’le Kabil kompleksi… Eski Roma’da particiliğin neler doğurduğu ve nelere mal olduğu hemen hemen birçok insan tarafından bilinmektedir.
İslam toplumunda da ilk ve temelli mutsuzluk, particilikle başlamış ve yaşadığımız güne kadar da hep sürüp gitmiştir. Bizans ve Osmanlı tarihlerinde, adı konmamış olsa da particiliğin, ne tür sıkıntılara, ihtilallere, anarşiye, teröre ve nice olumsuz tepkilere yol açtığına dair fazlasıyla ayrıntılar bulunmaktadır.
İttihat ve Terakki’nin yüzeysel çeyrek münevver elinde Koca İmparatorluğun iç ve dış temelinden yıkmaktaki başarısına, maddede ve ruhta batırışına karşılık, kimsenin gıkı bile çıkmaz ve böylece Parti yoluyla bizi içimizden çürümeğe sürükleyici Batı Dünyasının sinsi planları gerçekleşmiş olur ve bugüne kadar da sürüp gitmiştir hep. Böylece “Genç Osmanlılar”ca temelleri atılıp “İttihat ve Terakki”de meyvesini veren, Necip Fazıl’ın deyimiyle bu: “Zakkum Tohumu”na bağlı ne kadar parti varsa tümü bu partiden –ikisi müstesna, bunlar da Yüce Diriliş Partisi (YÜCEDİRİ-P) ve Halkların Demokrat Partisi (HDP)’tir,- İttihat ve Terakki Partisi’nden doğmuş, onun zihniyet ve felsefesini yaşatmaya çalışmışlardır.
Ülkede parti zorunludur, ama particilik ve insanları kamplara bölen bir zihniyet ve davranış, asla tasvip edilemez ve kişilerin de bundan sakınması gerekir. Particiliğin aşırı ve taraf tutucu haliyle kınanması ve kaçınılması gereken, toplumun barış, refah ve mutluluğunu zehirleyen bir hastalık olduğu kuşkusuzdur. Çünkü partinin bir amaç değil, bir araç olduğu unutulmamalıdır. Bunun, devletçe ve liderlerce halka hatırlatılmasında ve öğretilmesinde sayısız yararları vardır elbette… Ama nasıl ve nerede!… (SÜRECEK)
Kaynak: Farklı Bakış