İslam dünyasının, içine girip birkaç yüzyıldır bir türlü çıkamadığı bunalımının kökünde, zamanla olan ilişkisi ve özeleştiri kültüründen yoksun oluşu yatmaktadır. Ruhumuzda olduğu kadar toplum planında da gündeme getiremediğimiz problemler ve sorunlarla yüzleşmediğimiz sürece bir çıkış noktasını bulmak mümkün değildir.
Yaradılışın işleyişinde gizlenen bir özelliktir eleştiri. Her oluş, özünde kendi eleştirisini de beraberinde getirmektedir. Eleştiride ölçü, insanın kendini eleştirilenin yerine koyması olmalıdır. Her doğuş, her oluş ve her silkiniş, dışla karşılaşınca ve dışın direncine uğrayınca, kendi konumunu saptayacaktır kuşkusuz. Böylece her ortaya koyuş, asgari bir eleştiriyi de beraberinde getirecektedir.
Hayat, hakikatin şekillerini yanlış çizen, kuru bir harita değildir. Canlı bir görüntü olarak insanın gözü önünde bulunmalıdır daima. Hayat, sadece var olmak değil gelişip olgunlaşmaktır. Tam ve kâmil bir makam değil daima tamamlanabilecek ve kemale yaklaşan bir kıymettir hayat… Durgun, statik, sakin ve değişmeyen bir varlığı, evrende bulmak imkânsızdır. Her şey, daha daimi bir akış, bir gelişme ve bir değişmeden ibarettir. İnsan, hayat ırmağının hareketine pasif olarak tahammül edemiyor, o, ırmağı yaratmağa yardım ediyor.
Toplumsal yapıyı değiştirecek olan insan, her şeyden önce kendisini değiştirmeli ve “gerçek iman”la”salih amel”i dayanak noktası kabul etmelidir. Yüzyıl önce bu duruma işaret eden Pakistanlı Dr. Muhammed İkbal: “Okuldan ve medreseden hüzünle ayrıldım. Oralarda hayatı, sevgiyi ve hikmeti bulamadım. Okuldaki öğretmenler basiretlerini yitirmiş ve zevkleri öldürmüşlerdir. Tekke ve zaviyelerdeki şeyhlerin ise himmetleri kısa, istekleri sönük ve ilimleri azdır.”
Peki bu durumda ne yapmalı? İnsanın alın yazısını – İslam’daki gerçek anlamıyla- yorumlayarak, sosyal sistemi değiştiren, uyanık, özgür, yapıcı, seçme yeteneğine sahip sorumlu kimselerin yetişmesini sağlamak zorundayız. Bunu yapmadığımız müddetçe, hiçbir şeyin çözülemeyeceğini kabul etmek zorundayız ve deyim yerinde ise, şapkayı önümüze koyup derin derin düşünmek gerekmektedir.
Bu ülke, ağzına kadar maddeye batmış tarikat şeyhlerinin devlet idaresinde söz sahibi olmaları, ya da yüz yıldır tekrar edile edile insana usanç veren Kemalizm slogan ve klişeleşmiş sözleriyle düzelmeyeceği gün gibi aşikârdır.
Karamsarlık ve umutsuzluğa batmış olup adeta zamana küsmüş ve gelecekten hiçbir beklentisi bulunmayan psikolojik durum içindeki halkımıza, aşk, sevinç, yaşama ve yaşatma azmi aşılayan, saygı ve kardeşlik duvarlarını ören ve muhteşem bir medeniyetin yapısını yükseltme tutkusunu egemen kılan duygu, idarede adaletli davranma ve halklara özgürlük duygusunu vermekten geçer.
Eleştirmede ölçü, insanın kendini, eleştirilenin yerine koyması olmalıdır. Şartları hesaba katmak, eldeki imkân ve hesapları iyice hesaplamak, yani adaletten ayrılmamak, eleştiri ahlak ve sağlığının temel unsurudur. Eleştiriden korkmanın yeri yoktur. Aslında eleştiri, kale alınmak demektir.
Bir toplum, sorumluluğa duyarlı insanların topluluğu olduğu sürece her zaman olumsuz eylemlerden daha az etkilenmiş ve daha az zararla işin içinden çıkmayı başarmıştır. İslam Medeniyeti Tarihi, en ağır şartlarda bile, seçkin insanların nasıl görev üstlendiğini sınırsız örnekleriyle doludur. Bunun içindir ki Akif: “Gitme ey yolcu beraber oturup ağlaşalım
Elemim bir yüreğin kârı değil paylaşalım.”
Der. Bugün iktidarın yapması gereken çok şey vardır. İdealist bir gençlik yetiştirmedi, yetiştiremedi, treni kaçırdı ne yazık ki… Doğu ve Güneydoğu’daki halkın istek ve arzularına kulak vermeli ve bir de ülkenin içinde bulunduğu ekonomik sıkıntılara çare bulunmalıdır. Ülke insanı, iki arada bir derede kalmış bulunmaktadır. Bir yandan ırkçılar, öbür yandan Kemalistler.