Kendime şu soruyu sıkça sorarım: “Yaşam-ölüm tarihsel/kültürel süreçte esas olarak hangi kurgu temelinde toplumsallaştı ya da toplumsallaştırıldı?”
Düşünürüm, okurum, yeniden düşünürüm, düşündüklerimi muhalif gözle bilimselliğin süzgecinden geçirir, gerçekliğin suretinde tartarım; yanıtım, açıklarken savunduğum gerekçeler zamanla farklılaşsa da değişmez: Yaşam-ölüm “canlılık” kurgusu üzerinden toplumsallaştı ya da toplumsallaştırıldı. Tüm türlerin başlangıcı vardır; hiçbir türün o türü oluşturan bireyleri ölümsüz değildir; bireyler ölür ama yeni bireyler o türün biyolojik varlığının süregitmesini sağlarlar. Bizler, insan türünün bireyleri bu biyolojik gerçekliği “canlılık” olarak kurgularız; kendi türümüz söz konusu olduğunda da, türümüzün bireylerinin yaşam ve ölümünü bu kurgu temelinde anlamlandırmaya çalışırız. Ne var ki, yaşam ve ölümü biyolojik temelinden toplumsal alana aktarırken kurgulanan birlikte yaşayacağımız toplum tasarımına türün “canlılığıyla” yaklaşmak yerine bireyin “canlılığını” ikame ederiz. Ölen bireyi ölümüyle ölümsüzleştiririz. Bireyin özü, canlılığı -bunu isterseniz ruhu, dilerseniz başka bir kavramla ifade edin- ölmez; ölen bireyin özünün cisimleştiği bedenidir, bireyin özü ise bir başka yaşam formunda ya da bir başka bedende -“ne zaman olacağı değişik anlatımlara ve inançlara göre değişen biçimde- cisimleşerek yaşama devam eder. Yani ‘türümüzün canlılığı’ türümüz bireyinin ölümüyle ölümsüzleştiği inancına dayalı ‘bireyin canlılığı’ temelinde kurgulanarak toplumsallaşmış/toplumsallaştırılmıştır. Böylece bireyin ölümünde, bireyin kendisinden çok başkaları, örneğin ana-baba, eş-çocuklar-torunlar, diğer akrabaları, dost-arkadaş, konu-komşu gibi diğer bireyler ve en önemlisi devletin organlarında söz sahibi olanlar karar verme gücüne sahip olmuşlardır.
Kendime şu soruyu da sorarım: “İlke olarak kabullenmemiz istenen ve genellikle kabullenilen bu inanç üzerinden kurgulanan ‘canlılık’ (yaşam/ölüm toplumsallaştırılması) adalet fikriyatının odağı haline getirilirse, örneğin birlikte yaşama biçimi olan bir toplum tasarımının ‘ceza adaleti’ anlayışına zemin oluşturursa ne olur?”
Bu soruma yanıtım da değişmiyor: “Yaşam-ölüm bazen ödül, bazen ceza içeren bir toplumsal değer niteliği kazanır”. Yani, bireyin bir başkasını öldürmesinde varsayılan meşruiyet toplumsallaştırılır; örneğin “öldürme” durumunun meşruiyeti (meşruiyet bir süreç - diyelim yargı süreci- sonucu belirleniyor olsa da) toplumsal örgütlenmede toplum adına ya da toplumun siyasi örgütlenmesini oluşturan devlet adına yetkili kılınmış birinin (diyelim yargıcın) uygulamasına (sanığın yaşamına son veren karara hükmedebilmesi) zemin oluşturur.”
