Sait Alioğlu Yazdı;
Yazar(Nuri Yılmaz) “Özgür İrade Felsefesine Giriş” başlığı altında, eserde daha önce ele aldığı metodolojiye uygun bir inşa denemesi yapacağını belirtiyor.
Kötü…
Konuya giriş yaparken, kötü/lük kavramı üzerinde duruyor.
Sözlükte kötü “çirkin, zararlı” gibi anlamlara gelmekte olup hayrın, yani iyiliğin karşıtı olarak bilinir.
Kötülüğü açıklayan ilkenin, kötülük düzeninin niteliğine bağlı olarak farklılık gösterdiğini; fikrin aynı olduğu halde coğrafyadan coğrafyaya ve dünden bugüne farklı şeyler konuşulmasının sebebinin bu olduğunu belirtip; konuşulanların gerçekliğe denk düşmesini, zamanın kötülüğünün doğru tespit edilmesiyle mümkün olduğunu; bu sayede çözümlerinde gerçekliğe tekabül edeceğini; kötülük düzeninin şekil değiştirdiğinde konuşulanların ve çözümlerinde ona göre şekil alabileceğini belirtiyor.
“Bugün bütün dünyada baskın kötülük liberal kapitalist düzendir. Bu düzen özgürlük başlığı altında “hazları serbest bırakmakta”, ahlaki alanda sınırsız özgürlük verip bireyleri atomize hale getirmekte ve kitlelerin etkisizleştiği bir vasatta zulmünü gerçekleştirmektedir.” (S, 85)
İnsanın liberal kapitalizm aracılığıyla bireyselleştirip atomize edilmesi sonucunda, onun bu atomize hâl açısından kendisine reva görülen, ama ona çok da güzel gösterilen bir durum söz konusudur.
O da, var olan sistemin güya, bireyi düşündüğü savıyla onu, her şeyden önce kendini öncelemesi üzerinden, onu “şehvet, mal hırsı ve güç(iktidar) hırsına düçar kılmakta olup aslında ona kötülüğe sevk etmektedir.
Bireyleşip akabinde atomize olan kişi, kendine sunulan(!) şehvet, mal ve güç(iktidar) hırsının etkisiyle toplum içerisinde, ama var olan duruma bakıldığında ise toplumsallıktan giderek uzaklaşmış bulunmaktadır.
“Bu durum aynı zamanda, yetkinlik gösteren belli zihinler aracılığıyla meydana gelen toplumsal yabancılaşmadır ve tüm toplum o zihinlerin esiri, kölesi haline gelir. … İslam’a göre köle-efendi, yöneten-yönetilen ve emek sermaye gibi sınıfsal çelişkilerin temelinde bu olgu yer alır.” (S, 89)
İyi…
İyi kavramı, çoğunlukla olası eylemler arasında bir seçim yapılması durumunda tercih edilmesi gereken olumlu davranışı ifade eder. İyilik genellikle kötülüğün karşıtı olarak kabul edilir ve ahlak, etik, din ve felsefe tarafından incelenir ve farklı şekillerde tanımlanır.
Bu konuda iyilik kavramının anlaşılmasında birçok olgudan ziyade, onu anlamlı kılan baskın olgunun din olduğu izahtan varestedir. Zira din, “genel kabul gördüğü üzere” vahye dayandığı için, bu konuda da esas olmayı hak eder. İslam, iyiyi açıklarken, yarardan ziyade ilkeyi baz alır.
