Ömer Faruk Gergerlioğlu, birartibir.org’da İrfan Aktan’ın sorularını yanıtladı. Söyleşiyi aşağıya alıntılıyoruz.
Her alandaki insan hakları ihlâllerine karşı soru ve araştırma önergeleriyle, kamuoyu oluşturma kampanyalarıyla yürüttüğü kararlı mücadelesiyle iktidarın boy hedefi haline gelen HDP Kocaeli vekili, TBMM İnsan Hakları İnceleme Komisyonu üyesi Ömer Faruk Gergerlioğlu’na, 2016 yılında attığı birkaç tweet gerekçesiyle verilen 2 yıl 6 ay hapis cezası 19 Şubat 2021’de, Yargıtay 16. Ceza Dairesi tarafından onandı ve karar TBMM’ye de bildirildi. “Örgüt propagandası”ndan verilen ceza TBMM Genel Kurulu’nda okunduğu anda milletvekilliği düşecek olan Gergerlioğlu’na bağlanıyor, hedefi olduğu hukuksuzluğu ve uzun yıllardır ödün vermeden, ayırım gözetmeden sürdürdüğü insan hakları mücadelesini dinliyoruz.
Yargıtay’ın onayladığı ve iki buçuk yıl hapis cezasına mahkûm edildiğiniz davanın gerekçesi bir sosyal medya paylaşımınız; o mesajın konusu neydi?
Ömer Faruk Gergerlioğlu: Kürt meselesine adil ve eşitlikçi bir çözüm bulunması gerektiğini bir insan hakları savunucusu olarak yıllardır söyledim. Bu düşüncelerimi Mazlum-Der başkanı olarak söylerken de tepki çekiyordum. Başörtüsü yasağına karşı yaptığımız açıklamalar ve verdiğimiz mücadele olumlu karşılanırken bu konuda açıklama yaptığımızda Kürtçü olarak nitelendiriliyorduk. “Çözüm süreci” başladığı dönemde farklı kesimlerden arkadaşlarla Kocaeli Barış Platformu’nu kurmuştuk ve birçok konuda sivil toplum çalışmaları yapıyorduk. Bunlar ulusal çapta yankı yapmaya başladı, TV programlarına çıktık, sempozyumlar düzenledik. İktidar o dönem bu çalışmalarımıza sıcak bakıyordu. “Çözüm süreci” Akil İnsanlar Heyeti ile sürerken Marmara Çalışma Grubu’nun Kocaeli ziyaretinde mihmandarlık yapmıştım. “Çözüm süreci” akamete uğrayınca da sosyal medya hesaplarımdan barışla ilgili mesajlar vermeye devam ettim. Bunlardan biri de 9 Ekim 2016’da yaptığım bir paylaşımdı. Sembolik bir eylem olarak Türk bayraklı ve PKK bayraklı iki tabutun başında bekleyen annelerin olduğu bir fotoğraftı. Bunu “Analar aynı, bayraklar farklı” mesajıyla paylaştım. Bunun üzerine sosyal medyada ve ana akım medyada bir linç başladı. O dönem SEKA Devlet Hastanesi’nde görev yapıyordum. Linç öyle bir noktaya gelmişti ki, kapıda bekleyen hastaların da bu konuda konuştuğunu duyuyordum, tehditler kapıma kadar gelmişti. 13 Ekim 2016’da Kocaeli Valiliği idari ve adli soruşturma başlattı ve açığa alındım. “Çözüm süreci” devam ederken katkılarımdan dolayı beni göklere çıkartan özellikle AKP ve MHP’li kesimler bu dönemde yoğun bir saldırıya geçti.
Sonra da görevinizden ihraç edildiniz, değil mi?
