“Yazar olarak gerçekleri görmeye çalışanları, sille tokat kör etmeye çalışmaları, kim bilir,onları da kendilerine benzetmek hırsından doğuyor belki…”
12 Mart 1971 tarihinde askerî darbe kapıyı çalar.
12 Mart Muhtırası, Türk Silahlı Kuvvetleri'nin, Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç, Kara Kuvvetleri komutanı Faruk Gürler, Deniz Kuvvetleri komutanı Celal Eyiceoğlu ve Hava Kuvvetleri komutanı Muhsin Batur'un imzasıyla Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay'a bir muhtıra vererek hükmeti istifaya zorladığı askerî müdahaledir.
Türkiye Cumhuriyeti tarihinde meydana gelen dördüncü; başarılı olmuş ikinci; ve emir-komuta zinciri içerisinde yapılmış ilk askerî darbe eylemidir.
Süleyman Demirel 12 Mart Muhtırası verilince istifa eder.
***
1965 ila 1971 arasındaki Demirel’li yıllarda basının durumunu daha da iyi anlatabilmek için özel dünyamda da bana hâlâ dehşet veren tarihsel bir rezaleti hatırlatmak istiyorum.
Adalet Partisi grubu, 19 şubat 1968 gecesi İçişleri Bakanlığı bütçesi görüşülürken dönemin Bakanı Faruk Sükan’ın kışkırtmalarıyla Türkiye İşçi Partisi milletvekili olan babamı linç etmeye kalkışmıştı.
Siyasal barbarlığın da sınırı yok bu topraklarda…
Daha yeni Kemal Kılıçdaroğlu’nu da benzeri bir tertibin kurbanı yapmak istemediler mi?
***
Babam Çetin Altan 1965-1969 yıllarındaki milletvekilliği anılarını Devrim gazetesinde haftada bir yazdığı yazılarla tefrika etmiş, epey uzun bir zaman sonra da bunları Ben Milletvekili İken başlığıyla kitap hâline getirmişti..
‘Epey uzun bir zaman sonra’ çünkü sola karşı balyoz harekâtı olarak ortaya çıkan 12 Mart 1971 askerî darbesi babamı da tutuklamıştı…
Demirel’in iktidarında Meclis’te linç tertibi, askerî darbe döneminde tutuklanma, manevi işkence,2.5 yıl hapis…
Dönemler değişiyor ama yazar ve yazı düşmanlığı değişmiyor.
Yazı ve yazar düşmanı bir virüsün her daim yaşadığı ülke.
***
Ben Milletvekili İken adlı kitabın son bölümünün başlığı ‘Linç Olayı’dır:
Bu yazı dizisinin Devrim dergisinde çıkan son yazısının son satırını dudaklarımda buruk bir gülücükle bir kez daha okudum:
‘Buna karşı verdiğimiz cevapla da yine bir kızılca kıyamet koptu Meclis’te. Onu da haftaya yazacağız.’
Ama yazamamıştık işte.
Önce beni tutuklamışlardı.
Sonra da Devrim dergisi kapatılmıştı.
Az çok havasını yansıtmaya çalıştığım bir mücadele döneminin anlatımı sona ermeden bir garip sürprizle kesintiye uğramıştı.
***
Kitabı bitirirken de şöyle yazar Çetin Altan:
O gece sırtımdaki gömlekteki tekmelerin ayak izleri kaç kez yıkandığı hâlde çıkmadı. Ve bir süre morarmış vücudumla göğüs kemiklerim sızlayıp durdu. En çok da Anayasa ve Adalet komisyonunun AP’li üyeleri gelip vurmuş, çiğnemiş, tekmelemişlerdi.
Sağ gözümün görme yeteneği yüzde 50 oranında kayboldu.Doktorlar ‘makula dejenerasyonu’ diyorlar.
Bazıları bunun bir darbe sonucu olduğu iddiasındalar…
Bilmiyorum milletvekilliğinden kalma o geceyle ilgili ömür boyu sürecek bir yadigar mı bu…
Politikacıların gözlerinin gerçekleri bir türlü görmediği kanısı yaygındır.
Yazar olarak gerçekleri görmeye çalışanları, sille tokat kör etmeye çalışmaları, kim bilir,onları da kendilerine benzetmek hırsından doğuyor belki…
***
Basın Tarihi için arşiv taraması yaparken, babamın Milliyet gazetesinde ‘Eski bir linç olayı ve Nermin Neftçi’ başlıklı yazısına rastladım.
Yoğun sıcaklarla ortalığın kavrulduğu bir ağustos ikindisinde, Beykoz'daki Abraham Paşa Korusu'na gitmek ve eski bir dost olan Ercüment Bey'in, yüz yılı aşkın çınarlarla, ıhlamurlarla gölgelenmiş, esintili bir serinlikteki lokanta bahçesinde; yoğun ağaç yaprakları arasından, vazgeçilmez bir sevgili yüzü gibi yer yer görünen Boğaz'ın masmavi sularına da, arada sırada dalarak köpüklü light bir bira içmek...
