Bugünkü İslami düzen ile alakalı ileri sürdüğümüz tezimizin birinde, dünyadaki bütün Müslümanların ve Müslüman toplulukların bir araya getirilmesi hususunda İslami düzenin doğal eğilimine değinmiştik. Bugünkü şartlarda bu eğilim Fas'tan Endonezya'ya, tropik Afrika'dan Orta Asya'ya kadar büyük İslam federasyonunun kurulması için bir mücadeledir.
Bu vizyonun dile getirilmesinin, ortamımızda bulunan ve kendilerini realist diye isimlendiren veya öyle zanneden birçok insanı sinirlendirdiğinin çok iyi farkındayız ve bu sebepten dolayı biz bu hedefi daha da sesli vurguluyoruz. Müslüman halkları pasif duruma sokan ve hiçbir çaba ve umuda yer bırakmayan bu "realizm"i yok sayıyoruz. Kaynağı dünyanın güçlülerine karşı bir aşağılılık duygusu ve ona karşı saygı olan o realizm, aslında hakimlerin hakim olarak, ırgatların ise ırgat olarak kalmaları demektir. Ancak tarih sadece sürekli değişimin hikayesi değil, aynı zamanda imkansız ve beklenmeyenin devamlı gerçekleşmesinin hikayesidir. Çağdaş dünyanın hemen hemen bütün hakikati elli sene öncesinde imkansız görülmekteydi.
Açık olarak iki realizm mevcuttur: Bizim ile zayıf ve dar ruhlularımızın. Bize göre, ortak sorunları çözmek için Müslümanların, aralarında çeşitli birlik formlarını gerçekleştirme ve yavaş yavaş önemli alanlarda birlikte ve koordineli olarak faaliyet göstermek maksadıyla belli ekonomik, kültürel ve siyasi, milliyet üstü bazı kurumların yaratılmasından, daha doğal dolayısıyla da daha realist bir şey yoktur. Bizim "realistlere" (zayıflarımıza olarak oku) bu fikir gerçekçi görünmüyor. Onlar mevcut durumu uygun görmektedirler ki bizim realizm anlayışımıza göre bu fikir sun'i hatta saçma bir örnektir. Mesela bizim için bir arap halkın on üç devlet birliğine parçalanmış olması, birçok önemli dünya meselesi hususunda Müslüman ülkelerin karşıt taraflarda bulunmaları, Müslüman Mısır'ın Etiyopya veya Keşmir Müslümanlarının acılan ile ilgilenmemesi, Arap ülkelerinin İsrail ile yaşadıkları en sert cepheleşme esnasında Müslüman İran'ın saldırgan ile dostluk ilişkilerinde bulunması v.s. (Bu tespitlerin 1968'li yıllarda yapılmış olduğu hatırlanmalıdır. (R.A) kabul edilemez ve gerçekçilik değildir. Yani eğer gerçekçi olmayan bir şey varsa o Müslümanların ittifakı değil, bu birliğin yokluğu ve bugünkü parçalanmışlık ve anlaşmazlık halidir.
Doğal veya tarihi kurallara aykırı olmamak kaydıyla, insanların ortak irade ve çalışmaları sonucunda gerçekleşmeyecek tarihi hedef yoktur. İnanılan ve onun için çaba sarfedilen ütopya, ütopya olmaktan çıkar. Bizim zayıflarımız ise ne inanmak ne de çalışmak isterler ve onların aşağılayıcı realizminin açıklamasını burada aramak gerekir. Müslümanların ittifakının gerçekleşemeyecek bir rüya olduğunu söyledikleri zaman, aslında onlar sadece hissettikleri güçsüzlüklerini ifade etmektedirler. O imkansızlık dünyada değil, onların kalplerindedir. Müslümanların ittifakı hakkındaki fikir, kimsenin keşfi veya şu ya da bu ideolog ve reformcunun güzel arzusu değildir. Onu bizzat Kur' an-ı Kerim meşhur "Müslümanlar ancak kardeştir" tespiti ile temellendirmiş ve İslam bunu, ortak oruç, tek manevi merkez olarak Mekke ve Kabe'ye hac vasıtasıyla sürekli olarak devam ettirip yenilenmesini sağlamıştır. Böylece bütün Müslüman dünyasında devamlı ve aynı unsurları olan duyguyu yaratmıştır. Uzakta yaşayan bir Müslüman halkın felaketi esnasında sıradan insanlar arasına karışan herhangi biri, aralarında bulunan dayanışma ve taziye duygularının gücüne şahit olurdu.