Evet, 6 Ocak 2017’de de ihraç edildiğimi internet üzerinden öğrendim. Adli soruşturma davaya dönüştü, 21 Şubat 2018’de karar çıktı. Savcı o fotoğrafta suç unsuru bulunmadığını belirtip dosyada yer alan başka bir paylaşım üzerine gitti. T24’te yayınlanan “PKK: Devlet adım atarsa barış bir ayda gelir” haberini Twitter’da paylaşmıştım ve haberde kullanılan, örgüt üyelerinin olduğu bir fotoğraf otomatik olarak paylaşımda çıkmıştı. Bu paylaşım nedeniyle örgüt propagandasından 2,5 yıl ceza verildi. Hâkim zaten talimatlıydı, bizi pek dinlemedi. Öylesine önyargılı bir karar verdi ki, o haberi benim makalem gibi göstermeye çalıştı. Biz kararın usûl yönünden bozulacağını düşünüyorduk, ancak olmadı. İstinaf mahkemesinde onandığında milletvekiliydim. O zamanlar Anayasa Mahkemesi’nin kararı bekleniyordu, ama yargı reformu olunca dava Yargıtay’a gitti. Bir-iki ay içinde Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı onanması yönünde görüş bildirince, hukukçular çok hızlandırılmış bir süreç olduğunu söyledi. Bunun üzerinden bir yıl geçti, bir üyeye karşı dört üyenin kararıyla ceza onandı.
Karşı çıkan üyenin gerekçesi ne?
Usûl yönünden Anayasa’nın 83. maddesine göre, dokunulmazlık gereği vekilliğim başladığı anda yargılama sürecinin durdurulması gerekiyordu. Esas yönünden ise T24’e açılmayan bir soruşturmanın benim için açılmış olması.
Vekilliğinizin düşürülmesi söz konusu mu?
Bu konu hukukçular arasında tartışmalı. Normal şartlarda Anayasa Mahkemesi’nin beklenmesi lâzım. Hatta bu konuda Enis Berberoğlu kararı var. Berberoğlu için bekleme kararı varken benim için bekleme olmazsa bunun Anayasa’ya aykırı olacağını düşünüyoruz. Bu zamana kadarki teamül Anayasa Mahkemesi’nin beklenmesi yönünde, ama karar zaten siyasi. Dolayısıyla, önümüzdeki günlerde kararın Meclis’te okunup o gün cezaevine girmem söz konusu. Anayasa Mahkemesi’nin kararının ne olacağını, sürecin nasıl sonuçlanacağını bilemiyorum.
Enis Berberoğlu kararı lehinize emsal oluşturabilir mi?
Berberoğlu’nun vekilliği düşürüldükten sonra Anayasa Mahkemesi’nin ihlâl kararı vermesi ve sonra vekilliğin iade edilmesi trajikomik bir hadiseydi, bunun tekrarlanmaması gerekiyor. CHP’li bir vekil için bu olurken HDP’li bir vekilde olmamasının izahını birilerinin yapması gerekir. Çünkü toplumsal fay hatlarının kırılma noktasında önemli bir gelişme olur. Bir taraftan da bu karar tamamen siyasi olduğu için hızlandırılabilir de. Ben cezaevine girdikten sonra Anayasa Mahkemesi ihlâl kararı verebilir.
Her kesimin insan haklarını savunan bir milletvekili olarak sizce özellikle mi hedef alındınız?
Özel olarak hedef alındığım belli, bunu herkes söylüyor. Cezaevleri sorunlarıyla yakından ilgilendiğim için Yargıtay’daki yoğunluğu çok iyi biliyorum. Cezaevindeki insanların dosyalarına sıra gelmesi üç-dört yıl sürerken benimle ilgili karar, tutuklu olmamama rağmen, bir yılda verildi. Milletvekilliğim boyunca gözümü budaktan sakınmadım. Netameli konularla ilgilendim, devletin hassas noktalarına dokundum, kaçırılmalar, MİT’le ilgili konular, işkenceler, cezaevi ihlâlleri, hasta mahkûmlar, KHK’liler… Bütün bunlar üzerimde yoğun bir baskı oluşturdu. Meclis Genel Kurulu’nda ne zaman kürsüye çıksam AKP ve MHP vekilleri konuşturmamaya çalışıyor. Sosyal medyada bir taarruz halindeler. Komisyonlarda her türlü baskı var. Zaten ya FETÖ’cü oluyorum ya PKK’li.
