Aslında bu yazı, bundan önceki iki yazımla birlikte, “Hep güçlüden yana” ortak başlığıyla bir üçleme gibi de okunabilir.
Hatırlarsanız, ilk yazıda biri Hürriyet’ten (Fatih Çekirge) öbürü Sabah’tan (Şebnem Bursalı) iki köşe yazarının Emine Erdoğan övgülerini, Emine Erdoğan’ın ‘makbul sayılmadığı’ günlerdeki performanslarıyla karşılaştırmıştık. O günlerde o günlerin güçlüsünün yanında, Emine Erdoğan’ın karşısındaydılar, bugün de bugünün güçlüsü Emine Erdoğan’ı övgüye boğuyorlardı.
İkinci yazıda, bu defa Fatih Çekirge’nin bugünkü Amerikan karşıtlığıyla 20 yıl önceki Amerikan muhibliğini karşılaştırmış, güçlüden yana olmanın ‘dış’ versiyonunu hatırlamıştık.
Şimdi, gerek Cüneyt Özdemir’in belgeselinin çağrışımlarının, gerekse de bazı okurların “yalnız Fatih Çekirge mi öyleydi” serzenişlerinin teşvikiyle, ABD’nin Afganistan ve Irak savaşları karşısında merkez medyanın öteki aktörlerinin performanslarından kısa hatırlatmalarla karşınızdayım; “Hep güçlüden yana” üçlemesinin son yazısı…
“Bayanlar baylar, Ortadoğu’ya hoş geldiniz…”
Tabii ki Ertuğrul Özkök’le başlamak lazım ve de onun “Bayanlar baylar, Ortadoğu’ya hoş geldiniz” yazısıyla başlamak lazım.
Ertuğrul Özkök 22 Ağustos 2012 tarihli bu yazısında, Gaziantep’te çok sayıda can kaybına mal olan IŞİD’in terör saldırısını hatırlatıyor, Türkiye’yi “Ortadoğu bataklığına sürükleyen” iktidarı kınıyordu. İşte buyurundu, onlar Ortadoğu’ya gitme hayalleri kurarlarken Ortadoğu Gaziantep bombası olarak Türkiye’ye gelmişti: “Baylar ve bayanlar… Sivil meydanlarda bombaların patlatıldığı Ortadoğu’ya hoş geldiniz. Artık gırtlağımıza kadar Ortadoğu’dayız…”
Bu satırları okuyan biri, emperyalizmin çıkarları doğrultusunda ülkesinin ordusunu başka ülkelerin üzerine süren ve böylece ülkesinin bağımsızlığını tehlikeye atan siyasetçilere karşı duran bir “Misak-ı Milli barışçısı”yla karşı karşıya olduğunu düşünebilirdi… Fakat yazarının 2001-2003 yılında yazıp çizdikleri, onun sadece 10 yıl önce sıkı bir “Ortadoğu’ya dalalım”cı olduğunu gösteriyor.
Ertuğrul Özkök’ün yayın yönetmenliğini yaptığı gazetenin (Hürriyet) Türkiye’nin Ortadoğu’da “askere alınması” için 2001-2003 arasında ne diller döktüğünü; “gırtlağımıza kadar” Ortadoğu’ya dalmamızın neden “menfaatimiz” icabı olduğunu; ABD’nin bölgeyi dizayn faaliyetinde neden “ön safta” olmamız gerektiğini nasıl ballandıra ballandıra anlattığını unutanlar için birkaç hatırlatma:
“Biz de Kuzey Irak’a gireceğiz”
11 Eylül 2001 saldırılarından hemen sonra ABD, başta Afganistan ve Irak olmak üzere dünyanın bütün “kötü”lerine karşı dünyanın bütün “iyi”lerini savaşa çağırmaya başlamıştı. Saldırılardan sadece altı gün sonra (17 Eylül 2001), henüz Türkiye Cumhuriyeti devletinden hiçbir ses çıkmamışken Hürriyet’in birinci sayfasında şu sevindirik başlıkla karşılaştık: “Biz de Kuzey Irak’a gireceğiz…”
Müjdeli habere göre bu işi Türk ve ABD birlikleri birlikte kotaracaklardı.
