Güzel yüzlü Bahadır Odabaşı için…
Bir uyarıyla başlamak istiyorum yazıya. On altı yaşında yaşamına son veren Bahadır Odabaşı’nın anısına kaleme alınan bu yazıyı, zihninde “Ama onlar fetö…” uyarısıyla okuyacak olan varsa, okumasın. Bu satırlar böylesi okur kitlesi için değil, boşa yormasınlar kendilerini.
Geçen hafta, Aysel Tuğluk için yazılıp söylenmemiş ne yazıp söyleyebilirim, durumun perişanlığını, Tuğluk’a çektirilenin boyutunu nasıl, hangi sözcüklerle anlatabilirim diye düşünürken, yirmi yaşında bir genç yaşamına son verdi, Enes için yazdım. Dün, bir diğer konu üzerine kafa yorarken bu kez on altı yaşında bir çocuk, Bahadır Odabaşı’nın canına kıydığını okudum. El kadar çocuklar, yazıya konu oluyor, adlarını hiç bilmememiz gereken çağlarında.
Üzülemiyor bu ülke, öyle görünüyor. Üzüntü samimi bir his, hayal kırıklığı istiyor, değer vermek istiyor, değer verdiği üzebilir insanı, demek ki bir hayali bir değeri olmalı insanın, toplumun, ülkenin, çoluk çocuğun ve yetişkinin; yoksa nasıl kırılacak, nasıl üzülecek, beklentisi olmayan, umudunu yitirmiş insan üzülür mü, toplum üzülür mü, ülke üzülür mü?
Beklenti için, birbirinin gözünü oyma isteği dışında ortak bir ideal gerekiyor, ortaklık, ortak olma, paylaşabilmek, benzer kaygıyı yaşamak, bir kayba birlikte üzülmek, ezilmek, utanmak, mahcup olmak… Bir iç dünyası var insanlığın, yalnızca bilgi ya da bilgisizlikle değil, vicdanı oluşturtan diğer unsurlarla örülmüş, onu sevk eden, onu durduran, onu şaşırtan, onu kızdıran, onu öfkelendirip sakinleştiren bir iç evren. Bu yüzden içimiz yanar, bu yüzden içten sevinip üzülür ve isteriz, bu yüzden içten içe hissederiz bazı şeyleri, bu yüzden içimiz dışımız birdir ya da değildir, bu yüzden kimi insan içlidir, bu yüzden bazen içimizden gelmez…
On altı yaşında bir çocuk yaşamına son verdiğinde, bir an susup kendini dinlemeyi salık vermeli o ‘iç dünya’ her şeyden önce. İnsan utanmalı, insan mahcup olmalı, örneğin o gün yemek yiyeceğinden ya da bir film seyredebilecek olmaktan dolayı iç sıkıntısı yaşamalı, kötü hissetmeli insan, çok kötü hissetmeli… Her ne hesabı varsa görecek, sonra dile getirmeli, ama önce kötü hissetmeli, üzülmeli, çok üzülmeli, çok üzülmeli, üzülecek kadar olsun bir değere, bir ilkeye, bir kaygıya, bir vicdana sahip olmalı, insan.
Enes Kara, kaldığı tarikat evinden, ailesinden ve geleceğine yönelik belirsizlikten şikâyetçi olup kıydı canına. Bıraktığı mektup açıkça bir ihbar mektubuydu, haliyle geniş toplum kesimlerinde infial yarattı. İktidar çevresi, kendilerinden beklendiği üzere yurtlara, bir başka deyişle arka bahçelerine siper oldu, hepsini topladığında bir kişi etmeyen kalemleri, yine beklendiği üzere, yurtları eleştirenleri dinî değerlere saldırmakla vs. itham etti. Bildikleri başka bir şey olmadığından, daha kârlı bir iş bulamadıklarından, aksi yönde bir talimat almadıklarından kuşkusuz. Tecavüze uğrayan çocuklara, yanan çocuklara üzülmedikleri gibi, Enes için de üzülmediler, üzülemezler, üzüntü hissinin filizlendiği iç dünyaya sahip değiller, bu kadarlar çünkü, etleri, butları, sözleri, hepsi bu.
Bahadır Odabaşı, daha da genç, on altı yaşında. Babası KHK ile atılmış ve dört yıldır ‘tutuklu’ yargılanıyormuş. On altı yaşında bir çocuk yaşamına son verdi. On altı yaşında bir çocuk canına kıydı. On altı yaşında bir çocuk umudunu tümüyle kaybetti. On altı yaşında bir çocuk.
On altı yaşında bir çocuk yaşamına son verdiğinde, KHK’lerin sorumluları bir iç sıkıntısı yaşar mı? Mümkün mü böyle bir şey, olabilir mi, en ufak bir mahcubiyet emaresi? ‘Sivil ölüm’ ve ‘ağaç kemirsinler’ ifadelerinin haysiyetsiz mucitlerinde, tırnak ucu kadar pişmanlık duygusu belirir mi? O KHK listelerini, boş kararname sayfalarını imzalayan siyaset esnafında bir rahatsızlık? Peki, içtihadını değiştirip OHAL KHK’lerini incelemeyi reddeden AYM üyelerinde, o büyük hâkimlerimizde, o koca beyinlerimizde, zamanında ‘liberterliği’ hiç kimselere kaptırmayan Zühtü beylerimizde, Yusuf Şevki beylerimizde, küçük bir kafa karışıklığı, rahatsızlık?