Sizce bardağı taşıran damla ne oldu?
Bardağı taşıran damla çıplak arama konusunu gündeme getirmem oldu.
Nasıl başladı bu konu?
31 Ağustos 2020’de “FETÖ” soruşturması nedeniyle gözaltına alınan 26 üniversite öğrencisi kadına Uşak Emniyet Müdürlüğü’nde çıplak arama yapılmış. Gençler gözaltındayken aileler bana ulaşmıştı. Gözaltı süresi bitip de evlerine döndüklerinde aileler sevindi, ama çocuklarının çıplak aramaya maruz kaldığını öğrenmişler, bana anlattılar. Konuyla ilgili 2 Eylül’de soru önergesi verdim. 4 Eylül’de Uşak Emniyet Müdürlüğü açıklama yapmak durumunda kaldı. Ben konunun üzerine gidince başka yerlerden de çıplak aramayla ilgili mağdurların bilgileri gelmeye başladı. 9 Aralık 2020’deki TBMM Genel Kurul konuşmamda tekrar gündeme getirdim. 20 saniyelik bir video var, çok dikkat çekti, gündem oldu. Sonra solculardan muhafazakârlara kadar her kesimden insan, benzer bir uygulamayla karşılaştığını bana yazmaya başladı. Baktım buzdağının altında büyük bir topluluk var. Herkes başına geleni söylesin diye çağrı yaptım. Bunun üzerine sosyal medyada kampanyalar yapıldı. Türkiye’nin gündemi oldu. İktidar cenahı yazarları bunu çarpıtmaya başladı. Bize karşı bir yaylım ateşi başladı. AKP milletvekilleri Özlem Zengin, Mahir Ünal, Ömer Çelik ve İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, beni “FETÖ’cü” olmakla, Pensilvanya’dan talimat almakla suçladı.
İslâmcı cenahın size yönelik öfkesini nasıl yorumluyorsunuz?
Kendi hakkını aramak için çabalamış insanların sıra başkalarının hakkını vermeye, özgürlüğüne saygı duymaya gelince nasıl faşistleştiğini, bu iç hastalığı yıllar önce görmeye başladım. Bu hastalık siyasal İslâm’da da vardı ve iktidar olunca kendini iyice belli etti. İktidarlarını sağlamlaştırmak için demokratikleşme söylemlerine başvurdular, ama samimi değillerdi. Yollar, hanlar, hamamlar yapmakla övünüp insan hakları konusunda sınıfta kalan bir partidir AKP. “Çözüm süreci” bitince herkes safını belirledi. Şimdi çıplak arama dediğimizde karşımıza dikilen Özlem Zengin dün başörtüsü eylemlerinde yer alıyordu belki de. Artık devletleşmiş bir AKP var. Çıplak arama gibi konular umurlarında değil. AKP’ye beyaz Torosları ben mi anlatacağım? Şimdi siyah Transporter’ları çıkartanlar dün beyaz Toroslardan şikâyet edenler.
Çok uzun süredir insan hakları mücadelesinde yer aldığınızı biliyoruz. En başa dönersek, nerelisiniz, nasıl bir ailede, ortamda büyüdünüz?
Urfalı, orta halli, yedi çocuklu bir Türk ailenin altıncı çocuğu olarak 2 Kasım 1965’te Isparta Şarkîkarağaç’ta dünyaya geldim. Urfa’da hiç yaşamadım. Gençliğinden itibaren dindar ve mücadeleci bir insan olan babam veterinerlik fakültesini kazanıp Ankara’ya gidince Sezai Karakoç ve Necip Fazıl Kısakürek’le birlikte Büyük Doğu dergisi camiasında yer almış. Sekülerleştirme girişimlerine direnen ve Kemalist kesimle çekişen bir memur olduğu için hep sürgün yerdi. Taşınma konusunda ailecek rekor kırmış olabiliriz. Rize, Konya, Aydın, Denizli, Antalya’dan sonra, ben ilkokul üçüncü sınıftayken Bursa’ya taşındık ve en uzun orada kaldık. Bursa İmam Hatip Lisesi’nin ardından Elazığ Fırat Üniversitesi Tıp Fakültesi’ni kazandım. 1984-88 arasında oraya devam ettikten sonra, yatay geçiş yaptığım Eskişehir Anadolu Üniversitesi’nde son iki yılı okuyup mezun oldum.