Ben böyle düşünürüm ve böyle düşündüğüm için de toplumsallaştırılmış yaşam/ölüm üzerinden kurgulanan toplumsal yapılanmaları benimsemem, bu yapılanmaların ürettiği cezalara –örneğin ölüm cezasına- karşı dururum; ‘…ama! demeden karşı dururum, ölüm yerine ikame edilen cezalara –örneğin ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına- uzlaşma niyetiyle de olsa kulak vermeden karşı dururum. Aynı şekilde, toplumsallaştırılmış yaşam-ölüm kurgusunun zemininde oluşturulan siyasi mücadele strateji ve taktiklerini (örneğin ölümü hizalayan açlık grevleri/ölüm orucu) hiç benimsemem, bunun toplumu siyasi mücadeleye katacak ‘siyasi bilinçli davranış’ olarak araçsallaştırılmasını sempatiyle karşılamam. Ölümü ödüllendirerek bireyin ölümünü onun ölümsüzlüğüymüş gibi kutsayan ‘şehit oldu’, ‘ölümsüzleşti’ gibi nitelemeleri ya da ödül olarak kullanılmasa da, ölmüş birinin ‘o yüz elli yaşında…’ gibi ifadelerle anılmasını bu kapsamda değerlendiririm.
Mustafa Koçak’ın ölümü içinse farklı bir zeminde düşünüyorum.
Mustafa Koçak kendi ölümünü kendi mücadelesinde silah olarak kullandı; kendi seçimiydi ve herkes bu seçimi aynı kolaylıkla yapamazdı.
Mustafa Koçak neyin mücadelesini veriyordu? Yargı kararı ona ‘sana ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası hükmedildi, yani cezaevinde öleceksin’ dedi.
Hukukçu gözüyle yargı kararına konu olayı şöyle açıklayayım: İddia makamı (yani savcı) Mustafa Koçak ile birini öldüren (A) arasında bir ilişki kuruyordu, kurulan ilişkinin maddi gerçekliğini iki tanık ifadesine dayandırıyordu; (A) bir üçüncü kişi (B)’yi öldürmüştü, yani (A) kendisi ile (B) arasında toplumsal yaşamda kurulması yasaklanmış bir ilişki (bir kişiyle onu öldürerek ilişki kurma yasağı) kurmuştu. Savcı, MK ile (A) arasında kurulan ilişkinin olayın özelliğinde aynı zamanda (A) ile (B) arasında kurulan ilişki ile örtüştüğünü, bu nedenle hukuken MK ile öldürülen (B) arasında da aynı ilişkinin kurulmuş sayılacağını, böylece (B)’nin ölümünden sorumlu olduğunu ve bu nedenle cezalandırılması gerektiğini ileri sürüyordu; savcının iddiasına göre Mustafa Koçak (A)’nın (B)’yi öldürdüğü silahı (A)’ya onu öldüreceğini bilerek vermişti. Bu savcının ‘doğrusuydu’ ve doğrusunun maddi gerçeği yansıttığı iddiasını iki tanığın ifadesine dayandırıyordu. Mustafa Koçak ise (A)’ya silah vermediğini, gizli tanık ifadeleri dışında savcının iddiasını doğrulayan hiçbir kanıtın bulunmadığını ileri sürüyordu. Mustafa Koçak’ın ‘doğrusu’ (A)’ya silah vermemiş olmasıydı. Yargılama sürecinde savcının ‘doğrusu’ ile Mustafa Koçak’ın ‘doğrusu’ arasında ‘doğruluk’ açısından seçim yapılmayacak, ‘maddi gerçeğin aslında ne olduğu’ bizzat araştırılacaktı. Maddi gerçeği ‘suç aleti olan silahı (A)’ya Mustafa Koçak’ın verip vermediği’ konusunda yapılacak, delillere dayalı bir irdeleme belirleyecekti. Eğer, tüm deliller ışığında olay değerlendirildiğinde, silahı (A)’ya Mustafa Koçak’ın vermemiş olabileceğini düşündürtecek binde bir hatta on binde bir bile başka olasılık bulunuyorsa, yargıç bu olasılığı sanık lehine görecek ve beraat kararı verecekti. Yargıcın ‘vicdanen karar vermesi’ demek maddi gerçeğin binde bir hatta on binde bir olasılık olsa bile başka türlü gerçekleşemeyeceğine kanaat getirmesidir. ‘Vicdanen kanaat’ hukuken bundan başka bir şeyi ifade etmez.
