Türkiye'de kerametleri kendilerinden menkul büyük devlet adamlarının Suriye ve Irak ile ilgili konular konuşulduğunda en fazla dillerine doladıkları cümle; Suriye ve Irak'ın toprak bütünlüğü Nedir bu "Suriye ve Irak'ın toprak bütünlüğü?" Birinci Dünya Savaşı sonrası 1920'lere kadar tarihte ne Suriye ve ne de Irak adında bir devlet oldu. Tıpkı Lübnan, Ürdün, Suudi Arabistan, Kuveyt... adında devletler olmadığı gibi. "Doğru, ama Türkiye adında bir devlet de yoktu" diyorsanız yanılıyorsunuz. 'Türkiye Cumhuriyeti' Osmanlı Devleti'nin adının ve rejiminin değiştirilmesinden başka bir şey değil. Bunu dünya alem biliyor. Bu o kadar açık seçik bir durum ki yeni Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı'nın Düyunu Umumiye borçlarını bile üstlendi. Osmanlı döneminde bugünkü Suriye Halep ve Şam vilayetlerinden, Irak ise; Musul, Bağdat ve Basra vilayetlerinden oluşuyordu. Sıkça dillendirilen Irak'ın üçe bölünme senaryoları da bu tarihi zemine dayanıyor. Musul vilayeti nüfusu, tarihsel olarak yüzde 95 Müslüman Kürt, Arap ve Türkmenlerden, geri kalan yüzde 5 nüfusu ise Ezidi Kürt, Hıristiyan Asuri, Ermeni ve Yahudilerden oluşuyor. 1948 yılında İsrail'in kuruluşundan sonra Yahudilerin ezici çoğunluğu İsrail'e göç ettiğinden halen bölgede sadece 300-400 Yahudi bulunuyor. Yüzde 95 Müslüman nüfusun ise yaklaşık olarak yüzde 90'ı Sünni; geri kalan yüzde 10'u ise Şii, Alevi ve Ehli Hak mezhebine mensup. Sünni nüfus içindeki Müslüman Arapların neredeyse tamamı, Kürtlerin %90'ı, bu bölgedeki Türkmenlerin yüzde 60-65'i Sünni. Irak'ın genelinde ise durum farklı, Türkmenlerin yüzde 60'ı Şii. Şii Türkmenlerin çoğunluğu için mezhebi aidiyetleri etnik aidiyetlerinin önünde, bu nedenle Şii Türkmenler, Sünni Türkmenlerden ve Türkiye'den daha çok Şii Araplarla birlikte hareket ediyorlar. Yine bir 'Ğalatı Meşhur' yani, doğru bilinen yanlış olarak Musul Vilayeti denildiğinde sadece bugünkü Musul anlaşılıyor. İşin doğrusu Musul Vilayeti, bugünkü Kürdistan Bölgesel Yönetimi topraklarının tamamı (Duhok, Erbil, Süleymaniye, Halepçe) ile birlikte Musul şehri ve Kerkük'ü de içine alan geniş bir bölgeyi kapsıyor. Kısaca Musul Vilayeti demek Musul şehri ile birlikte Erbil, Duhok, Süleymaniye, Kerkük, Şengal, Tellafar ve Halepçe de demek. Siyasi çekişmelerden dolayı uzun yıllardır, 1957'den beri bu bölgede sağlıklı bir nüfus sayımı yapılmıyor/yapılamıyor. Özellikle Ankara'nın uzun yıllar sistematik olarak Türkmenlere, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı vermesi; Irak'taki Türkmen nüfusu azaltan en önemli etkenlerden biri. Son yıllarda bu azalmayı durdurmak için Türkiye'nin Türkmen politikalarında değişiklik gözlemleniyor. Genel bir yaklaşımla tarihi Musul Vilayeti sınırları içinde bugün; 7 Milyon Kürt (Ezidi Kürtler dahil), 3 milyon Arap, 1 milyon Türkmen ve 300 bin Hıristiyan Asuri (Nesturi), Keldani, Süryani, Ermeni... olmak üzere toplam 11 milyon civarında bir nüfus yaşıyor. Dediğim gibi bu rakamların hepsi tartışmalı, ancak yerinde araştırma ve gözlemlerime göre gerçeğe en yakın olan rakamlar. Olumsuz siyasi ve ekonomik hayat şartlarından dolayı Kürt, Arap, Türkmen, Hıristiyan... halkın ülke dışına göçü de halen devam ediyor. Bugün başta Suriye ve Irak olmak üzere Ortadoğu coğrafyası kesilip biçiliyor. 