“İslam düşünce evreninde “iyiyi açıklayan ilke” hazların değil iradenin özgürleşmesidir…. İslam’a göre yaşam enerjisini yok etmeden tutkuları dizginleyecek güçlü iradî eylem “paylaşmak“tır. Sahip olduğu serveti paylaşıma açan irade mal hırsının esaretinden kurtulur, kendisine ait olandan ne kadar verirse o kadar insanlaşır.” (S. 89, 90)
Yazar, insan açısından, onun liberal kapitalist sistem tarafından bireyleştirmesi sonucunda yabancılaşmasını önlemek için paylaşmanın toplumsallaşmasının şart olduğunu belirtir; “Velhasıl nasıl ki insan güçlü bir iradî eylem olan “paylaşmak” yoluyla kendine yabancılaşmaktan kurtuluyorsa; paylaşmanın toplumsallaşması ve kendisine yabancılaşmamış insanların sayısının artması yoluyla da toplumsal yabancılaşma ortadan kalkar.” (S, 92)
Özgür İrade Felsefesi ve Liberalizm, Marksizm, Anarşizm…
Yazar, özgür irade felsefesine konu olan eğilimlerin ve bunların toplumsal yaşamdaki yıkıcı sonuçlarının başka kültürlerinde ilgisini çekmiş olduğunu belirtiyor.
Ama bu ilgi çekme durumu; konu bağlamında dinlerin içerisine öte dünyanın da yer alacak şekilde iken, filozoflar nezdinde ise, sadece kavramsal ve ideal düzeyinde kaldığı görülmektedir; “Mesela “hazların serbest bırakılması” (hedonizm) fikrini İslam haricindeki dinler ve klasik felsefenin Sokrates’ten sonraki temsilcileri de görmüştür. Fakat bu fikrin dinler tarafından ele alınışı öte dünyadaki karşılığı belirleyen sevaplar ve günahlar düzeyinde gerçekleşirken, filozoflar tarafından elem alınışı ise sadece kavramsal yönüyle ve ideal düzeydedir.” (S, 92)
Kötülük konusuna temas ederken, hırslardan bahsetmiştik. Bunlardan birisi ve “belki de” en önemlisi mal hırsıdır.
İslam ile beşeri bir ideolojinin bu hırs türüne bakış açıları ve onları dizginleme düşüncesinin ve yolunun birbirinden farklılık içerdiğini belirtmekte fayda var.
“Mal hırsı”nın yıkıcı sosyal sonuçları İslam’la birlikte, mesela Marks’ın da ilgisini çekmiştir. Fakat Marks dikkatini “hırs”a, yani insan doğasında var olan ve sürekli tazelenerek insanı tahrik eden yaşam enerjisine değil; mülkiyete, yani hırsın nesnesi olan mala yöneliktir. Mülkiyetin “hırs”a dönüştüğünde yıkıcı ama “ilgi” düzeyinde gerekli, yaşama bağlayıcı ve motive edici olduğunu göz ardı eder.” (S, 93)
Sebebi ise gayet basit, o da Hırs dizginlenmediği müddetçe Komünist ütopya asla gerçekleşmeyecektir!
Ama bu anlayış, insanı total olarak “ruh ve bedenden müteşekkil göremediği, görmek istemediği, aksine onu “yararlanılan” bir makine olarak değerlendirmesine nazire yaparcasına, hırs galebe çalmış, “doğrusu ve yanlışıyla” kendine alan açtığı için komünist sistemin sonunu getirmiş olduğunu bir türlü kabullenemedi, uzun bir dönem rüya görmeye devam etti.
Komünizm, iyiyi ödüllendirmeyerek motivasyonu öldürmesi “devlet memuru” kafasında insanlar oluşturarak üretkenliği yok etmiş oldu.
İktidar Hırsı…
“İktidar hırsı” nın sosyal sonucu olan despotizm modern siyaset teorisyenlerinin de ilgisini çekmiş, günümüz siyaset felsefesinin çözüm aradığı temel meselelerden biri olmuştur. Nitekim Liberalizm ve Anarşizm bu arayışların sonucudur. Fakat mesela Liberalizm Marks’ın hatasında olduğu gibi “hırs”a değil hırsın nesnesi olan iktidara odaklanmış; iktidarı sınırlamaya ve denetim altına almaya çalışırken, bireyin özgürleşmesi adına hırsı alabildiğine teşvik etmiştir.” (S, 94)
Liberal anlayış, bireyi baz alıp onun üzerinden iktidar hırsını ileri taşırken, oluşan çelişkili durumu telafi etmek için var olan güçler kontrol altına alınıştır.
