Tarih: 19.03.2020 07:54

Ohal var, ohal’cik var, ohal’den ohal’e fark var!

Facebook Twitter Linked-in

Türkiye’de saatler 14’ü, Brüksel’deyse 12’yi gösteriyordu… Ellerimizde plastik eldivenler, burunlarımızda birer koruyucu maske, göçmen ağırlıklı mahallemizin sokaklarını koşar adım arşınlayıp Cezayirli eczacımızdan ikimiz için de hayati ilaçları, Türk marketinden sürgünümüzün tuzu biberi bazı yiyecekleri, Afganistanlı büfeciden İnci’nin efkâr dağıtmak için vazgeçemeyip beni de duman altı ettiği sigaraları aldıktan sonra kapıda karşılaştığımız Arnavut ve Alman komşularımıza, Portekizli kapıcılarımıza da sabırlar dileyerek eve kapandık…

Kapanır kapanmaz da Artı Gerçek yazısını yazmaya koyuldum.

Belçika zaten, Koronavirüs belasının bulaştığı diğer Avrupa ülkeleri gibi 14 Mart’ta ilan edilen Olağanüstü Hal’in (OHAL) toplantılara, eğitim kurumlarına, lokanta ve kahvehaneler dahil ticari faaliyetlerin çoğuna getirdiği sınırlamalar nedeniyle tam bir karmaşa halindeydi.

65 yaşın üstündekilerin, virüs kapma ve bulaştırma tehlikesine daha açık oldukları gerekçesiyle sokağa çıkmamaları, aile bireyleri dahil kimseyle bir araya gelmemeleri ısrarla tavsiye edildiğinden, 80’lerdeki kişiler olarak ikimiz de inzivaya çekilmiş, hayati alışverişler hariç dışarıya adım atmaz olmuştuk.

Eksik olmasınlar, 65 yaş sınırının altındaki meslektaşlarımız, komşularımız, dostlarımız bu dönemde de bizi yalnız bırakmadılar, telefonla bir ihtiyacımız olursa temin edip kapımızın önüne bırakacaklarını söyleyerek ikimizi de son derece duygulandırdılar.

Bu ilk geçiş döneminde, 46 yıldır çeşitli milliyetlerden yetişkinlere, gençlere ve çocuklara eğitim ve sosyal servis veren Güneş Atölyeleri de resmi tatil günleri dışında ilk kez kepenk indirmek zorunda kalmıştı. Yine de belli faaliyetleri atölyelerdeki arkadaşlarla birlikte internet bağlantısı üzerinden yürütebiliyorduk.

Virüse yakalananların hızla artması, bu hastalık yüzünden ölenlerin sayısının 10’u bulması üzerine federal bir devlet olan Belçika federal hükümetin ve de 5 bölge hükümetinin başbakanlarının ve uzmanların katıldığı Ulusal Güvenlik Kurulu 18 Mart itibariyle saat 12’den itibaren 5 Nisan gecesine kadar sürecek olan confinement (eve hapsolma) rejimi ilan etti.

Türkiyeli muhalif bir gazeteci olarak OHAL’in zaten hiç yabancısı değilim… 2. Dünya Savaşı’na denk gelen çocukluk, çok partili rejime geçildikten sonraki gençlik yıllarımda, OHAL’in farklı versiyonlarını yakından tanıdım: Savaşın başlamasının ardından ilan edilip 1947’ye kadar süren sıkıyönetimi, 1955’deki 6-7 Eylül pogromundan, 1960’daki 28 Nisan direnişinden, 1963’deki 21 Mayıs darbe girişiminden, 1970’deki 15-16 Haziran işçi direnişinden ve 1971’deki 12 Mart darbesinden sonra ilan edilen sıkıyönetimleri de… Bunlardan son üçünün şahsen hedefi de oldum, hele sonuncusu beni de İnci’yi de ülkemizden koparttı.