20'nci yüzyıl başlarında İngiltere ve Fransa tarafından oluşturulan statüko darmadağın olmuş durumda. Eski dikişler patladı ve yeni atılmak istenen/atılan dikişler ise tutmuyor! Tarihi, sosyolojiyi, ekonomiyi, antropolojiyi ve jeopolitik ile reel-politiği göz ardı ederek suyu yokuş yukarı çıkarmak mümkün olmuyor ve mümkün olmadığı gibi, çözüm yerine çözümsüzlüğü; gittikçe daha da derinleştiriyor. Zaten 'Büyük Ortadoğu' zokası ile Ortadoğu'yu cehenneme çevirenler de çözüm yerine, siyasetteki adı 'kontrollü kaos' olan çözümsüzlüğü istiyor. Bizim ise çok güçler arası büyük dengesizliğe, asimetrik savaşa, her türlü olumsuzluğa rağmen; derdimize derman olacak 'gerçek bir çözüm' için çabalamaktan başka bir seçeneğimiz yok. "Durup dururken bu 'Musul Vilayeti' muhabbeti de nereden çıktı, nereden icap etti?" diye soracak olursanız; Haklısınız! Her şeyin bir sebebi ve vakti saati var! 1990'daki Körfez Savaşı'nın üzerinden 30 yıl geçmesine rağmen Irak’ta sular hala durulmadı ve doğru düzgün bir düzen kurulamadı. O tarihten bu yana dillere pelesenk edilen "Irak'ın toprak bütünlüğü" de tarihe karıştı. Her ne kadar kağıt üzerinde Irak'a bağlı gözükse de Kürdistan Bölgesel Yönetimi bağımsız bir devlet gibi davranıyor, fiili durum en hafif tanımla 'gevşek bir konfederasyon' gibi. Musul ağırlıklı Sünniler ise askeri ve sivil devlet bürokrasisinden tasfiye edilmiş durumdalar. Ne kadar arzu edilirse edilsin bu fiili durumun tersine çevrilebilmesi orta vadede bile mümkün görünmüyor. Şiiler üzerindeki yoğun İran ve ABD etkisi işleri daha da içinden çıkılmaz hale getiriyor. Kerkük ve Musul'un da, Kürdistan Bölgesine katılımıyla; kuzeyde daha istikrarlı, sosyo-kültürel ve tarihi zemine de uygun bir yönetim bugünkü şartlarda; 'en rasyonel çözüm' olarak gözüküyor. Musul Vilayeti'nden bu kadar bahsetmemin sebebi bu. Benim önerim; Musul, Erbil, Süleymaniye ve Erbil merkezli 4 Eyaletten oluşacak bir 'Kürdistan Bölgesel Yönetimi' kurulması. "Kerkük ve Musul'u anladık da Erbil ve Süleymaniye'yi niye iki ayrı eyalet olarak düşünüyorsun?" diye soracak olursanız; Erbil ve Süleymaniye arasında (Barzani ve Talabani) halen de sürmekte olan ezeli güç mücadelesi hiçbir zaman tek merkezli bir Kürdistan yönetimini mümkün kılmadı. Bir ara Erbil ve Süleymaniye'de fiilen iki ayrı hükümet bile kuruldu. Bugün de ne kadar üstü örtülmeye çalışılırsa çalışılsın durum aynı şekilde devam ediyor. Kerkük'ün Kürt, Türkmen ve Araplardan oluşan yapısı ile Musul'un tarihsel olarak bir Arap şehri olması ve vilayet nüfusunun yüzde 70'inin Araplardan, yüzde 25'inin Kürtlerden oluşması 4 eyaletten oluşan bir yapıyı zorunlu kılıyor. 4 Eyalet tabiri yerine 4 ayrı vilayet veya 4 ayrı özerk bölge de denilebilir. İsimlendirmelere takılı kalmamak lazım. 4 Eyaletten meydana gelecek bir Kürdistan bölgesel Yönetimi'nin yaklaşık olarak; Yüzde 60'ı Kürtlerden, Yüzde 25'i Araplardan, Yüzde 10'u Türkmenlerden, Yüzde 5’i de diğer azınlıklardan oluşacaktır. Bu demografik çeşitlilik bir yönüyle aslında Türkiye’nin 'terse çevrilmiş' halidir. Birinde Türkler ötekinde Kürtler çoğunluktadır ve iki yapıdaki benzer çeşitlilik her türlü enfeksiyonun da sigortasıdır. Demografik oranlar birbirinin kontr-garantisidr. Kürtlerin yanı sıra ciddi bir nüfus oluşturduklarından, Arapların ve Türkmenlerin klasik bir ulus devlette olduğu gibi kimlikleri, hak ve özgürlükleri göz ardı edilemeyecek 3 resmi dilli bir yapı ortaya