Politikleşmeniz ne zaman başladı, nasıl bir seyir izledi?
Evde Millî Gazete ve İslâmi dergiler okunurdu. Hatta okuma yazmayı bu gazeteyle ilerlettim diyebilirim. Abimler Akıncılar, Millî Türk Talebe Birliği çevresindeydiler. Babamın kütüphanesindeki kitapları okurdum. Babam bana hep “Adil bir insan olman için sana Ömer Faruk ismini koyduk. Hazreti Ömer’i iyi tanı” derdi. Ben de özellikle onunla ilgili kitapları okurdum. O kitaplarda adalet fikri anlatılır. Sonra daha radikal kitaplar okudum, İslâmiyet’in aslında uygulamada gördüğümüz gibi milliyetçi-muhafazakâr bir yapısı olmadığını öğrendim. Bu kitaplarda İslâmiyet’in devrimci özellikleri anlatılıyordu. Örneğin Ahmet Naim’in İslâm’da Irkçılık Yoktur risalesi beni çok etkilemişti.
Kürt meselesine dair duyarlılığınız nasıl oluştu? Evde bu konu konuşulur muydu?
O dönem bizim evde esen genel hava “din düşmanlarına karşı dinimizi korumak” yönündeydi. Kürt meselesinde dindarların klasik mottosu ise “ümmet-i Muhammed kardeştir” şeklindeydi. Okuduğum kitaplar ve takip ettiğim güncel olaylar nedeniyle hem dinen hem vicdanen ırk ayrımının kabul edilemez bir şey olduğu fikri bende 13-14 yaşlarındayken oluşmaya başladı. Görüşlerim ailemin görüşlerinden gittikçe farklılaşıyordu. Kürt meselesi bizim evde bir gündem değildi. Ama ben Seyyid Kutup, Ali Şeriati gibi isimlerden etkilendiğim için daha sahih bir İslâm düşüncesine yönelmek gerektiğine inanıyordum. İslâm’ın ilk dönemlerinde Arap olmayan Müslümanların uğradığı ayrımcılıkları inceledim. Bunlar bende bir hassasiyet oluşturdu ve bu dini, bu toplumu kokuşturan şeylerin başında etnik ayrımcılığın geldiği fikri zihnimde yerleşmeye başladı.
Üniversite yıllarınızda politik hareketler içinde yer aldınız mı?
Hayır. Üniversite yıllarında hem derslerime çok çalışır hem de yine İslâm üzerine okurdum. Okuduklarım üzerine notlar alır, yazılar yazar, fikirler geliştirir, tartışmalara katılırdım. Bunların bana çok katkısı oldu. Aktif siyaset yapmadım, ancak öğrenci evlerinde katıldığım sohbetlerde Kürtlere karşı ayrımcılık yapıldığını artık açıkça söyleyebiliyordum. Tabii Kürt meselesi İslâmi cenah açısından sıkıntılı bir konuydu. Hem PKK’nin seküler bir yapısı var hem Hizbullah’la çatışıyor… Ben yenilikçi bir İslâm anlayışındaydım, bu yönde tartışıyordum. Yani, bu meselenin adalet temelinde çözülmesi gerektiğini düşünmüşümdür her zaman.
Gençlik yıllarınızda tanıştığınız, sonra siyasette karşı karşıya geldiğiniz AKP’li olan arkadaşlarınız var mıydı?