Nasıl oluyor da, kitleler arasında kuşku bırakmayacak şekilde mevcut olan "halk panislamizmi", günlük hayat ve Müslüman ülkelerin siyasetine önemli etki yapamıyor? Neden o sadece duygu olarak kalmakta ve ortak kaderin hakiki şuuru haline yükselmemektedir? Filistin, Kırım, Doğu Türkistan, Keşmir veya Etiyopya'daki Müslümanların felaketi (trajedisi) hakkındaki haberler her yerde ortak kınama ve üzüntüye sebep oldukları halde, aynı zamanda eylemin eksik kalması veya yapılsa dahi, eylemin duygularla orantısız bir şekilde gerçekleşmesini nasıl açıklamalı?
Bu sorunun cevabı, sıradan halkın ümmetçi duygularına karşın, batıda veya onun etkisinde eğitim görmüş yönetici kesimlerin şuurlu faaliyetlerinin Panislamİst değil, ırkçı olmasındandır. Müslüman halkların içgüdüsü ve şuuru parçalanmış ve birbirine karşıt idi ve bu durumda her önemli eylem imkansız idi ve imkansız olacaktır.
Bu bakımdan çağdaş Panislamizm, olmak istediğimizi arzulamak ve olmadığımızı ret etmek için, ilk evvela duygu ile şuurun uyumlu hale getirilme çabasıdır. Bu hal, bugünkü Müslüman dünyasının milliyetçiliğinin karakter ve kaderini belirler.
Dünyanın her yerinde milliyetçilik, halkın eğilimlerini (müzik, folklor ve özellikle de dil) vurguladığı için geniş bir halk hareketi özelliğine sahip iken, İslam ülkelerinde kural olarak milliyetçiliğin zayıf bir ifadesi, hatta bir çeşit halk karşıtı, milliyetsiz milliyetçiliğine rastlanmaktadır. Bu tespitin açıklanmasını bir taraftan halkın duygularında Panislamizm'in hakim olmasında, diğer taraftan burada milliyetçiliğin İslam yerine düşünülmüş bir şey olması ve böylece baştan beri anti İslam hareketi vasfı taşımasında aramalıdır. Geçmiş ve halkın gelenekleri ile doğal çatışma içinde bulunarak -çünkü bu gelenekler her zaman ve sadece İslami' dir- birçok Müslüman ülkesindeki milliyetçi hareketler, kendilerinden önce kolonyal güçlerin yaptıkları gibi, kendilerini bir çeşit Denasyonalizm hareketi içinde buldular. Bazı Arap ülkelerindeki Arap dilinin durumu -en azından milliyetçi bürokrasi bakımından- İngiliz-Fransız işgali esnasındakinden daha iyi değildir. Bu manada bir şey yapılıyorsa da bu gerçek heyecan olmadan yapılıyor veya bu çalışma halkına yabancılaşmamış olan güçlerin çabalarıdır (karşılaştır: İsrail' de Yahudiler hemen hemen unutulmuş olan İbraniceyi kullanıma soktular). Arapçaya olan bu tavrın sebebi basittir: Bir Kur’an ve İslam medeniyetinin dili olarak Arapça, Arapların, Arap yanlılarının ve genelde milliyetçi duyguların enstrümanı olmaktan çok daha fazla İslami duyguların enstrümanıydı. Milliyetçilik taraftarları bu tespiti doğru olarak fark ettiler (veya daha çok içgüdüsel olarak hissediyorlar) ve benzeri olmayan bir çıkış bulmaktadırlar: Onlar ve onların bürokrasisi eski işgalcilerin dili ile konuşmaktadırlar(!). Müslüman dünyasında İslamsız bir vatanperverlik yoktur.