***
Türkiye, 21. yüzyılın başında da, yine tam bir dönemeç noktasında…
Irak'a asker göndermek, yahut göndermemek... Tam bir dönemeç noktası işte.
Gitgide beter olacağa benzeyen Ortadoğu bataklığına, tepetaklak dalmakla; bataklığın, gitgide Başkan Bush politikasının da ateşini yükseltmeye başlayan sıtmasından korunma konusunda, daha değişik önlemler almaya çalışmak…
Soğuk Savaş yıllarının beylik sloganlarına yumulup, Pentagon'un şefliğindeki Washington operasında uzakta bir tenor olmaya sıvanarak, 20. yüzyılı da ıskalamanın bedelleri; tuhaf bir umacı görünümünde başladı kıpırdamaya ufuklarda…
Irak'a asker göndermek, yahut göndermemek tartışmaları…
***
21. yüzyıl, artık bizim kuşağın yüzyılı değil... Beykoz'daki Abraham Paşa Korusu'nda, yüzyılı aşkın ağaçların gölgesinde; Boğaz'ın, yeşil yapraklar arasından yer yer görünen uzaktaki masmavi sularına bakarak köpüklü light bir bira içmek...
***
CHP'nin eski milletvekili ve bakanı Nermin Neftçi de, Bodrum plajlarında yüzerken ölüvermiş denizde; 79 yaşında...
1967 - 68 arasında, Meclis'te İçişleri Bakanlığı bütçesi görüşülürken; Süleyman Bey'in adamları, tam bir linç tablosunda saldırmıştı üstüme. İki sıranın arasına düşmüş ve başımı bir sıranın altına sokup saklamaya çalışmıştım. Tekmeler yağıyordu üstüme. Derken, Süleyman Bey'in silahşörlerinden; Meclis'e de, üstünde tam 22 değişik silahla geldiğini, o zamanki gazetelerde ilan eden Hamido, yaklaşmış ve tabancasını çekerek üstüme doğrultmuştu.
Rahmetli Yunus Koçak, bir anda üstüme boylu boyunca uzanıp, beni kapatmıştı. Ve Hamido, tabancasının kabzasıyla Yunus'un kafasına vurmaya başlamıştı. Yunus'un başı yarılmıştı, kanlar akıyordu yelere...
Tam o sırada Nermin Neftçi bir çığlık atmıştı:
- Adam öldürüyorlar.
Bu çığlık ve kan, ortalığı biraz durultmuştu.
İçişleri Bakanlığı'nın bütçesi görüşüldüğü için, bütün güvenlik ve kolluk kuvveti örgütlerinin yöneticileri, Meclis'in localarında ve özel yerlerindeydiler.
Emniyet Genel Müdür Yardımcısı, kalp krizi geçiriyordu.
***
Beykoz'da Abraham Paşa Korusu... Bir anlamda hayatımı kurtarmış olan Nermin Neftçi de, ayrılıvermiş hayattan.
Genç kuşaklar, 20. yüzyıldan arta kalmış ne tür tortular ve ne tür taze hipnozlar içinde geçecekler yeni yüzyılın ilk yarısını, kimbilir?
İstanbul'la derinliğine ilgilenen, beyinsel merakı gelişmiş kaç değer çıkacak aralarından, kimbilir?
Ve kimbilir ne olacak İstanbul, beklenip duran o ürkütücü depremden sonra?
***
İstanbul doğru dürüst ne kadar incelendi ki?
İstanbul üstüne yazılmış evrensel yapıtların çevirileriyle de donatılmış olan, Çelik Gülersoy'un "İstanbul kitaplığı"yla da; kendisinin ölümünden sonra pek ilgilenen olmadı galiba...
Yaşadığı tarihsel ve evrensel, dünyanın en güzel kentiyle bir türlü yeterince bütünleşemeden yaşamak, yahut yaşamaya çalışmak o kentte, yani İstanbul'da...
Yusuf Ziya Ortaç:
- İstanbul'da tabiattan olan ne varsa "ulvi"; insandan olan ne varsa "süfli", derdi...
Siz ne diyorsunuz, haklı mıydı acaba?
***
Hiç incelenmemiş ne kadar da çok konu var İstanbul'da. Örneğin, son 40 yılda yapılmış yeni camilerin yerleri, üslupları, maliyetleri vs...
Örneğin, son yüzyılda İstanbul'un Şehir Hatları vapurlarında kaptanlık etmişlerin yaşam öyküleri...
Örneğin, Nedim gibi, Şinasi gibi, Mimar Kemal gibi tarihsel kişilerin mezarlarının, hangi mezarlıklarda nasıl kaybolup gittiği gibi...
***
Bir ağustos ikindisinde, Beykoz'da Abraham Paşa Korusu'nda, light bir bira içmek köpüklü...
Ve artık kimsenin hatırlamadığı Edip Ayel'den iki mısra mırıldanmak:
Bir gün gömecekler beni şehrin varoşunda;
Boş geçti ömür, kaç günümüz kaldı ki şunda...
***
Yazının tarihini söylemeye unuttum, 23 Ağustos 2003.
P24 Blog