Derginin "Editör"den başlıklı yazısı...
Her şey Osmanlı Devleti’nin kıtalararası hâkimiyetinin son bulmasıyla başladı. O gün gâvurların topyekûn saldırısına maruz kaldı Osmanlı. Elimizde bir Anadolu kaldı Osmanlı bakiyesi ve Osmanlı İslam’dı.
O son kaleyi düşüremesek de bize benzetmeliyiz diye düşündüler Batılılar… Osmanlı ‘kendi’ olmamalı dediler. Tepeden tırnağa bize benzemeliler diye hesaplar, anlaşmalar yaptılar.
Hızla, birkaç yıl içerisinde her şey bıçak kesilir gibi kâh kanun zoruyla, kâh zorla ve dayatmayla, bu bize yabancı, bize uzak başka bir dinin, giyiminden diline, konuşmasına, adap ve erkânına kadar yeni bir hayat tarzı bu topluma dayatıldı.
Düşünün, hepimiz şu an konuştuğumuz dilin, yazının, giyimin, günlük hayatımızda ne varsa yaşadığımız, hızla bunları terk etmek, unutmak zorundasınız şeklinde yasal ve polisiye dayatmalara maruz kalsak ne yapardık acaba? Hayat çekilir olur muydu, zindan olmaz mıydı hayat bize?..
Dedelerimiz bu karanlık dönemi yaşadılar; yabancı bir dil de okunan ezanları her Allah’ın günü kulakları ile duydular, gözleri ile gördüler. Hiç önemsemeyiz ya da güler geçeriz ama bir şapka itaatsizliği için insanların kapası kopartıldı bu ülkede… Ve daha neler… Yapılanların ne İslamlıkla ne de insanlıkla ilgisi vardı.
Oysa İslam 14 asır önce Mekke Cahiliye toplumuna geldiğinde onların konuşma diline dokunmadığı gibi, o bir avuç insanı ikna etmek için koca 13 yıl gibi bir zaman dilimini birlikte yaşadılar. Cahiliyenin hoyratlıklarına karşı Müslümanlar ellerini kaldırmadı. Aceleye gelmezdi bu iş. Değişimin olmazsa olmazıdır süreç… İnsanlık budur. Değişim, insanların kafasına vura vura, korkutarak, gözdağı vererek değil, anlatarak, ikna ederek olmalıydı. İnsan kardeşliği bunu gerektirir.
Osmanlıdan miras iyi-kötü bütün kurumlar bir şekilde ilga edildi yaklaşık yüzyıl önce. İslam’ın görünürlüğü ortadan kaldırılmalıydı. Hem bedeni hem ruhu. Büyük bedel ödetildi. Hâlâ da ödemekte bu millet. Kâh dindar olması, kâh Kürt veya başka bir milletten olması çok görüldü; itildi, kakıldı. Bir Cumhuriyet kişisi nasıl olmalıydı, onun projesi, kalıbı, ideolojisi, hayat tarzı belirlendi. Ortaya tek tip bir model çıktı. Herkes böyle olmalıydı; yüzbinler, milyonlar… Başarılı da oldular bir yere kadar. Zamanla Kemalist kalıptan sapmalar oldu.
O cenahtan uzaklaşanların şehirleşmeleri, kentli olmaları, hatta üniversitelerden mezun olup bir yerlere gelmeleri göze battı; çünkü köylü olmalıydık ve köylü kalmalıydık hep onlara göre, ikinci sınıf bir yerlerde siyah/zenciler gibi şöyle kenarda durmalıydık.
Dini meselelerde de küçültme cihetine gidildi. İslam’ın bir hayat tarzı, dünya görüşü olduğu gerçeği kurumsal çerçevelerle kuşa çevrildi. Önce bütün şer’i mahkemeler Adliye Nezareti’ne bağlandı. Sonra Meşihat-ı İslamiyye diye bir kurumsal yapıya, ardından Şer’iyye ve Evkaf ve nihayet 1924 Diyanet İşleri Reisliği kuruldu. Artık İslam, bir kuruma hapsedilmişti. Kontrol ve denetim altındaydı. Dinin başka değil, sadece akaid, ibadet ve ahlak bölümleri ile kayıtlıydı bu kurumsal yapı. Toplumsal hayatın diğer alanlarında, hayatın tüm meselelerinde ‘İslam ne der’ konusu yasaktı artık. Fakat bu hesaplar tutmadı.
İslam, kendisi için biçilen role, sığdırılmaya çalışılan kaba sığmazdı. Tabiatı öyle bu dinin. Diyanet, kendisine biçilen asıl rol ve misyonu bilinen bir teşkilat olsa da bu toplum, bu kurumsal yapıyı Müslümanlığından dolayı benimsemiştir bir şekilde. Bugüne kadar bu kurumun başına sayısız güzel insanlar geldi; hocalarımız, imamlarımız, müezzinlerimiz, çoğu yüreği yanık insanlardı, olan biteni görüyor, acılarını yüreklerine gömüyorlardı…
Kemalist sistemin marifetleri bitmiyor; yıllardır bu teşkilatı sömürdüğü, toplum karşısında dilenci durumuna düşürdüğü, hocalarımızı sıradan cami görevlisi haline getirdiği, izlediği, izlettirdiği, uyardığı, sürgüne gönderdiği, dinlettiği yetmiyormuş gibi şimdi de-belki eskiden beridir- tarikat ve cemaatler hakkında istihbarat raporu hazırlatıyor!
Fakat sahipleneni yok bu 226 sayfalık kocaman raporun. Tıpkı SETA’nın raporu gibi bir rapor. Biri açık biri GİZLİ!
Büyük emekler vererek hazırlanan rapor ise sahipsiz. Sahipleneni yok, biz hazırladık diyen yok. Raporun asıl muhatabı Diyanetten ise hiç ses yok. Tek bir yerden ses geldi, Cumhurbaşkanlığı konuştu, Diyanet İşleri Başkanlığınca hazırlanan böyle bir rapor yok dedi. Şimdi bu rapor ‘sahibini’ arıyor! Trajikomik bir durum…
Ne diyelim, Diyanet’e bir bunu yaptırmadığınız kalmıştı. O da oldu. Tarikatları, cemaatlere, Diyanet’i diğer Müslümanlara düşürmekle ne yapmak istiyor bu sistem?
Her şeye rağmen bu raporun ‘Diyanet’in hazırladığı iddia edilen’ bir rapor hükmünde olsun, öyle inanmak istiyoruz.
Doğrusunu söylemek gerekirse Cumhuriyetin kuruluşundan beridir bu kurum, kendisine müdahale edile edile çok yoruldu. İktidarların politikalarına ayak uydurmaktan dolayı şahsiyet kaybına uğradı. Nasıl bir dil kullanacakları, nasıl bir yerleri rahatsız etmeden konuyu ifade edecekleri noktasında hep sahne aldılar. İki arada bir derede kaldılar. Bu böyle gitmemeli. Yazık.
Tepkilere rağmen parlamenter sistemde bile yapısal değişikliğe gidildiği, kendimize özgü bir Başkanlık sisteminin kurulduğu bu ülkede, şahsiyetli bir toplum ve teşkilat için en iyi ilaç, en doğru çözüm DİB’in özerkleşmesidir. Kalp ve dil birliği için, ikiyüzlülüğün sonunu getirmek için, şahsiyetli kişilikler için, din/İslam’ın bütün sadeliğiyle ortaya çıkması için ve bu milletin size duası için Diyanet İşleri ÖZERKLEŞTİRİLMELİDİR…