Bu değerlendirmeler ayrıca özel bir biçimde Müslüman dünyasındaki milliyetçi fikirlerin kökeni itibarıyla da gayr-ı İslami olduğu tespitini ortaya koymaktadır. Bu durum Orta Doğuda, milliyetçiliğin öncüleri olan Suriye entelektüelleri ( daha evvel Suriye Protestan Kolejinde) ile Hıristiyan Lübnanlıların Amerikan Enstitüsü ve Beyrut Aziz Üniversitesi'nde eğitim gördükleri tespitiyle, en bariz bir biçimde karşımıza çıkmaktadır. Endonezya'da Sukarno'nun "pança şila"ların, bazı arap ülkelerindeki BAAS partisinin (özellikle de onun bazı fraksiyonları) ve Müslüman dünyasındaki bir yığın milliyetçi ve "devrimci" grupların manevi ve tarihi kökenleri araştırıldığında bu tespit teyit edilecektir. Panislamizm her zaman Müslüman halkların kalplerinden kaynaklanmış, milliyetçilik ise daima ithal malı olmuştur.
Yani Müslüman halkların milliyetçilik "yetenekleri" yoktur. Bu tespit dolayısıyla acı duymaları gerekir mi?
Manevi birlik prensibinin ırk prensibinden üstün olduğunu bir anlık için unutmuş olsak bile, bu mesajı yazdığımız zaman itibarıyla, halklarımıza bu "yeteneğe" sahip olmamaları (benimsememeleri) için tavsiyede bulunmak mecburiyetindeyiz. Asırlarca milli birlik içinde yaşayan halklardan bile, daha geniş bir zemin üzerine birleşmeyi mümkün kılan, yavaş yavaş birlikte yaşamanın yeni formlarına alışmaları, gelecek talep etmektedir. Bugünkü Fransa ve Almanya'nın basiretli insanları kendi vatandaşlarına, kendilerini Alman veya Fransız'dan çok, Avrupalı hissetmelerini tavsiye etmektedirler. Avrupa Ekonomik Topluluğu'nun kurulması -ilk bakışta kabul edilemez bulunsa bile- XX. asırdaki Avrupa tarihinin en yapıcı hadisesidir. Bu milliyet üstü yapının kurulması Avrupa halklarının milliyetçiliğe karşı ilk ve hakiki galibiyetidir. Küçük ve hatta orta büyüklükteki milletler için bile milliyetçilik, aşırı pahalı, lüks olmaya başladı.
Çağdaş dünya, bir manada tarihte benzeri görülmemiş bir gelişimin önünde bulunmaktadır. İnanılmaz pahalı olan eğitim, araştırma, tarım, sanayi, savunma v.d. programlarıyla, bu gelişim şimdiye kadar görülmemiş ve tahmin edilemez büyüklükteki insan toplulukları ve kaynaklarının bir araya getirilmesini gerektirmekte ve bu durum objektif olarak sadece büyük milletlere, ya da daha doğrusu milletler birliklerine şans tanımaktadır. Şu anda dünyaya hakim olan iki birlik vardır -Amerikan ve Sovyet - ve sahneye çıkma hazırlığı içinde olan üçüncüsü -Avrupa- oluşma sürecindedir. 200 milyon insanın birliğini ve 200 milyar dolar milli geliri sağlayamayan millet -ki bu rakamlar sürekli yukarı çıkmaktadır- bu harekete adım uyduramaz ve kendine biçilmiş alt olma durumuyla yetinmek zorunda kalacaktır. O, bırakın başkalarını, kendini bile idare edemez. Gelişme derecesi artık en önemli etken olmamaya başlar. Onun yerini bu kesin büyüklükler alır. Çin, gelişmişlik itibarıyla Fransa veya İngiltere'nin çok gerisinde bulunmaktadır, ancak sahip olduğu muazzam insan ve kaynak sayesinde, devam eden yarış içinde açık bir üstünlük göstermektedir. Bu durum, gelişmiş olmayan fakat büyük olan Müslüman dünyası için bir şanstır.
Müslümanları acil olarak güç birliği ve beraberlik içinde olmalarına davet eden başka bir şey daha vardır.