“Oluşturulmuş güçler kontrol altına alınırken tanın dışı kalan “erk”ler sistemi daima ele geçirmekte, siyasi diktatörlüğün yerine hukuk diktatörlüğü, sermaye diktatörlüğü medya diktatörlüğü gibi yeni otorite biçimleri geçebilmektedir.”(S, 94)
Burada, Barılılaşmaya koşut olarak ve onun da, uygulana gelen ekonomik sistemlerin “görünen başarısızlığı” açısından küreselleşen sermayeyi daha da güçlendirmek için alışılmış devlet olgusu yerine “merkeze ayarlı” şirketimsi yönetsel yapılar liberalizmin başarısı olarak önplana çıkmış bulunmaktadır.
Bu şirketimsi yönetsel yapıların iyi yürümesi için; hem devlet’e ayar vermek, hem sermayenin hırsını korumak ve hem de, adeta “liberalizm, kapitalizmin gülen, sırıtan yüzüdür.” İfadesine anlam kazandırmak ve halkı da bu yolda kandırabilmek için birçok denetim mekanizmaları devreye sokulmaktadır.
Yani, orada bunca sömürüye rağmen, “işlerin doğru dürüst görüldüğü” yalanını pekiştirme adına bir rasyonaliteden de(doğrusallık) bahsetmeyi ihmal etmek!
Yukarıda belirttiğimiz ve var olan devlet’in şahsında belirginleşen siyasi ve iktidar hırs yerine liberal hırsları – o da gözden düşürmeden- dengelemiş görünen birçok diktatörlük şekli devreye sokulmaktadır.
Birer seküler Batılı paradigmalar olan liberalizm ve komünizm gibi, teorik ve pratik açılardan o da çelişki içerisinde olan anarşizmde; “otoriteyi kontrol etmeyi değil, tamamen ortadan kaldırmayı tercih etmiş, mülkiyeti ortadan kaldırmayı hedefleyen Marksizm ile aynı hayata düşmüştür.” (S, 94)
Ruh ve maddeden oluşmuş bulunan ve fıtratla da desteklenen insanın, iki zıt yönünün olduğunu hatırlatmak yerinde olacaktır.
Bu saydığımız Batılı paradigmalar, kendi tezlerinin ispatı ve kabul görürlüğü adına, insanı oluşturan iki zıt kutbu görmek istememektedir ki; Marksizm, tamamen irade kırıcılığına, liberalizm ise iradeyi, o da bir avuç insanın çıkarları adına özgürlük mefhumunu adeta sulandırmakta ve işi giderek cıvık hale getirmektedir. Anarşizm ise, her iki zıt kutbu, otoritesizlik adına yıkmakta, yok saymakta ve yerle bir etmektedir.
O zaman, bu üç paradigmanın yıkıcılığına karşı “hangi sistemin sözü vardır?” denildiğinde, karşımıza İslam çıkmaktadır.
İslam’ın öngördüğü “özgür irade felsefesi”
“Farklı yaşam tasavvurları içerisinde bir tek İslam sosyal sorunlarla insanın iç dünyası arasında doğrudan ilgi kurar ve sorunlarla mücadeleyi insanın iç dünyasından başlatır. Bu sayede özgür irade felsefesi mülkiyetin yol açtığı problemlerle mücadele eder ama kaynağı olan mal hırsını görmezden gelmez; despotluğa karşı çıkar ama kaynağı olan iktidar hırsını da hesaba katar, fuhşiyata sapkınlığa itiraz eder ama insan doğasındaki şehveti yok saymaz.” (S, 95)
Yani, İslam tevhid ve adalet unsuru kadar denge unsurunu da içerir ve her üç olguyu bir arada mütalaa eder.
Zaten Özgür İrade Felsefesi, temel açıdan, yani özü itibarıyla bir tevhid yorumu olup, bu yorumun “İslam ve Kur’an baz alındığı halde” hangi sebeplerle ve saiklerle ve hangi kriterlere, o da “kime ve neye göre” yorumlandığı önem kazanmış olur.
Kaynak: kitaphaber.com.tr