1974’deki Kıbrıs fütuhatından, 1978’de solculara, Kürtlere ve Alevilere karşı can kırımlarının yoğunlaşmasından ve de 1980’deki 12 Eylül darbesinden sonra ilan edilen sıkıyönetimlerin kahrını bizzat yaşamadımsa, yaşayanların acısını Belçika’daki yayınlarımız ve direniş örgütlenmeleriyle hep paylaştım… İnci de ben de bunlardan sonuncusunun şahsen de hedefi olduk ve Türk vatandaşlığından atıldık.

Türkiye’de OHAL, bu yıllanmış sıkıyönetimin sivil donuna sokulmuş halidir… Faşist Evren Cuntası’nın Türkiye’ye dayattığı ve Kürt illeri dışındaki seçmen vatandaşların referandumda oyların yüzde 90’ıyla onayladıkları 1982 Anayasası’nın 119-122. maddelerine göre Türkiye'de devlet terörü dört farklı yöntemle kurumsallaştırıldı. Sıkıyönetime ek olarak seferberlik hali, savaş hali ve de olağanüstü hal, yani OHAL.

Genel olarak Türkiye, özel olarak da Kürt illeri OHAL’i ilk kez 1983’te, sıkıyönetimin yerini almak üzere ilan edildiğinde tanıdı. OHAL ilan edilen bölgede Turgut Özal, Yıldırım Akbulut, Mesut Yılmaz, Tansu Çiller, Necmettin Erbakan ve Bülent Ecevit’in başbakanlıkları döneminde ta 2002 yılına kadar halka kan kusturuldu.

Erdoğan’ın tek adamlığı döneminde ise 2016 çakma darbesi gerekçe gösterilerek Türkiye genelinde ilan edilen 3 aylık OHAL de tam yedi kez uzatılarak 18 Temmuz 2018'e kadar iki yıl sadece darbe zanlılarına değil, islamo-faşist yönetimin tüm muhaliflerine yaşadıkları ülkeyi cehennem etti.

OHAL’in sona erdirilmesiyle de hiçbir şey değişmedi, çünkü OHAL’e artık gerek kalmamıştı. Tek adam diktası kurmayı kafasına koymuş bulunan Erdoğan 2014’te kendini cumhurbaşkanı seçtirdikten sonra 2017’deki anayasa referandumuyla başkanlık sistemi kuracak, 24 Haziran 2018’de yeniden cumhurbaşkanı seçildikten sonra sadece cumhurbaşkanı değil, aynı zamanda başbakan, silahlı kuvvetler başkomutanı, yargı erkinin gerçek patronu, ana akım medyanın efendisi olarak 25 Temmuz 2018’de TBMM’den geçirttiği bir torba yasayla Terörle Mücadele, Türk Silahlı Kuvvetleri, Milli İstihbarat Teşkilatı, Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri yasalarını değiştirerek OHAL’i kalıcı hale getirecekti.

Türkiye’nin bu ilan edilmemiş OHAL’i yurt dışına da sarkacak, İçişleri Bakanlığı “terörist” saydığı kişiler hakkında kırmızı, mavi, yeşil, turuncu, gri renkte arama bülteni çıkartarak onları ihbar edenlere 300 bin TL’den 4 milyon TL’ye varan ödüller koyacaktı.

Dahası, “akademik” kılıf altında piyasaya sürdüğü SETA’nın raporlarıyla yurt dışındaki muhalif gazeteci, akademisyen ve siyasetçiler sürekli hedef gösterilecekti.

Türkiye’nin resmi ya da ismi konulmamış OHAL’i ile bizim Belçika’da beş gündür yaşamakta olduğumuz OHAL’in uzaktan yakından ilgisi yok.

Aslında Belçika OHAL’iyle tanışmamız İslamcı teröristlerin 2015’de Paris’i ve 2016’da Brüksel’i sarsan kanlı eylemlerinden sonrasına rastlıyor.