Yargılama sürecinde delil olarak sadece iki gizli tanık ifadesi değerlendirildi. Başka hiçbir delil –örneğin silah üzerinde parmak izi, ya da silahın Mustafa Koçak’a aidiyeti- yoktu. Gizli tanıklardan biri sonradan tahliye olan bir başka sanıktı ve tahliye olduktan sonra ifadesini baskı ve tehdit altında verdiğini açıkladı, bu açıklamaları dava dosyasına girdi. Diğer gizli tanık Mustafa Koçak’ın silahı (A)’ya verdiğini bizzat gördüğünü söylemiyor, Mustafa Koçak’ın ayak üstü bir konuşmada kendisine söylediğini ifade ediyor, ama silahı hangi nedenle verdiği konusunda bir şey söyleyip söylemediğini belirtmiyordu. Bu gizli tanığın özel, ayak üstü konuşmada söylediğini doğrulayacak hiçbir delil yoktu ve Mustafa Koçak bu konuşmanın içeriğini kabul etmiyordu.
Maddi gerçek açısından, ceza kararının verilebilmesi için Mustafa Koçak’ın silahı (A)’ya verdiği konusunda binde hatta on binde bir bile olsa başka bir olasılığın bulunmaması gerekiyordu. Yargıcın vicdanı onu olayda böyle bir olasılığın bulunmadığı sonucuna vardırdı. Bu yargıcın iç dünyasının vicdan değerlendirmesiydi ama ceza adaleti dendiğinde ceza hukukunun aradığı ‘yargıcın vicdanına göre karar vermesi’ ilkesiyle bağdaşmıyordu ve hukukta buna adil yargılanma hakkının ihlali deniyordu.
Mustafa Koçak adil yargılanma hakkı ihlal edilerek verilen ‘ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasını –yani ne zaman öleceksen öl cezaevinde öleceksin cezasını- veren hükmü kabul etmedi, mücadele başlattı. Mustafa Koçak “kurulan hüküm kabul edilemez; adil yargılama hakkımı ihlal etmeden yargılayın” dedi ve nerede, ne zaman, nasıl öleceğini belirleyen karara karşı “nasıl, nerede öleceğime ancak ben karar veririm’ diyerek baş kaldırdı, mücadele başlattı. Mücadele ölüm üzerinden yürüdü: Mustafa Koçak’ın ölmesine kim karar verecekti? Başkası mı, kendisi mi? Başkası diyenler kendilerini yaşamın kader tayin edicisi olarak gördüler, adil yargılanma talebini dikkate almadılar; Mustafa Koçak kendi kaderini başkasının tayin etmesine direndi, karşı mücadeleyle ölümünü kendi seçti ve öldü. Ölüm üzerinden yürüyen mücadeleyi “öleceksin ve cezaevinde öleceksin” diyen vicdan, vicdan sahibi ve bu vicdan anlayışını benimseyen toplumsal örgütlenmenin muktedirleri kaybettiler; Mustafa Koçak ölümüne kendi karar verdi, kendi seçtiği biçimde öldü, mücadeleyi kazandı.
Mustafa Koçak’ın seçimi benimsenmeyebilir, eleştirilebilir, başka yolları denemesi gerektiği ileri sürülebilir; unutmayalım, birinin ölümü üzerinde karar sahibi olmasına karşı çıkıldığında yaşam-ölüm kurgusunu toplumsallaşma sürecinde toplumsallaştırılan bir değer niteliğine dönüştüren ve öldürmeyi resmi kararların meşruiyetiyle meşru kılan fikriyat sanki gerçekmiş gibi kabullenilir. Bu öldürmenin meşruiyet zeminine harç taşımaktır.
Ben böyle düşünüyorum ve kendi kaderine sahip çıkarak, başkalarının hükmünü hiçe sayıp ölümü anını ve biçimini kendi iradesiyle belirleyen seçimlere saygı duyuyorum.
EVRENSEL.NET