Palavra ile yalan arasındaki farkı hiç düşündünüz mü? Palavra kelimesinin Ladino’dan, yâni Yahudi İspanyolcası’ndan Türkçe’ye geçmiş olan bir kelime olduğunu biliyoruz. Doğru olandan sapan, hayâl ürünü, abartılı uydurma gibi anlamsal çağrışımları var bu kelimenin. Ama daha tuhaf olan, bu kelimeyi işittiğimizde içimizde bir haz duygusunun uyanması ve bize tebessüm ettirmesidir. Yâni, bu kelimeden korkmak bir tarafa, ona hemen kucak açarız. Çünkü palavra, içerdiği abartı payı üzerinden daha baştan gerçekten ayrışarak rahatlatır bizi. Palavralar kendilerini saklamaz. Kendilerini daha baştan ve doğrudan ele verir. Çocuklar bile bir şeyin palavra olduğunu hemen anlar. Palavralar hakikate şirk koşmadığı için dâimi bir mâsumiyet ve mâsuniyet taşırlar.
Palavraların gizemli bir çekim dünyâsı vardır. Yan yana getirildiğinde eski mahalle kültürlerinin veyâ folklörlerinin tanınmış palavracı simâlarından devâsa bir külliyat doğacağı âşikârdır.. Bunlar, 1970’lerin sonlarına kadar hemen her yerde vardılar... Meselâ Erzurumlu meşhûr palavracı Tello Dayı bunların en bilinenlerindendi. Çoğu, arkalarından hoş hâtıralar bırakarak bu dünyâdan göçtü. Hepsine Allah rahmet eylesin. Eğer bir yerlerde hâlâ kalanlar varsa, onlara da selâmet dileriz. Tıp onlara çok defa mitomani teşhisi koyar ve tedâvilik görür. Becerip tedâvi edebilir mi, bilemem. Hoş, etmemesini tercih ederim. Onların iç dünyâlarında, kimseye zararı dokunmayan , tam tersine etraflarındaki halkaları rahatlatan doğurganlığı yok etmenin neresi tedâvi sayılabilir? Sağaltırken öldürmektir bu. Birazdan da o yüzden pek dokunulmaz onlara…
Palavra kelimesini işitenin yüzünde peydahlanan tebessüm, yalan kelimesini duyduğu anda yok olur. Suratlar, sûretler buz keser. Fark şuradadır. Yalanlar yalan olarak kalmaz, hakikat iddiasıyla zuhur ederler. Palavra, hakikâtten ayrışarak palavra olarak başlar, palavra olarak devâm eder. Ama yalan, daha baştan hakikât iddiasındadır ve hakikât çağrışımı veren bir donanımla çıkar karşımıza. Başarılı bir yalan, ikna kapasitesi yüksek olan; yâni bize gerçeklik duygumuzu kaybettiren yalandır. Evet, “yalanlar er veyâ geç ifşâ olur” veyâ “gerçeklerin, eninde sonunda ortaya çıkmak gibi kötü bir huyu var” denir. Bilemem, belki de öyledir. Ama bildiğim bir yalanın ömrünü tâyin eden âmillerden birisinin, kurgusundaki ustalık ve donanım sağlamlığıdır. Bu donanım ne kadar ustalıklı yapılırsa, yalanın ömrü o kadar uzun olur. Yalan mumlarının uzunluğu ve kısalığı, onu söyleyenin ustalığına kalmıştır.
Bireysel yalanların bireysel, toplumsal yalanların ise toplumsal mâliyetleri oluyor. Bireysel yalanları söyleyenlerin de, onlardan zarar görenlerin kimler olduğu isim isim bellidir. Yeri ve günü geldiğinde kendilerinden hesap sorulabilir. Mesele yalanın anonimleşmesinde yatıyor. Toplumsal yalanlar, tam da bu anonimleşmeyi işâret ediyor. Söyleyeni ele geçirmek mümkün olmuyor. En fazla taşıyanı, aktaranı yakalayabilirisiniz. O da bu zincirde en fazla bir bakladır. Dahası yalan, toplumsallaştığı nispette şu veyâ bu derecede herkesi kuşatır. Herkes onun bir parçası olur. Yakaladığımız bir yalancının sûreti bir aynaya dönüşürse orada göreceğimiz bizi çok şaşırtabilir. Toplumsal yalanın zor kullanılarak tekilleştirilmesi gayretlerine otoriterlik; onun, zoru yedekte tutarak ve başka donanımları devreye sokarak sağlanmasına ve sürdürülmesine totaliterlik diyoruz. Demokratiklik ise farklı yalanların rekâbeti olabilir mi acaba ? Çoğulculuk, yalanların çoğulluğundan mı türüyor acaba? Çoğulluk bizi hakikâte mi erdiriyor; değilse ondan uzaklaştırıp hiçliğe mi taşıyor? Toplumsal ve siyâsal kurgular, onların mühendisliği bâzı postülalara dayandığını biliyoruz. Ama bunların birer postüla olduğunu çok defâ akıl yürütmelerimize dâhil etmiyor, onları olmazsa olmaz (sine qua non) görüp yol alıyoruz. Târihsel ve toplumsal yapılar ve onların içine depoladığımız moral stoklar birer serap, birer hayâlet miydi yoksa? Bugün yaşadığımız yapısızlık ve savrulmalar, yatsının geldiğini, mumun dibini bulduğumuza mı işâret ediyor? Yaşadığımız beşerî felâketlerden sonra kurulan dünyâlar, savaşlardan sonra gelen barışlar neden bu kadar dayanıksız çıkıyor? Postendüstrializm olarak başlayıp postmodernizm olarak çeşitlenen, her şeye bir post biçme azmiyle nerelere savrulduk öyle? Üzerimize sinen şevksizlik, mes’uliyet almaktan vazgeçmek, faşizmlere teslim olmak, ama sonrasında yeniden demokratik bir dünya kurmak döngüsünü mü? Eğer öyleyse nerede hata yaparak bu döngüye girdik? Değilse, Hakikât Sonrası’nın ilânı (Post truth), çoğulluğun içinden çıkılamadığı, kaosa evrildiği yerde, yeni bir hâkikât (yalan) aramanın şevkını bile söndüren nihâi bir irâdesizlik, nihâî bir teslimiyet mi? Nihilizm hiç bugün olduğu kadar târihi kolonize etmiş; bu kadar rakipsiz kalmış mıydı?…