Gazeteci yazar İslam Özkan Analiz Etti...
Birçok bilim adamı Avrupa dışındaki ülkelerin çoğunun siyasi kurumlarını doğrudan sömürge devletinden miras aldığını belirtirken incelemeleri, sömürge kurumlarının çok çeşitli sosyal ve ekonomik olguyu etkilediğini gösteriyor. Bu durumun 2. Dünya savaşından sonra kurulan özellikle Ortadoğu’daki yeni ulus-devletler üzerinde nasıl bir etki yarattığını tahayyül edebiliyoruz. Tamamına yakını, bağımsızlığını elde etmeye çalıştığı sömürge yönetimine düşman olduğu halde eski sömürgeci taktikleri aynen vatandaşları üzerinde uyguluyorlar. Bu taktiklerden biri de farklı toplumsal kesimlerin bir araya gelmesini, aralarında muhtemel bir uzlaşmayı her ne pahasına olursa olsun engellemek için kullandıkları çeşitli taktiklerdi. Başta İngilizler olmak üzere birçok sömürgeci ülke, yönettikleri ülkelerde kabile, din, mezhep ve etnisite farklılıklarını olabildiğince derinleştirmeye ve hatta mümkünse bu ayrılıkları birer husumete tahvil etmeye çalıştılar.
Ortadoğu’daki otoriter rejimlerin post kolonyal dönemde aynı taktiğin farklı versiyonlarına başvurduğunu biliyoruz. Modern dünyada özellikle de Sovyetler’in yıkılışından sonra din ve dindarlık daha fazla görünür olmaya, giderek daha fazla çekim alanı oluşturmaya başladıkça dini cemaatler ve yapılar da otoriter rejimler tarafından daha sıkı kontrol edilmeye başladı. Dindarlığın kamusal alandan uzaklaştırılmasının mümkün olmadığı anlaşılınca bu kez, hangi dini grubun öne çıkartılacağı ya da hangi dini akımın dini alanı domine etmesine izin verileceği devleti yöneten politik elitin gündemine oturdu. Özellikle Arap dünyasında birçok siyasal rejimin dini gruplar arasında hangisini destekleyeceğine dair seçimini tasavvuf ve tarikatlardan yana yaptığını biliyoruz.
Irak’ta Saddam Hüseyin, Baas Partisi içinde kendisinden sonraki ikinci isim olan İzzet Duri üzerinden Nakşibendiliği desteklemiş ve yüzyıllardır tasavvuf ve tarikatlarla harmanlanmış Irak Sünniliğini sisteme entegre etmeyi başarmıştı.
Suriye’de durum biraz daha karışık oldu her zaman. Hafız Esad döneminde Baas Partisi, kamusal alanda Sufiliğin görünür olmasından yana oldu ama el altından Selefi gruplarla işbirliği ve onlara yönelik desteğini hiçbir zaman esirgemedi. Toplumun hep sufimeşrep bir çizgiyle hemhal olması teşvik edilirken bölgede mevcut rejimlere karşı savaşan Selefi gruplar Esad tarafından himaye gördü. Birçok bölge uzmanı ve siyasetçi, 90’lı yıllarda Suriye’de sadece Filistinli silahlı grupların ofislerinin değil aynı zamanda Selefi grupların bürolarının da bulunduğunun birinci elden görgü tanığıdır.
Cezayir’de ise 1991’de İslami Kurtuluş Cephesi’nin (FIS) kazandığı seçimlerin geçersiz sayılmasının ardından başlayan ve yaklaşık on yıl süren iç savaş öncesinde Suud tarzı selefiliği destekleyen Cezayir Devleti’nin iç savaşla birlikte tutumunu değiştirip tarikatları ve sufi çizgiyi desteklemeye yöneldiğini biliyoruz.
Ancak Arap dünyasının Mağrip bölgesinde Sufiliğin Maşrık’la aynı fonksiyonu icra etmediğini farklı özellikler taşıması nedeniyle farklı toplumsal ve siyasi roller icra ettiğini söyleyebiliriz. Her şeyden önce Mağrip dediğimiz Fas, Tunus ve Cezayir’de (Libya’da bu listeye eklenebilir) sufi tarikatların siyasi anlamda Arap dünyasının diğer bölgelerindeki kadar kolay manipüle edildiğini ve devletin yedeğine koşulduğunu söyleyemeyeceğiz. Sömürgeciliğe karşı mücadelenin sufi hareketler öncülüğünde verildiği Mağrip’te İslamcı harekete karşı devletle işbirliği yapan gruplar olduğu gibi mevcut sisteme muhalif sufi gruplar da mevcut.
