Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz

Osman Kavala davası ve ‘Deli Cevdet’in adalete isyanı

Cafer Solgun'un P24 Blog'daki yazısı; Hakkındaki suçlamalar son derece “ciddi” ve kayda değer herhangi bir kanıta dayalı olmaması sebebiyle bir o kadar da “ciddiyetten” yoksun.

Osman Kavala davası ve ‘Deli Cevdet’in adalete isyanı

Memlekette hak, hukuk, barış, adalet, yüzleşme, hafıza ve genel olarak insan hakları, demokratikleşme gibi mevzularla ilgili biri iseniz, Osman Kavala’yı tanırsınız, bilirsiniz. Bizzat bir tanışıklığınız olmasa bile, adamın ne gibi işlerle iştigal ettiğini, nasıl biri olduğunu en azından duymuşsunuzdur. 

Kavala, dört yılı aşkın bir süredir tutuklu olarak yargılanıyor. Hakkındaki suçlamalar son derece “ciddi” ve kayda değer herhangi bir kanıta, delile dayalı olmaması sebebiyle bir o kadar da “ciddiyetten” yoksun. Bir insanı “casusluk” yapmakla, bir toplumsal olayı (Gezi protestoları) “organize” etmekle, “anayasal düzeni yıkmaya teşebbüs” etmekle suçlamak bu kadar basit ve ucuz olamaz… 

Hukukçular bu siparişe binaen hazırlanmış, birbirinden ağır ithamların “bu kadar da olmaz!” dedirten bir sorumsuzlukla sıralandığı garabet iddianameyi didik didik ettiler, iddia ve ithamların mesnetsizliğini gözler önüne serdiler. Bunu onlardan daha iyi yapmak iddiam yok. Ama işte Osman Kavala hâlâ tutuklu. Her duruşma öncesi Osman Kavala’yı tanıyan, bilen ve “bu sefer bırakacaklar herhalde” diye düşünen binlerce insan, Osman Kavala gibi, hayal kırıklığına uğruyor; mahkeme, Kavala’nın tutukluluğuna devam kararı veriyor. 

Yargılamasına tutuksuz devam edilse ne olur mesela? Hakkındaki olmayan delilleri karartmaya mı teşebbüs eder? Dinleneceğini, izleneceğini bile bile her nasılsa aynı lokantada yemek yemiş olmaktan başka “irtibatı” tespit edilemeyen Henri Barkey’i arayıp “Anayasal düzeni ne yapsak da yıksak” görüşmeleri mi yapar? Bir zamanlar AKP kurmaylarının gözdesi Soros’la gizli saklı yöntemlerle görüşüp yeni bir Gezi mi organize eder? Veya yurt çapında Gezi protestolarına katılmış milyonlarca insanı yeniden sokaklara dökmek için aklımızın almadığı, hayal edemeyeceğimiz yeni yol ve yöntemler mi bulur? Sahi, ne olur?

Olacak olan, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) kararına nihayet uymuş olmak olur. İktidar sahiplerinin yargıya en üst perdeden ve doğrudan müdahale etmekten nihayet vazgeçtiklerini düşünmeye başlarız iyi niyetle. İnsan hayatı ve özgürlüğü üzerinden AB ile gerilen ilişkiler için “yeni bir sayfa açılıyor herhalde” yorumları yaparız. (Hatırlayın; Rahip Brunson, Trump’ın “Serbest bırakın, yoksa ekonominizi mahvederim” tehditleri üzerine serbest bırakılınca Trump ve Erdoğan “Naber Donald? İyi valla noolsun Tayyip” muhabbeti yapar olmuşlardı.)

Oysa Kavala’nın --ve elbette Selahattin Demirtaş’ın-- serbest bırakılması, AİHM kararlarının gereği. Malum, Anayasanın 90. maddesine göre temel hak ve özgürlükleri düzenleyen uluslararası anlaşmalar ulusal hukukun üzerindedir ve ulusal hukukla çeliştiğinde, tarafı olunan uluslararası hukuk geçerlidir. Bu açık anayasal hüküm “yok” sayılıyor…

Bu ayın başlarında toplanan Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi, AİHM’in Kavala’nın serbest bırakılması kararını uygulamayan Türkiye için “ihlal prosedürü” başlattı. 2010 yılından bu yana Azerbaycan’dan sonra bu sürece tabi kılınan ikinci ülke Türkiye oldu. Bakanlar Komitesi, 19 Ocak 2022 tarihine kadar Türkiye’den görüşünü iletmesini de istedi. Kavala’nın bir sonraki duruşması, bu tarihten iki gün önce, 17 Ocak’ta yapılacak.

Bakanlar Komitesi’nin istediği görüş, Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından çoktan açıklandı bile. 

Katar ziyareti dönüşü gazetecilerin sorusu üzerine Erdoğan, Avrupa Birliği'nin icra komitesi pozisyonundaki Bakanlar Komitesi’nin Osman Kavala ile ilgili olarak Türkiye’ye ihlal prosedürü başlatmasıyla ilgili bir soruya, “Biz, Avrupa Birliği'nin Kavala’yla, Demirtaş'la, şununla, bununla ilgili aldığı kararları tanımıyoruz. Olay bu kadar basit. Yok farz ediyoruz. Bizim indimizde bunlar yok hükmündedir. Bunları kaç kez açıkladık. İster anlasınlar ister anlamasınlar. Bizim yargımızın vermiş olduğu kararın üzerinde biz, Avrupa Birliği kararı tanımıyoruz. Ne biliyorlarsa onu yapsınlar” şeklinde cevap verdi (8 Aralık 2021). 

