Türk siyasetinin önünde, iki paradoks bulunuyor. Bunlar (kaldığı kadarıyla) ülke demokrasinin istikametini etkileyebilecek güçte çelişkiler.
İlk paradoks “şahsileşme/keyfilik” ve “kurumlaşma/örgütlülük” arasında gerilim olarak tanımlanabilir.
Kurumlaşma en geniş anlamıyla, siyasi ya da toplumsal bir yapının farklı unsurlarının özerk katmanlar olarak varlığını sürdürmesi, bu katmanlar arası etkileşimle ortaya çıkan bir işleyiş halidir. Örneğin söz konusu olan devletse veya siyasetse, kurumsal bir düzende, aktörler ve yapılar arasındaki ilişkiler ve karar süreçleri, etkileşim, karşılıklı denetim, kolektif akıl, örgütlülük, bellek, liyakat ve hukuki ve etik kuralların gücü üzerine oturur. Toplumsal talep her zaman esastır ve temel bir meşruiyet kaynadığıdır. Nitekim kurumsal bir işleyişte, toplumsal ihtiyaç ve talepler hukuk kuralları çerçevesinde siyasi arzı yönlendirir, şekillendirir. Bu bakımdan, bu işleyiş, mantık olarak, tam anlamıyla siyasala işaret eder.
Şahsileşme ise her şeyden önce siyasi arzın toplum ve birey üzerindeki hükümranlığı demektir. Diğer bir ifadeyle, toplum, toplumsal grup, parti kitlesi, kişi kendisine sunulanla, takdir edilenle yetinir onu izler ve ondan medet umar. Şahsilik aynı zamanda özne hükümranlığı ve keyfilik demektir. Tepeden tırnağa ataerkildir. Dikey ve tekil bir ilişkidir. Erk (kişi) ve kitle arasında hiçbir ara katmanı kabul etmez. Bellek, denetim ve etkileşim tümüyle devre dışı kalır. Etik ve hukukun yerini değer sistemlerine dayalı ve sıkça şahsi bir vicdan alır. Bu özellikleriyle, şahsilik, siyasal karşıtına gönderme yapar.
2014’ten itibaren Türkiye adım adım “şahsilik” üzerine kurulu bir düzeni benimsedi. Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi, kuvvetler ayrılığını fiilen ortadan kaldıran, siyasi karar mekanizmalarını tek kişinin iradesine denetimsiz ve katılımsız şekilde terk eden bir yapı oluşturdu. 2017 sonrası bu tercih derinleşti. Kurumsal kalıntılar devlet düzeninden temizlenmeye başladı. Kurumlar kişilere, kişiler diğer kişilere tabi kılınmaya başlandı.
Sonuç ortada… Otoriterlik, keyfilik, akıl dışılık, kimlik hükümranlığı…
İktidar cephesi 2023 seçimlerini kazandığı takdirde, bu tablo derinleşecektir, buna şüphe yok.
Peki muhalefet kazanırsa?
Muhalefetin güçlendirilmiş parlamenter sisteme dönüş iddiası, kolektif ve demokratik aklı içeren kurumsal bir demokrasiye geri dönüşü vadediyor olabilir. Ancak bu iddianın tek başına yeterli olduğunu düşünmek bir yanılgı olur.
Şahsilik/kurumsallık paradoksu bir mesele olarak muhalefetin de karşısında durmaktadır.
Hem mevcut seçim sistemi kişi merkezli bir yarışmayı davet etmekte, hem Erdoğan’ı sandıkta yenebilmek için en güçlü fikir, en güçlü siyaset, en güçlü program yerine en güçlü kişi arayışı siyasi kulislere, düşüncelere egemen olmayı sürdürmektedir.
Örneğin, muhalif kesimin hemen her katmanında “Kılıçdaroğlu mu aday olsun yoksa İmamoğlu mu veya Yavaş mı” tartışmasının bu çerçevede sürdüğü söylenebilir. Kılıçdaroğlu nitelik, taşıyıcılık, güven, bilinirlilik, ortak program ve (kurumsallık) gibi hususlar bakımından ideal aday olarak görülse de seçimleri kazanamayacağı endişesiyle karşılaşmaktadır. Buna karşılık bir “siyasi bakımdan bilinmez” olan İmamoğlu’nun veya Yavaş’ın, Erdoğan’ı yenme şansının yüksek olduğu ve bunun için tercih edilmeleri gerektiği sıkça söyleniyor.
“İmamoğlu veya Yavaş aday olur ve seçimleri kazanırsa, yeni Erdoğan olacaktır” demek elbet haksızlık olur.
Ancak şahıs, başarı ve siyasi arz merkezli siyasi anlayışın bu şekilde bir adım daha derinleşeceğine şüphe yoktur.
Türkiye’nin demokrasi sorunu sadece muhalefetin seçimleri kazanmasına endekslenemez. Seçim sonrası ve sistem inşası da son derece önemlidir.
Bu anlamda söz konusu paradoks her yanımızı kuşatmış durumdadır.