Paris’teki terör eylemleri üzerine Belçika’da Tehditlerin Analizi İçin Eşgüdüm Organı (OCAM) ülke çapında 4 üzerinden 2 olan teyakkuz seviyesini 3’e çıkartmış, bunun sonucunda ilk önlem olarak başta Brüksel’de yapılması beklenen Belçika-İspanya milli futbol maçı olmak üzere bir dizi sportif, kültürel ve folklorik etkinlik ya iptal edilmiş ya da yerleri değiştirilmişti.

22 Mart 2016’da İslamcı teröristlerin Brüksel Uluslararası Havaalanı ile AB kurumlarının yakınındaki Maelbeek metro istasyonunda yaptıkları ve 30’dan fazla cana mal olan kanlı eylemden sonra OCAM teyakkuz seviyesini tüm ülkede 4’e çıkartmış, yürürlükte olan güvenlik önlemlerine ek olarak Brüksel’e uçak seferleri başka alanlara yönlendirilmiş, Brüksel garları arasında tren seferleri durdurulmuş, kültürel etkinlikler ertelenmiş, daha da önemlisi vatandaşın güvenliğini sağlamak için mevcut polislere ek olarak Belçika Ordusu’ndan çok sayıda asker AB kurumlarıyla Belçika’nın devlet dairelerinin bulunduğu yerlerde gece gündüz nöbete sokulmuştu.

Dört yıl önceki OHAL’e oranla bu sefer Koronavirüs’e karşı ilan edilen OHAL başta da belirttiğim gibi vatandaşın günlük yaşamını altüst eden çok daha ciddi önlemler içeriyor.

Ama Belçika’da dört yıl önceki OHAL gibi, bu yeni OHAL de vatandaşın yaşamını ve sağlığını güvence altına almayı amaçlıyor. Türkiye’deki OHAL’ler ve uzantıları gibi vatandaşın yaşamını hiçe saymayı, özgürlüğünü gasp etmeyi ve seçtiği belediye başkanlarının kayyum tayiniyle yerlerinden uzaklaştırılması ve hatta tutuklanmasında olduğu gibi siyasal tercihlerini ayaklar altına almayı amaçlamıyor.

Aksine, Koronavirüs tehdidi ve onun getirdiği OHAL, bir yıla yakındır tarihinin en ciddi siyasal krizlerinden birini yaşayan Belçika’da siyasal partilerin çoğunun bir ara çözüme vararak nelere gebe olduğu bilinmeyen bu karanlık dönemde ülkenin bir süre için istikrarlı bir hükümete sahip olmasını sağladı.

Daha önce de yazmıştım, hükümet kurma çalışmalarına başlanabilmesi için her şeyden önce seçimlerden sayısal olarak en güçlü çıkan iki partinin, güneyde sosyalist PS ile kuzeyde milliyetçi N-VA’nın, seçim kampanyası sırasında birbirleri aleyhindeki hasmane ve uzlaşma tanımaz beyanlarına bir sünger çekerek birlikte pazarlık masasına oturmayı kabullenmeleri, ardından da bir orta yol programı üzerinde uzlaşmaları gerekiyordu. Bunun için de N-VA’nın Belçika’yı bir konfederal devlete dönüştürme dayatmasından, PS’nin de sermaye kesimini rahatsız eden bazı sosyal reform projelerinden vazgeçmesi bekleniyordu.

Ama her ikisinin de bu konularda ödün vermesini engelleyen bir neden vardı. Valon ve Brüksel bölgelerinde birinci parti olan PS son seçimde oy kaybederken, radikal sol PTB ve çevreci ECOLO büyük oy artışı sağlamışlardı. Flaman bölgesinde birinci parti olan N-VA ise, seçimlerden ikinci parti olarak çıkan aşırı sağcı VB’nin tehdidi altındaydı, üstelik yeni kamuoyu yoklamaları son aylarda bu partinin N-VA’yı da aşarak birinci parti olduğunu gösteriyordu.