Haberin kaynağı, İsrail’den yayın yapan, spekülatif-manipülatif yayınlarıyla ün salmış istihbarat sitesi DEBKAfile idi…
Böyle bir haberi, kaynağının şaibeli performansına atıfla ve mesafeli bir duruşla değil de sevincini gizleme gereğini duymadan yayımlaması, Hürriyet’in Türkiye’nin ABD’yle birlikte Ortadoğu’ya yalınkılıç dalması yönünde bir yayıncılık yapacağının ilk işareti oldu. Nitekim sonrasında her şey bu işaret doğrultusunda gelişti…
“Ön safta ol, parayı al”
O yıllar, merkez medyanın hükümet kurup hükümet yıktığı şımarıklık yıllarıydı… Bu ruh hâli, merkez medya yöneticilerini, zaten sorunlu olan tercihlerini ve sözlerini en inceliksiz, en küstah tonlarda dile getirme konusunda kışkırtıyordu.
Mesele “para” ve “para kazanma” olunca, bu inceliksiz ve küstah üsluba başvurmanın cazibesi sanki daha da artıyordu…
Hürriyet’in 21 Eylül 2001 tarihli nüshasının manşet haberi, bu hâlin zirvelerinden birini oluşturuyordu: “Ön safta ol parayı al.”
Gazete bu manşeti, Uluslararası Para Fonu Başkanı Köhler’in “Terörizmle savaşta ön safta yer alan Türkiye’ye büyük destek vereceğiz” şeklindeki sözlerinden kotarmıştı.
Özkök hükümeti paylıyor: “Kıvırtmayın”
Gazetenin manşetten “ön saf” müjdesini verdiği gün, genel yayın yönetmeni de “Bush’a itidal mektubu” gönderme teşebbüsünde bulunan hükümet yetkililerini paylamakla meşguldü… Yayın yönetmeninin tek tesellisi, mektubun, hazırlanmasına rağmen gönderilmemiş oluşuydu. “O mektup iyi ki gönderilmedi” başlıklı yazısında Özkök şöyle diyordu:
“Bana anlatıldığı kadarıyla mektup, Başkan Bush’a destek verici değil, daha çok uyarıcı bir anlayışla kaleme alınacaktı. (…) Ancak dün Çankaya’da yapılan zirveden sonra bu mektup birden buharlaştı. Mektuptan vazgeçildiğini öğrenince, ilk tepkim şu oldu: ‘İyi ki mektup yazmaktan vazgeçmişler.’ Çünkü böyle bir mektup, Türkiye’nin teröre karşı kararlılığını göstermeyecekti. Tam aksine, kararsızlığını hatta bal gibi ‘kıvırtmasını’ ispatlayan yazılı bir belge olacaktı. O yüzden iyi ki yazılmadı.”
Genel yayın yönetmeni bundan altı gün sonra da (27 Eylül 2001) hükümetin ne yapması gerektiğini, üslubuna varıncaya kadar anlatan bir yazı kaleme aldı.
Özkök bu defa, ABD’yi sertleşmeye teşvik etmiş olmamak için “biraz sessiz kaldıklarını” özel bir sohbette kendisine söyleyen Dışişleri Bakanı İsmail Cem’e sinirlenmişti ve yazıda içini dökmüştü.
“Irak doğumlu Mehmetçik: Irak üç günlük iş…”
“Büyük gazete”nin ABD’nin “sonsuz özgürlük” savaşında Türkiye’nin de “askere alınması” için verdiği bu canhıraş çabanın kuvveden fiile çıkması, yasa gereği ancak Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin (TBMM) vereceği bir kararla mümkün olabilecekti. Dolayısıyla TBMM’deki tezkere oylaması (1 Mart 2003) yaklaştıkça Hürriyet’in heyecanı da arttı. Sadece heyecanı değil ama, pervasızlığı da…
Oylamaya 10 gün kala gazetenin sürmanşetine yerleşen “Irak doğumlu Mehmetçik: Irak üç günlük iş…” başlıklı haber, gazetenin iyiden iyiye zıvanadan çıktığının işareti oldu.
Haber, Hürriyet muhabirinin, kurada Güneydoğu’yu çeken “Mehmetçikler”den biriyle havaalanında ayaküstü gerçekleştirdiği bir söyleşiye dayanıyordu. Doğan Samur adlı erin, annesini teselli amacıyla söylediği “Irak üç günlük iş anne, merak etme” cümlesi Hürriyet’çileri o kadar heyecanlandırmıştı ki, bunu alıp sürmanşete yerleştirmişlerdi.
Yine, “Irak üç günlük iş” diyen erin öyle ayaküstü ağzından fırlatıverdiği “Osmaniye’yi çeken bir arkadaşım, ‘gider, birkaç Iraklı vurur dönerim’ dedi ve gitti” sözleri de birinci sayfa spotlarına yerleştirilmişti.
Her şey kolaydı yani, “leblebi çekirdek”ti… Ortadoğu’ya dalar, ortalığı dağıtır, bu arada burnumuz bile kanamazdı.