Girişim dergisi çevresinde Mehmet Metiner vardı. Kürt meselesi Girişim dergisi için önemli bir konuydu, çünkü dergi İslâmcı Kürt gençler tarafından kurulmuştu. İslâmi düşüncenin derinliklerine inilmesine inanan, canlı bir dergiydi. İhsan Eliaçık ile de o dönemden tanışıklığımız var. Geleneğin dini çok kirlettiğini, sosyolojik ve etnik konularda 20. yüzyılın ihtiyaçlarına uygun İslâmi çözümler bulunması gerektiğini düşünürdük. O dönemin Türkiye’sinde, başörtüsü ve imam hatip sorunları olduğu için Türk ve Kürt Müslümanlar kenetlenme içindeydi. Daha sonra, bir kısmı gelenekselleşmeyi, kendi çıkarları için kapıkulu olmayı tercih etti, ama İhsan Eliaçık gibi isimler “İslâmiyet’in özü nedir ve bu çağa nasıl hitap edebilir?” sorularını sormaya devam etti.
Mezun olduktan sonra nerelerde çalıştınız, neler yaptınız?
Kurada ilk görev yerim Iğdır’ın bir köyüne çıktı. Orada bir yıl sağlık ocağında hekimlik yaptım, hem hayat tecrübesi hem de çok iyi dostluklar edindiğim bir yıl oldu. Bir Kürt köyüydü, az sayıda Azeri de yaşıyordu. Benden önce tayini çıkan herkesin hemen ayrıldığı köyde, idealist bir hekim olarak, bir yıl görev yaptım. İçinden yılan çıkacak kadar bakımsız kalmış sağlık ocağını iyileştirdim, laboratuvar aletleri aldırdım. Köy halkıyla yakınlaştık. Bu dönem, Kürt meselesi hakkındaki fikirlerim netleşti. Artık İslâmi camiaya aykırı biçimde düşünüyordum. Hiç unutmam, Türkçe bilmeyen yaşlı bir hastaya yaşını sorduğumda “Ben yaşımı bilmem, ama Zilan’da Kürtleri kestikleri yıl doğmuşum” demişti. Bu kadar derin ve hayati Kürt meselesi oralarda.
Mazlum-Der’le yolunuz nasıl kesişti?
Iğdır’dan sonra tayinimi Bursa’ya istedim. 1993’te evlendim, bir kızımız oldu. İstanbul Süreyyapaşa Göğüs Hastalıkları Hastanesi’nde ihtisas kazandım ve 1995-2000 yılları arasında ihtisasımı tamamladım. Bursa’ya dönmek istedim, ama kadro olmadığı için Kocaeli Bölge Hastanesi’ni yazdım. Siyaseti, insan hakları konularını ve Mazlum-Der’in çalışmalarını da takip ediyordum. Mazlum-Der başörtüsü meselesinde İnsan Hakları Derneği’nden (İHD) bekledikleri desteği göremeyen Kürt ve Türk İslâmcılar tarafından 1991’de kurulmuştu. Mazlum-Der’in taşıdığı yenilikçi İslâm anlayışı ve Türkiye gerçeklerine çözüm bulma çabası beni cezbediyordu. Başta başörtüsü ile din ve vicdan özgürlüğü meseleleri vardı, ama Kürt meselesiyle de yakından ilgiliydi. İslâmi camiada Mazlum-Der Kürtçü ve radikal bulunurdu, ama başörtüsü hatırına katlanıyorlardı. 2003’te, Mazlum-Der Kocaeli Şube Başkanı görevi bana devretti. Bir yenilenme dönemi başlattık. Her cumartesi 12.30’da Kocaeli İnsan Hakları Anıtı önünde başörtüsü yasağına karşı basın açıklaması yapıyorduk. Bir gün İHD’den arkadaşlar gelip başörtüsü yasağının bir insan hakkı ihlâli olduğunu ve bu alanda yaptığımız çalışmalara katılmak istediklerini söylediler. Ben de onların çalışmalarına katılmaya gayret ettim. Böylece genel merkez düzeyinde de yakınlaşmalar başladı.
O dönem başörtüsü yasağı dışında başka hangi konularda çalışmalar yapıyordunuz?