Bu sözler, çok açık, anayasanın ilgili hükmünü tanımamak, yok saymak demek. Türkiye’nin kurucularından olduğu Avrupa Konseyi’ni tanımamak, yok saymak demek. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesini tanımamak, yok saymak demek. Bu sözlerin başka bir “tercümesi” olduğunu düşünen, savunan varsa beri gelsin…

Bu sözler, aynı zamanda yargıyı açıkça ve doğrudan “etkilemek”, yargı üzerinde açıkça siyasi baskı kurmak anlamı da taşıyor ve Sayın Erdoğan bunu ilk defa da yapıyor değil. Osman Kavala için her konuştuğunda sarf ettiği en hafif söz, “Soros artığı”. (Kavala’nın eşi Ayşe Buğra için de “provokatör” demişti.)

Belli ki Osman Kavala’yı sevmiyor. Olabilir. Kimse kimseyi sevmek zorunda değil. Ama haklarına saygılı olmak zorunda. Hele ki “yürütmenin başı” yani anayasayla, yasalarla, hukukla bağlı siyasî bir görev ifa ediyorken… 

Bu arada yargıyı etkilemenin Türk Ceza Kanununda (TCK) tanımı bulunan bir “suç” olduğunu da belirtmek gerek. Âdil yargılamayı etkilemeye teşebbüs suçu, 5237 sayılı TCK’nın 288. maddesinde “Adliyeye Karşı Suçlar” bölümünde, “Görülmekte olan bir davada veya yapılmakta olan bir soruşturmada, hukuka aykırı bir karar vermesi veya bir işlem tesis etmesi ya da gerçeğe aykırı beyanda bulunması için, yargı görevi yapanı, bilirkişiyi veya tanığı hukuka aykırı olarak etkilemek amacıyla alenen sözlü veya yazılı beyanda bulunmak…” şeklinde tanımlanmış. 

Tekrar etmekte fayda var: Kahvehanede memleket meseleleri üzerine herhangi bir “sansür” veya “filtre” uygulama gereği duymadan ulu orta görüş beyan eden sıradan bir yurttaş değil de devlet yönetiminde yetki ve sorumluluk sahibi biriyseniz, bu, anayasa ve yasaları temsil etmekle yükümlüsünüz demektir. Keyfî ve “şahsî” davranmak lüksünüz yoktur. 

Neresinden bakılırsa bakılsın, Osman Kavala davası hukukî değil siyasî bir davadır. Ülkenin cumhurbaşkanının kendisine “şahsi” mesele haline getirdiği, keyfi bir davadır. Haksız yere bir insanın hedef gösterildiği, tahkir ve tezyif edildiği, özgürlüğünden mahrum edildiği bir davadır. 

Kavala, hapishanedeki dördüncü yılı vesilesiyle yaptığı açıklamada, “Bu süre içinde, sadece cezaevinde olduğum için kendi hayatımı yaşama imkânımı kaybetmekle kalmadım, hedef gösterildiğim ve kamuoyunda hakkımda ‘karanlık’ ve ‘kötü’ bir insan izlenimi yaratılmaya çalışıldığı için, kendi gerçekliğim de tahrif edildi” demişti (2 Kasım 2021). Haklıdır ve buna kimsenin hakkı yoktur…

Mümkündür ki bir zaman gelecek ve bu haksız, hukuksuz, keyfî ve peşinen cezalandırmaya dönüşen davaların savcıları, yargıçları, kendilerini ve altında imzaları bulunan kararları, “Üzerimizde siyasî baskı vardı” diyerek gerekçelendirmeye, savunmaya çalışacaklar. Ama bu “savunma” sadece işlerini doğrulukla, hakkaniyetle, vicdanla, yasa, hukuk ve adaleti gözeterek yapmadıklarının delili olacaktır. Görevlerinin gereği âdil davranmak olanların vicdanlarını mesleki korku ve endişelere kurban etmeleri, gözleri bağlı adalet tanrıçası Themis’in elinde tuttuğu kılıcı hakikatin kalbine saplamaktan farksız bir zorbalık tavrıdır. Hiçbir hukuk insanı bedeli ne olursa olsun kendisine bunu yakıştırmamalıdır. 

*** 

Elazığ’da çocukluğumun geçtiği Seko Mahallesinde bir “Deli Cevdet” vardı. Son yıllarda hep aklıma düşüyor. Bu yazıyı yazarken de aklımdaydı. Deli Cevdet, 60-70 yaşlarında, uzun boylu, heybetli, saçı sakalı birbirine karışmış, yaz kış üzerinde kalınca paltosuyla dolaşan, konu komşunun baktığı biriydi. Derme çatma bir barakada yaşıyordu. Kimseyle bir alıp veremediği yoktu ama mahallenin çocukları gördükleri yerde, biraz da ürkütücü görünümünün verdiği korkuyla ona sataşır, taş atarlardı. Niye “deli” idi, bilmiyorum. Barakasından çıkıp sokaklarda dolaşırken, kendi kendisine “adaletinize tüküreyim” diye söylenirdi. Taş atan çocuklardan kaçarken de bu şekilde bağırır, bazen sinkaflı küfürler ederdi. 

Çocukluk işte, ne derdi vardı “adalet” ile, bilmiyorum, merak etmedim o zamanlar. Bildiğim, “adalet” ile derdi her ne idiyse, isyanı büyüktü ve delirmişti işte.

Elazığ’a gittiğimde anama ve büyüklerimize soracağım, Deli Cevdet’in adalete dair isyanı neydi, nedendi acaba?

Her şeye rağmen adalet deyince içimizde isyan değil güven duygusunun uyandığı zamanlara umudumuzu, inancımızı kaybetmeyelim… 

10 Aralık Dünya İnsan Hakları Günü, dilerim adalete dair sorunlarımızla yüzleşmemize vesile olsun.

P24 Blog



Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


YAZARLAR

Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz

HABERLER