Belçika Kralı’nın tayin ettiği arabuluculardan sonuncusunun da tam havlu atmaya hazırlandığı sırada Koronavirüs krizi patlak verince kamuoyunda uyanan panik, PTB ve VB dışındaki tüm partileri bu duruma geçici de olsa bir çözüm getirmek için farklılıklarını bir kenara bırakıp masaya oturmaya zorladı.

İlk merhalede mevcut geçici azınlık hükümetinin yine liberal parti MR üyesi Sophie Wilmès’in başbakanlığında tam yetkili yeni bir hükümete dönüştürülmesi, Meclis çoğunluğunun desteğine sahip bu hükümetin Belçika’yı özellikle altı ay süresince kanun kuvvetinde kararnamelerle (KKK) yönetmesi konusunda uzlaşmaya varıldı.

Dopinglenmiş hükümetin Salı günü Kral önünde yemin etmesinin hemen ardından federal başbakanın yönetiminde beş farklı bölge hükümeti başbakanlarının ve uzmanların katılımıyla toplanan Ulusal Güvenlik Kurulu 18 Mart itibariyle saat 12’den itibaren 5 Nisan gecesine kadar sürecek olan confinement (eve hapsolma) rejimini ilan etti.

Şimdi Valonlar, Flamanlar, Almanlar’ın yanı sıra yüzden fazla farklı milliyetten yabancı kökenli vatandaşların oluşturduğu Belçika, ülkenin ilk kadın başbakanı Sophie Wilmès’in komutası altında Koronavirüs’ü yenmeye çalışacak.

Yenebilirse, bugün masa başında anlaşmış görünen siyasal partilerin kalıcı hükümet kurma pazarlıkları altı ay sonra yeniden başlayacak.

Federal hükümetin kurulabilmesi 2007-2008 yıllarında 194 gün, 2010-2011 yıllarında ise tam 541 gün sürmüştü. Koronavirüs krizi atlatılabilirse, ondan sonra tekrar başlayacak el enselerle yeni kalıcı hükümetin kurulması daha aylarca sürerek tüm rekorları kırabilir.

Bittabi, bu da başarılamazsa ve de Koronavirüs türünden yeni bir bela musallat olmazsa Belçikalı seçmenin erken seçim için yeniden sandık başına gitmesinden başka çare kalmaz. O takdirde de Valon bölgesinde radikal sol PTB’nin, Flaman bölgesinde aşırı sağ VB’nin birinci parti olarak çıkması, bunun kaçınılmaz sonucu olarak da Belçika Krallığı’nın üniter niteliğini yitirerek konfederal bir devlete dönüşmesi sürpriz olmaz.

Türkiye OHAL’lerinin ve KKK’larının kahrını çekmiş olanlar için Belçika OHAL’i ve KKK’ları, şimdilik vatandaşın yaşamını ve özgürlüklerini tehdit eder görünmüyor… İlk ağızda benim için rahatsız edici olan, siyasi sığınmacıların kabul işlemlerinin askıya alınması ve de işyerlerinin kapanması nedeniyle işini kaybeden çok sayıda emekçinin “geçici” de olsa düşük “işsizlik” ödentileriyle yaşamak zorunda kalması…

Ya Türkiye? Erdoğan, Koronavirüs’ü fırsat bilerek isminin başındaki tahakkümcü sıfatları ve elindeki mutlakiyetçi yetkileri bile yetersiz bulup Türkiye’de OHAL’i yeniden hortlatır mı?

50’li yıllarda Milliyet’in temsilcisi olarak Ege illerinde röportajlar yaparken Aydın’da duyduğum bir tekerleme belleğimden hiç silinmedi.

Kaagı vaaa kaagıcık vaa, kaagıdan kaagıya fark vaa!
Yani, kargı var kargıcık var kargıdan kargıya fark var!

Türkiye’deki OHAL’lerle Belçika’da halen yaşadığımız OHAL’i kıyaslarken tekerlemeyi güncele uyarladım:

Ohal var, ohal’cik var, ohal’den ohal’e fark var!

ArtıGerçekHaberSitesi




Orjinal Habere Git
— HABER SONU —