2000’lerin başında “Hıristiyan misyonerler ülkemizi ele geçiriyor” şayiaları ortalıkta dolaşmaya başlamıştı. Mazlum-Der’de hafta sonları düzenlediğimiz eğitimlerde, “Biz nasıl başörtüsüne özgürlük istiyorsak, Hıristiyanların da din ve vicdan özgürlüğünü savunmalıyız, ilkeli olmalıyız” diyordum. Bu sözlerim rahatsızlık yarattı tabii. Ancak, 2003’te İzmit Protestan Kilisesi’ne bombalı bir saldırı düzenlenince ne demek istediğim daha iyi anlaşıldı. Bu saldırıyı kınayan bir açıklama yaptık. Yerel basın şaşırdı, İslâmi cenah tepki gösterdi, “Başörtüyü savunan Ömer şimdi kalkmış kiliseyi savunuyor” diye yorumlandı. Öte yandan, kilisenin pastörü bana ulaştı ve yaptığım açıklamaya hem çok şaşırdığını hem çok sevindiğini dile getirdi. Daha sonra kendisini Mazlum-Der’de ağırladık, hatta hukuki süreçlerine Mazlum-Der avukatları destek verdi.
AKP’nin iktidara gelmesi Mazlum-Der’in çalışmalarını nasıl etkiledi?
Benim bakış açım her zaman insan hakları ve demokrasiyi geliştirmek yönünde oldu. Örneğin, Başörtüsüne Özgürlük Platformu olarak her hafta düzenlediğimiz eylemler sırasında, o dönem Kürtler bir sıkıntı yaşadıysa buna da değiniyordum. Ancak açıklamaya katılanlar giderek eksilmeye başladı. İslâmi gruplar bu platformdan çekildi, Mazlum-Der olarak tek başımıza kaldık. 2007’de Türkiye önemli bir kavşak noktasına gelmişti. Biz o yılın çok sıkıntılı geçeceğini düşünüyorduk, çünkü cumhurbaşkanlığı seçimleri vardı ve AKP’den rahatsız olan askerler eşi başörtülü olan birinin cumhurbaşkanı olmasından rahatsız olacaklarını belli ediyorlardı.
Muhtıra denebilecek nitelikte bir metin de yayınlanmıştı…
Evet, bir gerilim vardı. AKP’ye kapatma davası açılmıştı. İnsan hakları perspektifimize göre AKP’ye haksızlık yapılıyordu. Bunun karşısında demokratik bir duruş sergilemeye çalıştık. O dönem Mazlum-Der genel başkanı Ayhan Bilgen’di. Dernek içinde Kürt meselesi ve dinin özgürlükçü bir şekilde anlaşılması yönünde tartışmalar yaşanıyordu. Bilgen’in Kürt meselesindeki duruşu nedeniyle dernekten ayrılması istendi ve genel kurul toplantısında genel başkanlık bana adeta dikte edildi. Öncesinde böyle bir düşüncem kesinlikle yoktu. Neticede kabul ettim. Tabii ben de bu tartışmalarda arada kaldım, bir şekilde dengeyi bulmaya çalışıyordum. Tartışmaları aktif mücadeleyle aşabileceğimize inanıyordum. Çünkü durgun su kir tutar, hareket halinde olmalıyız diye düşünüyordum. Dini ve etnik ayrımcılık üzerine raporlar yazdık, kitap yayınladık, sahaya indik ve en sonunda Kürt ve Türk entelektüellerinin konuşmacı olduğu bir sempozyum düzenledik. Seküler kesim de bu çalışmaları takdir etmişti. Ancak, her hafta ya da iki haftada bir Ankara’ya gidip gelmek ve bir yandan da doktorluk mesleğini yürütmek beni yormaya başladı. Ailemi de ihmal etmeye başlamıştım. 2009’da genel başkanlık görevini bırakmak zorunda kaldım. Mazlum-Der’deki Kürt meselesi tartışmaları 2016’da kırılmaya neden oldu. Çünkü dindar Türk ve Kürtlerin zihninde Kürt meselesi aynı yere oturmuyordu.