Ortadoğu NATO’su?

Taha Kılınç, Ortadoğu(İslam) NATO’su mevzuunda, siyasetçilerin ve devlet başkanlarının değil, bunların etkisi altında kalmayacağını öngördüğü sivil irade sahibi mütefekkir ve âlimlerin inisiyatif alması gerektiğini belirtiyor.

Ortadoğu NATO’su?

Amerikan CNBC televizyonundan Hadley Gamble’a konuşan Ürdün Kralı İkinci Abdullah, “Bir Ortadoğu NATO’su kurulması fikrini destekliyorum. Bu konuyu ilk gündeme getirenlerden biri zaten benim” dedi. Ürdün olarak, NATO ile birçok konuda on yıllardır “omuz omuza” çalıştıklarını da hatırlatan Kral Abdullah, “Kendimizi Kuzey Atlantik İttifakı’nın doğal bir parçası olarak görüyoruz” değerlendirmesinde bulundu. Kral, konuya dair şunları ifade etti: “Böyle bir çatı ittifak kurulabilir, hatta kurulmalıdır. Ama misyonu, vizyonu, çerçevesi ve kapsamı net biçimde belirlenmelidir. Böyle yapılmazsa, bölgenin karmaşasını daha da artırır. Güvenlik ve askerî işbirliği dışında, Ukrayna’da yaşanan savaş sebebiyle Ortadoğu ülkeleri kendi aralarında yardımlaşmaya ve birlikte çalışmaya çoktan başladılar bile. Bir araya geliyoruz ve birbirimize nasıl yardım edebileceğimiz hususunda kafa yoruyoruz. Yardımlaşma, içinde bulunduğumuz bölge için oldukça sıra dışı bir manzara. Geldiğimiz noktada, petrolü olup da buğdayı olmayan ülkeler de yardıma ihtiyaç duyuyor. Hiç kimse savaş ve çatışma istemiyor.”

Petrol veya doğalgaz türünden herhangi bir doğal kaynağa sahip olmayan, bölgesel ve uluslararası dengeler vesilesiyle ayakta duran, varlığını ekonomik yardımlar ve dış destek sayesinde sürdüren bir devletin başkanı bu tarz cümleler kurduğunda, elbette “Peki, Ortadoğu NATO’su mümkün mü?” sorusunu sormak gerekiyor. Zira Ürdün, böyle bir projeye liderlik edecek vasıfları haiz değil.

Tarih boyunca olduğu gibi günümüzde de dış etkilere son derece açık bulunan Ortadoğu, ideolojilerin ve onları temsil eden devletlerin savaş alanı durumunda. Bir yanda İran’ın bayraklaştırdığı ve bölgeye sirayette motor haline getirdiği Şiîlik, diğer yanda İsrail’in işgal ideolojisi Siyonizm, bu hengâmede son nefesini vermemek için çırpınan Arap milliyetçiliği, son yıllarda yaşanan gelişmelerle etkisi kırılmaya çalışılan ümmetçilik… Tüm bu çevrelerin birbirinden farklı çizgilerdeki yabancı müttefik ve hamileri: ABD, Avrupa, Rusya ve hatta Çin… Şiîlik ve Siyonizm, reaksiyoner tavırlarıyla birbirlerinin varlık sebeplerine ve yöntemleri itibariyle karbon kopyalarına dönüşürken, İran cephesi Müslüman halklar nezdinde sempati toplamaya odaklı; İsrail ise daha çok ekonomik ve siyasî elitler nazarındaki mevkiini kuvvetlendirme peşinde. Şimdiye dek, kısmen başarıya ulaştıkları noktalar yok değil.

Böyle kaotik bir atmosferde, “Ortadoğu NATO’su”nun imkânı da ortadan kalkıyor haliyle. Sadece İsrail-Filistin meselesi ele alındığında bile, Ortadoğu’yu ilgilendiren temel problemler için kolay bir çözümün bulunmadığı anlaşılır:

Filistin etrafında yumaklanan sorunların kökeninde, Müslüman dünyanın zihninde yer alan tanımlardaki farklılıklar yatıyor esasen. Her ülkenin Filistin tasavvuru farklı. Her ülkenin krize bakışı farklı. Her ülkenin önceliği farklı. Her ülkenin hassasiyet alanı farklı. Dolayısıyla, her ülkenin çözüm önerisi ve hareket noktası da farklı. Ortadoğu’nun Müslüman aktörleri bir masanın etrafına oturup Filistin’i konuşmaya ve tartışmaya başlasalar, konu birkaç dakika içinde kimin ne kazanacağına dayanıyor. Hal böyle olunca, Filistin mücadelesinin tarihi, “Sırf rakibi kazanmasın diye çözümü kasten ve ısrarla engelleyenler”le dolu.

(Sözünü ettiğim durumun Ortadoğu ve Müslüman dünyaya has olmadığını da hatırlamak lazım elbette. Rusya’nın Ukrayna’ya şubat ayında başlattığı ve halen sürdürdüğü işgal operasyonu, Batı’nın böylesine kritik bir problemi çözmekten aciz olduğunu gözler önüne serdi. Burada da aslında problemin temelinde aynı şey yatıyor: Her ülkenin, meseleye bambaşka bir noktadan ve kendi pozisyonunu koruma önceliği çerçevesinden bakması. Dünyanın, hiçbir şey yapamadan, Çeçenistan ve Suriye’deki manzaraların tekrarını donuk bakışlarla izlemek zorunda kalması bu yüzden.)

“Ortadoğu NATO’su” imkânsız ise de, Müslüman dünyanın düşünen akılları, günden güne üst üste yığılan devasa problemler için çözüm üretme yönündeki kararlılıklarından vazgeçmemeli. Kaldı ki, bu ameliye zaten siyasetçilerden veya devlet başkanlarından evvel, sivil iradeli münevverlerin, mütefekkirlerin ve âlimlerin işi. “Sivil iradeli” sıfatını özellikle önemsiyorum. “Gündemin seline kapılmadan, duruşunu konjonktüre göre ayarlamadan ve geçici şeylerle oyalanmadan” vurgusuyla…