Ertuğrul Özkök ve gazetesi bir zamanlar böyleydi işte…
Türkiye’nin Ortadoğu’ya gitmesini savunuyorlardı ama, Türkiye Ortadoğu’ya gitmeden önce Ortadoğu’nun birtakım bombalar suretinde Türkiye’ye gelmesi ihtimali nedense akıllarına gelmiyordu.
Sabah: “Ankara’ya büyük övgü”
Şimdi de dönemin Hürriyet’ten sonraki en etkili iki gazetesinden; Sabah ve Milliyet’ten birkaç örnek verelim…
Üç büyükler, Türkiye’nin, ABD’nin “Sonsuz özgürlük savaşı”nda bu dünya efendisiyle omuz omuza dövüşmesini çok istiyordu.
15 Eylül 2001’de Sabah gazetesi, bu doğrultuda kotarılmış bir umut aşılama, bir “olacak inşallah” haberiyle çıkageldi: “Ankara’ya büyük övgü…”
Fakat habere haber demeye bin şahit isterdi:
“‘İyi ki varsınız’ diyen dünya basını ve finans çevreleri Türkiye’yi alkışlıyor… Daily Telegraph (İngiliz gazetesi): Böyle bir dönemde Türkiye’nin varlığı büyük şans… Schwartzkopf (Körfez Savaşı komutanı): Gerçek dost Türkiye yine bizimle elele… J. P. Morgan (Yatırım bankası): Türkiye’nin önemi artacağı için Türk tahvillerini öneriyoruz… Eurasia Group: Türkiye yeni bir sıkıntı yaşarsa, finans kuruluşları yardıma koşar…”
17 eylülde Sabah’ta yayımlanan “Mekanize Amerikan ve Taliban askeri” başlıklı “haber”, Türk basınında cılız da olsa görülmeye başlayan “Afganistan ve Ortadoğu bataklığından uzak duralım” çağrılarının çanına ot tıkamak ister gibiydi… “Bataklık” falan palavraydı… Gazete, okurlarını buna ikna etmek için, yan yana koyduğu “mekanize Amerikan” ve “mekanize Taliban” fotoğraflarını kıyaslama yolunu seçmişti. Sabah, tatlı tatlı dalgasını geçiyordu “mekanize Taliban” askeriyle: Çorabı yoktu ama “çatışma ânında hızlı hareket etmek için” bisikleti vardı!
“Halk anlamaz bu işlerden…”
Ne var ki basının bütün gayretine rağmen halkta “Amerika’nın savaşı”na asker yazılma yönünde en küçük bir arzu bile yaratılamıyordu. Gerçi Milliyet’in başyazarı Güneri Cıvaoğlu, böyle durumlarda halkın eğilimlerine pabuç bırakılmaması gerektiğini yazmıştı (“Halk savaşa karşı, ama bu yöndeki kararlar halkın duygusal eğilimleri doğrultusunda değil, Türkiye’nin stratejik çıkarları doğrultusunda alınmalıdır”), fakat yine de halkta düşük seviyeli de olsa bir rıza yaratmak gerekiyordu.
“Figüran, pısırık Türkiye istemiyoruz”
Bu amaçla ‘üç büyükler’ elinden geleni yapıyordu ama iş halkta rıza yaratmakla bitmiyordu. Siyaset de “Türkiye’nin çıkarlarının ABD’nin yanında Afganistan’a, Irak’a dalmakta olduğunu” göremiyordu ve bu merkez medya yöneticilerini çıldırtıyordu.
Milliyet gazetesinin genel yayın yönetmeni Mehmet Y. Yılmaz “pısırık Türkiye” istemediğini yazdı:
“(…) Pısırıklığı temel alan politikaları bu nedenle eleştiriyoruz. Rol dağıtımında Türkiye seyirci olmamalı.” (Milliyet, 25 Eylül 2001)
Sabah gazetesi başyazarı Güngör Mengi de Washington’a koşturmakta gecikip Türkiye’yi savaşta figüran derekesine indiren hükümete veryansın ediyordu:
“(…) ABD’nin başını çektiği kampanyanın en ön safında yer tutması gereken Türkiye niçin figüran rolüne razı oluyor? Terör saldırısından hemen sonra müttefik ülke devlet ve hükümet başkanlarının doluştukları Washington’a Türkiye, neden iki haftalık gecikme ile ve Dışişleri Bakanı düzeyinde temsilci gönderdi?” (Sabah, 28 Eylül 2001)
Hep güçlüden yana medyamızın Afganistan ve Irak savaşı günlerindeki performansı işte böyleydi.