Ya bunca garibanın hayatını karartan, belli ki önemli isimleri yurt dışına kaçan, bir kısmı Türkiye’de hâlâ siyaset ve gevezelik yapabilen ‘cemaatçiler’, “Biz ne yaptık, neye yol açtık, nasıl kararttık insanların geleceğini” sorusunu yöneltiyorlar mıdır kendilerine, bir kez olsun?
Muhterem okur,
Adalet, başlı başına değerli bir ilke. Bıkıp usanmadan yinelemek gerekiyor: İnsan, adalete, ‘bir gün bana da gerekir’ diye değil, o ilke eşsiz değerde olduğu için sahip çıkar. Adalet ilkesi, ona hiç ihtiyaç duymayacak yurttaşın koruyup kollamasıyla yaşayabilir.
OHAL KHK’leri anayasaya aykırıdır. İnsanların bu şekilde ihraç edilmesi anayasaya aykırıdır. Bunun tartışılacak bir yanı yok. Bir aykırılık, en sevdiğiniz insan için de en nefret ettiğiniz insan için de, aykırılıktır. Aykırılığı görüp bilip de bunun adını koymayanlar, tanık olduğuna gözünü kapayanlar, ahlaksızdır. Ahlaksızlık onur duyulacak, madalya beklenecek bir insanlık durumu değil.
Cemaatçi olduğu gerekçesiyle KHK’li olanların büyük bir kısmı, sade suya tirit ilişkileri, bağlantıları nedeniyle atıldı, yargılandı, yargılanıyor. On binlerce insanın yaşamı birkaç kararnameyle karartıldı. ‘FETÖ’ suçlamasıyla atılanlar, bu satırlarının yazarından farklı olarak kendi çevresinden bir destek ve dayanışmayla karşılaşmadı. Ben yalnızca işimden gücümden edildim, beş yıldır iş bulmam engelleniyor, iki-üç yıl yurt dışı yasağım vardı vs. Buna mukabil, onların dünyasında olup bitenlerin yanında bizimki hayli hafif kaldı sayılır.
KHK’ler nedeniyle muhafazakârlar içinde olup biteni, insanların çektiğini tahayyül dahi edemezsiniz. Bir günde terörist ilan edildiler, komşuları ilişkiyi kesti, arkadaşları isimlerini rehberden sildi, çocuklarını okuldan almak zorunda kaldılar, alınmayan çocuklar aşağılandı, çiftler boşandı, ev bulamadılar, kredi çekemiyorlar, mesleklerini yapamıyorlar, uzun süre hiç kimseye durumlarını anlatamadılar, avukat bulmakta zorlandılar, onlara farklı tarifeler uygulandı hayli zaman…
Solun ‘dayanışma’ pratikleri pek yoktur mütedeyyin mahallede, kırk yıllık eş dostlarını iki dakikada terk ettiler, perdeyi çekip aralıktan seyrettiler olup biteni. Dün yan yana namaza durdukları arkadaşlarının cezaevlerinde eziyet görmesine sessiz kaldılar. Kazara ya da kayırmayla paçayı kurtaran cemaat sempatizanları ve üst düzey destekçileri ise en şedit cemaat karşıtına dönüştü, üç günde. İçlerinden biri çıkıp ‘vatan hainleri mezarlığı’ dahi önerdi, hatırlarsınız.
Muhafazakâr dünya, on yıllarca atlatamayacağı bir parçalanma yaşadı ve yaşıyor kendi içinde. Biri cezaevinde ölüyor, diğeri siyasette, üniversitede, basında ve iş dünyasında muteber; taş olsa çatlar bu ölçüde adaletsizliğe, taş olsa. Memleket, bir taş duyarlılığına dahi sahip değil.
Bahadır gibi bir delikanlının şu koşullarda yaşadıklarını düşünün. Kimbilir nasıl bir yoksunluk hissetti yıllarca, nasıl küçük görüldü, neler işitti, tutuklu babası için neler söylendi. O yaşta bir çocuk, ne olur da umudu keser hayattan, nasıl bir acı bu, tahmin edebilir miyiz başına gelenleri.
Türkiye’de bir toplum var mı hakikaten, yoksa yalnızca zaman zaman çıkar birlikteliği yapan bir kalabalıktan mı ibaretiz, bilmiyorum. Buna mukabil, tüm bu adaletsizliğin ve acıların ancak milyonların duyarsızlığıyla, sessizliğiyle yaşanabileceğini biliyorum.
Efendim, bu insanların hakkını savununca şunun bunun işine gelirmiş, saflıkmış, onlar sizi savunmazmış vs. Yahu, gidin işinize be!
On altı yaşında hayattan vazgeçen güzelim çocuğa rahmet dilemek dahi ne kadar ağır, ne işi var çoluk çocuğun musalla taşında, olacak iş mi. Çok üzgünüm, üzgün olmayanlar için de, çok üzgünüm.
Kaynak: Farklı Bakış