çıkacaktır. Yıllardır yok kabul edilen Türkmenler böyle bir yapıda derli toplu ve güçlü bir temsile, Türkiye ile entegrasyona kavuşacaklardır. Turgut Özal'ın bölge ile ilgili düşüncesi de aşağı yukarı bu doğrultuda idi ve onun içindir ki Mesud Barzani ve Celal Talabani'ye Türkiye Cumhuriyeti'ne ait diplomatik pasaportlar verdi. Bağdat ile yol yürünememesi durumunda bu yapının Türkiye ve Bağdat'a dost bir bağımsız devlete dönüşmesi de desteklenmelidir. Tabii ki bu yönetimin Türkiye ile dost ve kardeş bir ilişki içinde olma zorunluluğu vardır. Türkiye razı olup, bizzat bu oluşumu desteklemedikçe bu yönetimin oluşması ve yaşaması mümkün değildir. Türkiye'nin de, bölgedeki halklarında geleceği bu çözümdedir. Dört bir yandan yükselen tartışmaları ve itiraz seslerini duyar gibiyim; 1. Bu öneriye en fazla karşı çıkacak olanlar öncelikle Ahmet Agayef, Zeki Velidi Togan, Nihal Atsız çizgisindeki Türk milliyetçileri olacaktır. Şemseddin Sami'nin Kamusul Alamı'na göre bile Kerkük Vilayeti'nin dörtte üçünün Kürtlerden oluştuğunu kabul etmeyen ve 100 yıldır Kerkük'ün, diktatör Arap yönetimlerinin zulmü altında kalmasına, Kerkük petrollerinin İran'a gitmesine ses çıkarmayan; İslam ile Türk milliyetçiliği arasında kalmış bazıları da bu karşı çıkanlara destek vereceklerdir. 2. İkinci itiraz hiç bir şekilde Araplar ve Kürtlerle bir entegrasyon istemeyen ulusalcı laiklerden gelecektir. Bu kesim CHP'nin ana gövdesini oluşturmaktadır ve değişim, dönüşüm isteyen Kılıçdaroğlu'na da direnç göstermektedir. İngiltere ile Kurtuluş Savaşı sürerken kurdukları ittifakı Lozan'da perçinleyenlerin, 1926'da sözlerini yerine getirerek Musul'u teslim edenlerin; bugün bunun aksi bir siyaseti desteklemeleri mümkün değildir. 3. Marjinal Türk solunun ipoteği altındaki ulusalcı Kürtler de mevcut ihtiyaçlara, çağın gidişine ve bizzat Kürtlerin maslahatına uymayan ideolojik bagajlarından dolayı bu çözüme (Türkiye ile dost ve entegrasyon içindeki bir Kürdistan'a); "Türkiye'nin 'neo-emperyal' hayallerine hizmet edecek" benzeri söylemlerle, halkı yanıltarak karşı çıkacaklardır. Bu kesimin PKK üzerinde de ciddi bir etkisi vardır. Halbuki, Öcalan'ın da sıkça dile getirdiği 'Ortadoğu Halklar Konfederasyonu' fikri böylesi oluşumlardan geçmektedir. Bölgeyi dini etnik ve mezhebi olarak bir birinden ayırmak mümkün değildir. Bölgede dinler, diller, mezhepler ve mesafeler iç içedir. Kerkük, Erbil arası 95 kilometre, Erbil, Musul arası ise sadece 85 kilometredir. 4. ABD, İsrail, İran, Rusya... Türkiye destekli ve Türkiye'nin garantörlüğünde oluşacak, kendilerinin dışlanacağı bir yapıyı istemeyeceklerdir. Bu karşı koyuş, AK Parti'nin Suriye'de basiretsizce tek başına savaştığı gibi değil; ancak ekonomik ve siyasi 'hisselerin' realist ve doğru bir şekilde dağıtılması ile aşılabilir. Bölgede emelleri olan devletlerle akılcı bir pazarlık ve paylaşım diplomasisi yürütülmelidir. Bu da ferasetli siyasetçilerle, son derece donanımlı diplomatların işidir. "Nasıl bir öneri getirdin ki MHP, CHP, Vatan Partisi, HDP (Tabanı değil, yöneticilerinin önemli bir kesimi) ve PKK'yi (Aynı şekilde bir kısmı) yan yana getirmeyi becerebildin?" diyebilirsiniz. Ayrıca, "Bütün yanlış ve eksikliklerine rağmen hala Türkiye'nin birinci partisi olan AK Parti ve çoğunluğu kendini ümmetçi zanneden milliyetçi 'İslamcılar'; Turgut Özal'ın gerçekleştiremediği bu