Tarih: 02.07.2022 16:03

Otoriterlikle övünmek…

Facebook Twitter Linked-in

Ünlü yönetmen Oliver Stone 2017’de Putin’le yaptığı röportajda “Sizi kimse eleştiremiyor, denetleyemiyor, her şey size bağlı” sözleriyle eleştirdiğinde, Putin “önemli olan iktidarın denetlenmesi değil, nasıl kullanıldığıdır, sonuç alıcı şekilde kullanılmasıdır, güçlü olmasıdır” yanıtını vermişti. Hem denetim güçlü iktidarı engeller demek istiyordu, doğru düzenle başarı ve güç arasında ilişki kuruyordu.

Otoriter zihniyeti güzel tanımlar bu bakış.

Son yıldır bu zihniyet tarafından yönetiliyoruz. Demokrasinin varoluşsal önkoşulları belki bize hiçbir zaman çok yakın değildi ama, bugün bizden git gide uzaklaşıyor.

Bu ön koşullardan birisi, gücün paylaşılması, denetlenmesi ve özerk bir sistem işleyişiyle ilgilidir. “Üçlü özerklik” bu bakımdan hayatidir.

Siyasetin devlet karşısında, toplumsalın siyaset karşısında, düşüncenin ise her üçü karşısında özerk bir konumda bulunması, demokratik bir toplumun olmazsa olmazları arasındadır.

Türk cumhuriyet geleneğinde siyaset, devlet gücünün bağımlı değişkeni olmuş, devlet alanına hapsolmuştur. Bu öyküde siyaset nasıl devlet karşısında özerk olamamışsa, toplum ya da sivil saha da siyaset karşısında özerk olamamıştır. Keza düşünsel faaliyet de her iki karşısında tahkir ve baskı görmüştür.

Düşünsel faaliyet mutlak faydacı bir beklentiyle siyasetin lojistik unsuru olmaya indirgenmiş, böyle tanımlanmış, böyle algılanmıştır.

Fayda ilke üzerinde tahakküm kurarken, “ne” sorusu “nasıl” sorusunun, esas usulün, içerik sürecin, somut da soyutun üzerinde boğucu, hatta yok edici bir etkide bulunmuştur. Soyut, milli ve dini maneviyata, şiir ve melodi üzerinden sadece aidiyet ve hissiyata indirgenmiş, somut ise kuvvet, inşaa, fayda ile özdeş kılınmıştır.

Bugün sağdan soldan, modern kesimden muhafazakarlardan çok kişinin siyasetten, iktidardan, iktidar ilişkilerinden ya da milli fayda, partisel fayda, kimliksel fayda hallerinden özerk bir siyasi düşünceyi anlaması, kabul etmesi bir ölçüde bu yüzden mümkün olmamaktadır. Düşüncenin nokta atışlarının hedefi olmasının, düşünce ile tezgah, kumpas, komplo bağlarının kurulmasının bir nedeni de budur.

Bu mahpusluk sistemi hakim siyasi kültürün bir sonucudur. Bir tür ‘’toplum tasavvuru eksikliği’’nin, ‘’soyut alerjisi’’nin ve ‘’kuvvetli faydacılık hali’’nin yansıması olarak hepimizin eseridir.

Modernist olduğunu iddia eden siyasi anlayış dün Kemalizm örneğinde olduğu gibi, nasıl siyaseti, onun üzerinden toplum ve düşünceyi devlet hapsine almışsa, bugün de, muhafazakar anlayış toplumsalı siyasetin mahpusluğuna mahkum etmiş bulunuyor, düşünceyi ise iktidarın damgaladığı bir nesne haline getiriyor.

Sorun sadece yönetim geleneğinden ibaret değil, toplumsal değerler de önemli bir kaynak. Bu değerlere ait hiyerarşi, şeylerin-simgelerin düzeni işin özünü oluşturur. Bu düzende devlet ve devlete ait olanın zirveyi süsler, onu siyasetin takip eder, toplumsal, düşünsel ve kişisel olanın en arkada, en edilgin konumda yer alır.

Devletin herkesten ve her şeyden önde, belirleyici ‘’üstün değer’’ olması, siyasetin katılımı, talep-karar etkileşimini dışlayan bir tek yönlü eyleme, ‘’devleti yönetme, denetleme ve hizmet eylemine’’ indirgenmesi, toplumun tek ve doğal kabul edilen bir değer sistemiyle statik olarak ele alınması bu hiyerarşinin kurucu ögeleridir.

Tüm bunların açıldığı kapı, “otoriterlik”tir.

İktidara bakın, anlattığı başarı hikayelerini bakın ne dediğimi daha iyi anlarsınız.

 




Orjinal Habere Git
— HABER SONU —