Her geçen gün yüksek ve hızlı artış içinde olan nüfus, Müslüman ülkelerinin sanayi ve kültürel geri kalmışlığını daha da derinleştirmektedir. İki Müslüman ülke –Mısır ve Pakistan- şu anda nüfusu en hızlı artış gösteren dünyanın ilk iki ülkesidir. Bazı hesaplara göre her yıl 20 milyon Müslüman dünyaya gelmekte ve artış bu hızla devam ettiği taktirde, Müslüman dünyasının nüfusu, bulundukları sınırlar içinde XX. asrın sonuna kadar iki katına ulaşacaktır. Doğumu bekleyen bu kadar milyon insanı kabul etmemiz, doyurmamız, eğitmemiz ve onlara iş sahası yaratmamız mümkün müdür? Aynı hızda olacak bir ekonomik ve toplumsal gelişme takip edilmezse eğer, bu dramatik, demografik gelişme tehlike ve belirsizliklerle doludur. Geçmiş 20 sene içinde bu "demografik enflasyon" üretimin tüm artışını kendi içine (apsorbe) çekmekteydi ki şu anda birçok İslam ülkesindeki milli gelir 20 sene öncesinden daha düşük seviyededir. Böylece nüfus artışının birleşmiş Müslüman dünyasının güç etkeni olması yerine, parçalanmış Müslüman ülkeleri için kriz ve acı kaynağı olmaya başlamıştır.
Müslüman ülkelerin her birinin ayrı ayrı bu problemlerle baş etmelerinin mümkün olmadığı açıktır. Bu durumla karşı karşıya gelmek ve aynı zamanda kaybedilmiş on yılların geri kalmışlık ve durgunluğunu telafi etmek için ancak ve ancak yeni nitelik olan birlik vasıtasıyla yapabiliriz. Arapların, Türklerin, Farslıların veya Pakistanlıların tek başlarına çözüm getiremediklerini, Müslümanlar ortak ve koordineli bir çabayla çözebilirler.
Her Müslüman ülkenin kendi özgürlüğü ve refahını inşa edebilmesi ancak bütün Müslümanların refah ve özgürlüğünü inşa etmekle mümkündür. Fakirlik denizinde iki zengin ada olan Kuveyt ve Libya'nın ayakta kalmaları mümkün değildir. Eğer İslami dayanışma içinde bulunmazlar ve komşu Müslüman ülkelere yardımcı olmazlar ve bencilliği rehber edinirlerse, bu durum diğer ülkeleri de benzer davranışa sevk etmez mi? Ve bu, düşmanların arzuladıkları kargaşa ve nefret durumuna götürür. Zengin Müslüman ülkelerin İslami görevlerini yerine getirirken onların en yüksek menfaatlerinin gerektirdiğini yapmış olurlar.
Her Müslüman ülkenin önünde bulunan alternatif açıktır, Ya diğer Müslüman ülkelerle birlik içinde ayakta kalmayı, ilerlemeyi ve her meseleyle başa çıkacak gücü garanti edecekler veya her geçen gün içinde daha fazla gerileyecek ve zengin yabancılara bağımlılık içine düşeceklerdir. Çağdaş tarihi an bu birlikteliğe yeni bir boyut kazandırmaktadır: O artık idealist ve vizyoncuların sadece güzel arzusu değildir; birliktelik olmazsa olmaz bir kaçınılmazlıktır, ihtiyaç hayatta kalma kanunu ve bugünkü dünyada şeref ve onurun şartı olmuştur. Herhangi bir sebep veya dürtüden dolayı şimdiki parçalanmışlığını savunan kimseler pratikte düşman tarafındadırlar.
Müslüman kitlelerin panislamist içgüdüsü bu tarihi emrin durumuyla mükemmel bir biçimde uyuşmaktadır. Burada da ilericiler, kendi milliyetçilikleri dolayısıyla hiçbir şey göremeyen kimselerdir.
Devam Edecek..
4. Bölüm İçin Tıklayınız:
http://hertaraf.com/haber-islami-duzen--aliya-izzetbegovic--islam-deklarasyonu-3939
Üçüncü Bölüm İçin Tıklayınız:
2. Bölüm için tıklayınız:
http://hertaraf.com/haber-bizim-zamanimizda-islam-duzeni-2-aliya-izzetbegovic-3854
İlk Bölüm İçin Aşağıdaki Linki Tıklayınız
http://hertaraf.com/haber-bizim-zamanimizda-islam-duzeni--aliya-izzetbegovic-3574
(*)Hazırlayan Fatma Dalaz