hedefi gerçekleştirebilecek basiret ve cesareti gösterebilecek; Kürtlerin Suriye ve Irak'ta içinde dominant olarak yer alacakları bir statüyü kendi varlıklarına bir tehdit olarak algılamaktan vazgeçebilecekler midir?" sorularını da sorabilirsiniz. İçte ve dıştaki çok güçlü bütün bu direnç noktalarına rağmen; tarih, coğrafya, sosyoloji ve 'suyun akışı' bizden yanadır. Halkların isteği ve yararı bu yöndedir. En büyük avantaj budur. Bu çözüm tüm Ortadoğu ile entegrasyonun da başlangıcı olacaktır. Türkiye'nin büyük bir kesimi 3 milyon 200 bin nüfuslu Bosna Hersek'i, Sırplarla savaşarak bağımsızlığını elde eden bir İslam Cumhuriyeti zannetmektedir. Halbuki, Bosna Hersek Cumhuriyeti; 2 özerk cumhuriyet (Basna Hersek ve Sırp cumhuriyetleri) ile özel statüye sahip bir bölgeden (Brcko bölgesi) olmak üzere 3 ayrı yönetimden oluşmaktadır. Bunca etnik arındırmaya rağmen Bosna içinde Sırplar ve Sırplar içinde de Boşnaklar bulunmaktadır. Müslüman Boşnaklar, nüfusun ancak yüzde 50'sidir ve geri kalan nüfusun yüzde 30'u Sırp ve yüzde 15’i Hırvat'tır yüzde 5'i ise diğer azınlıklardandır. Cumhurbaşkanları dönüşümlü olarak Müslüman Boşnak, Ortodoks Sırplar ve Katolik Hırvatlardan seçilmektedir. Türkiye Devleti'ni yöneten her partiden devlet adamları artık nihai bir karar vermek zorundadır. Ortadoğu'da Kürtler, sürekli olarak Türkiye'nin bütünlüğünü tehdit eden bir 'düşman' unsur mu; yoksa dün olduğu gibi bugün de geleceği birlikte inşa edecekleri dost ve kardeş bir unsur mudur? Aynı soru Kürt siyasetçilerin tamamı için de geçerlidir. Hak ve özgürlükler, emperyalistlerin desteği veya emperyalistlerle birlikte Türkiye ile savaşarak mı elde edilecektir; Yoksa uzun ve zahmetli bir yol olmasına rağmen Türkiye toplumu ikna edilerek, tüm Türkiye toplumu ile birlikte mi elde edilecektir? 20 yıl sonra 2040'ta darmadağın olmuş bir Ortadoğu ile bütün enerji ve sinerjisini tüketmiş bir Türkiye yerine; 100 milyonluk nüfusunun; 10 milyonu Arap (Türkiyeli ve Suriyeli) 25 milyonu Kürt ve 65 milyon Türk'ten (Türkleşmiş Kürt, Türk, Arap, Boşnak, Arnavut, Çerkes...) oluşan, Kürdistan'la entegrasyonunu sağlamış ve diğer Ortadoğu ülkeleri ile de entegrasyon sürecinde olan bir 'Demokratik Türkiye' Avrupa Birliği benzeri bir Ortadoğu Birliği'nin lokomotifi olacaktır. Türkiye'nin her türlü fobilerini yenerek, korkmadan ve çekinmeden, özgüvenle ayağa kalkmaktan ve bin yıldır birlikte tarih yazdığı Kürt kardeşlerine güvenmekten başka bir seçeneği bulunmamaktadır. 100 yıldır 'Misakı Milli' edebiyatı ile Kerkük hayalleri kuran Neo-Osmanlıcılar da kesinlikle bilmeliler ki Son Osmanlı Meclisi'nin kabul ettiği ve Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin de kabul ettiği Misakı Milli'nin sınırları Ortadoğu'da Türklerin ve Kürtlerin yaşadıkları coğrafyanın tamamıdır. 23 Nisan 1920'de kurulan TBMM'nin Birinci Meclis tutanaklarında da yer alan "Kürtleri dışta tutan ve eşit ortak olarak kabul etmeyen bir yaklaşım hayalden öte bir şey değildir.' Ayrıca bu büyük birlikteliğe aynı bölgede yaşayan Araplar ve diğer halkları da ortak etmeden bir sonuca ulaşmak mümkün değildir. Gerisi kaos, kargaşa, boğuşma, debelenme, savaş, sefalet ve perişanlıktır. Acilen nitelikli ve namuslu Türk, Kürt, Arap... çaplı devlet adamları aranmaktadır! *Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir. © The Independentturkish |