Mısır’da da durum farklı değil. Nasır dönemine benzer şekilde Müslüman Kardeşler’i darbeyle siyasi arenadan uzaklaştırmasının ardından otoriter Sisi rejimi, sahada meydana gelen boşluğu Sufi yapılarla doldurmayı tercih etti. Mısır Devletinin İhvan’a karşı başlattığı bu ikinci büyük hesaplaşmada ülkede çok büyük yaygınlık gösteren ve toplumun 15 milyonluk kesimiyle doğrudan temas halinde olan yaklaşık 78 tarikatın neredeyse tamamı, MK’ya karşı Sisi’yi destekledi. Ülkede tarikatlar devlet tarafından resmen tanınıyor ve Meclisi Meşayih (Şeyhler Meclisi) altında resmi olarak temsil ediliyor. Devletin resmi kayıtlarında yer almayan ve Meclis’te temsil edilmeyen tarikatlar illegal sayılıyor.
Mısırlı Sufilerin temel motivasyonlarının başında Siyasal İslam karşıtlığı gelirken bir diğer motivasyon kaynağı ise sufiliğin Mısır tarihi boyunca ülkenin toplumsal örgüsünün temel bileşenlerinden biri olmasıydı. Bunun gayet farkında olan Sisi, darbe sonrası süreçte hem ekonomik ve toplumsal alanda yaşanan felaketleri halkın gözünde perdelemek hem de sufilerin gücünden yararlanmak için kolları sıvadı. Aynı şeyi Selefilerle yapmak istese de gerek Selefilerin kendi içinde yaşadığı bölünmeler gerekse Selefiliğin bölge ve ülke sathında giderek gözden düşmesi, bunun önündeki en büyük engeldi. Bir de tarikatların sahip olduğu hayır kuruluşları ile ekonomik krizin absorbe edilmesindeki rolünü de unutmamalı.
Mısırlı sufilerin Sisi’nin başkanlık seçimlerinde sürdürdüğü kampanyasına destek verdiği gibi şu an rejimi ayakta tutan en önemli sacayaklarından biri olduğunu söylemek abartı olmaz. Örneğin Azamiye tarikatının Şeyhi Muhammed Alaaddin Ebu’l Azim “Mısır’daki ehli tasaavufu Sisi’yi desteklemeye çağırıyoruz, çünkü ülke bu aşamada onun gibi sorumluluk taşıyan bir lidere muhtaç” ifadelerini kullanırken birçok tarikat şeyhinin de aynı tavrı tekrarladığına tanık olduk. Tabii buna karşılık siyasal elitler MK’ya yakın STK ve camiler üzerinde büyük bir baskı kurmasına karşın Sufilere her türlü kolaylığı gösteriyor.
Bu arada Mısır’da devlet, darbeden sonra Sufi tarikatların siyasi alana hızla girmelerini de cesaretlendirdi. Bu partiler arasında Mısır Rönesansı Partisi, Mısır Kurtuluş Partisi ve Mohamed Salah Zayed başkanlığındaki Zafer Partisi bulunuyor.
Aslında müteveffa Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi de seçilmeden önce Sufi tarikatlarla iyi bir iletişim kurmaya çalışmış ve bu çerçevede İrşad Ofisi üyesi Mahmud Gazlan ile birlikte Meclisi Meşayih’in genel merkezini ziyaret etmişti. Ancak tarikat şeyhleri, tarihsel hasımları Müslüman Kardeşleri desteklemek yerine MK’nın rakibi Ulusal Demokrat Parti adayı Ahmet Şefik’i desteklemeyi tercih etmişlerdi.
Özetle Ortadoğu’da selefilikle sufi hareket, bazen İslamcılara bazense sosyalist hareketlere karşı kullanılmak üzere yedekte bekletiliyor. Bazen sufilik ön plana çıkarken bazen de Suudilerin arkasında olduğu selefilik sahayı domine ediyor. Her halükarda eski sömürgeci taktiklerin genetiği bozulmuş ve değiştirilmiş versiyonlarının kullanıma sokulduğunda hiç şüphe yok.