Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın New York’a giderken ümidi ABD Başkanı Trump ile görüşmekti.
Böylece Fırat’ın doğusunda “Türkiye’nin sınır güvenliği için” yapılacak bir askeri harekata destek bulabileceğini, bunun için Trump’ı ikna edebileceğini düşünüyor olmalıydı.
Zaten Türkiye’de yaptığı konuşmalarda “Biz gerekirse bu işi tek başımıza hallederiz” çıkışı, biraz da bu ümitten kaynaklanıyor olmalıydı.
Öte yandan elindeki propaganda gücüne de güveniyordu.
Görüşmede bu yönde olumlu bir işaret çıkmasa bile, bu Türkiye’ye “istediğimizi aldık, Trump Reis’e hak verdi” diye pazarlanabilirdi.
Yani görüşmenin kendisi, görüşmenin sonucundan daha önemliydi ancak bir türlü gerçekleşemedi!
Elde yandaş medyayı süslemek için Trump’ın bütün devlet başkanlarına verdiği yemekte kapıda çekilmiş bir kare fotoğraftan başka bir şey yok.
Erdoğan’ın bunu nasıl pazarlayacağını, New York gezisinin bir zafer olduğunu nasıl anlatacağını bu yazıyı yazana kadar bilmiyordum, çünkü uçağı henüz havadaydı.
Ama yarından itibaren tek elden servis edilmiş haberler ile böyle bir hava yaratılmaya çalışılacağını şimdiden söyleyebilirim.
Ama bütün bunlar New York için yola çıkma hazırlıkları yapılırken söylenenleri unutturmaya yetecek mi, göreceğiz.
İçeriye yönelik olarak “bu nasıl müttefik, terör örgütüne silah yağdırıyor, bu işi birlikte düzeltmezsek biz tek başımıza yaparız” nutukları atılıyor, dışarı çıkınca bütün bu nutukların ham hamasetten fazla bir şey ifade etmediği de ortaya çıkıyor.
Dış politika, içeride milliyetçi seçmeni gaza getirecek nutuklar atılarak yönlendirilmeye çalışıldığında işte böyle oluyor.
Şimdi Erdoğan’ın önünde iki seçenek var: Ya gitmeden önce attığı nutuklarda verdiği sözü tutacak, ABD askeri ile çatışmayı da göze alarak Fırat’ın doğusunda bir güvenli bölge oluşturmak için düğmeye basacak.
Ya da içeride vatandaşı hamasi nutuklarla oyalamaya çalışırken, ABD’nin Kuzey Suriye’de bir Kürt özerk bölgesi oluşturmaktan vazgeçmesi için dua edecek. Bunu sağlamak için Rusya’nın gözünün içine bakacak.
Benim tahminim ikincisi gerçekleşecek: İçeriye bol nutuk, dışarısı için de bol dua!
Ama bu ikisi de dış politikada hiç işe yaramıyor, bunu hâlâ öğrenememiş olması da ayrı bir mesele!
***
Cumhurbaşkanı’nın küçük oğlu Bilal Erdoğan, Türkiye Gençlik STK'ları Platformu isimli bir kuruluşun toplantısında konuştu:
“TGSP üyesi olan vakıf ve derneklerimizin ciddi mali sıkıntıları olduğunu söylemeliyim. Onun için hep ayağımızı yorganımıza göre uzatmalıyız. Sırtımızı sadece belediye ve devletlere dayayarak iş yapma hastalığına yakalanmamaya çalışmalıyız. Bu bir hastalık haline gelmemeli. Mevzi olarak ihtiyacımız olduğu zaman başı sonu belli bir şekilde elbette yapılabilir.”
Erdoğan’ın bu sözleri, el kesesinden hayır işleme eyleminin açık bir itirafı.
Bunlar vakıflar ve dernekler kurmuşlar ama ne bu vakıflar ne de dernekler kendi gelirleriyle ayakta durabiliyorlar.
Arkalarında belediye ya da devlet desteği var ve bizlerin parasıyla siyaset yapmaya kalkıyorlar.
Belli ki son seçimlerden sonra büyük şehirlerdeki önemli kayıpları bu derneklere ve vakıflara akıtılan avantanın kesilmesine yol açmış.
Şimdi “herkes ayağını yorganına göre uzatsın” dönemi başlamış ama gördüğünüz gibi hala bir gözleri kamu kaynaklarında.
Her ne demekse “mevzi olarak ihtiyaç duyduklarında” ellerini yine bizlerin cebine sokacaklar demek ki.
Bu artık belediye bütçesinden mi olur, örtülü ödenek olanakları mı kullanılır, Diyanet İşleri’nin kendi bütçesinden dernek ve vakıflara dağıttığı paralar mı gelir, orasını kestirebilmek güç.
Diyanet İşleri’nin bu tür dernek ve vakıflara son dokuz yılda 1 milyar 82 milyon lira dağıttığını biliyor muydunuz?
Sadece geçen yıl dağıttığı avanta 88,6 milyon lira olmuş.
Belediye hesapları dağınık olduğu için toplu bir fotoğraf çekemiyoruz ama bir tek Diyanet İşleri’nin 9 yılda milyar lirayı geçtiğine bakarak, nasıl bir kaynağın bu ceplere transfer edildiğini tahmin edebilirsiniz.
Bunlar Sayıştay denetimine de tabi olmadan kamu kaynaklarını keyiflerince harcıyorlar.
Günün birinde bu iktidar gidip İçişleri Bakanlığı da el değiştirince hortumlamanın çapı ne kadar olmuş anlayacağız.
***
Belki dikkatinizden kaçmıştır, TÜBİTAK, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın talebi üzerine büyük bir bilimsel çalışmaya imza attı.
Hedef, Türkiye’nin “hicri takvimle ilgili tezlerini” bilimsel metotlarla ispat etmek!
Bunu açıklayan kişi Sanayi ve Teknoloji Bakanı! Meselenin ne kadar teknolojik ve bilimsel olduğunu oradan anlayın.
Bu çalışma “imsak ve yatsı vakitlerinin tespiti konusunda İslam ülkeleri arasındaki ihtilafları” gidermeyi amaçlıyor.
Ve Sanayi Bakanı’nın verdiği müjdeye göre de ilk hilal tespiti, başarılı şekilde gerçekleştirilmiş!
Böylece Müslüman ülkeler arasında “bayram bugün başlıyor, yok hayır yarın başlıyor” tartışmasının da geride kalacağı düşünülüyor.
Astrometrinin tarihi Milattan Önce 190 yılına kadar gidiyor.
Neredeyse bir yüzyıldır da ayın hareketleri, saniye şaşmadan takip edilebiliyor.
Dev teleskoplar bizden milyonlarca ışık yılı uzaktaki gök cisimlerinin bile hareketlerini takip edebilirken, Müslümanlar “yeni ay doğdu, hayır doğmadı” tartışmasındalar!
Şimdi “Aygöz” ismi verilen bir teleskop bu işe tahsis edilmiş.
Hürriyet bu müjdeli habere neredeyse tam sayfa ayırmış. Habere göre bu iş için “12 santimetre açıklığa sahip apochromat teleskop” kullanılacakmış.
İnternette baktım, böyle bir teleskop 3 bin 199 dolara satılıyor, kargo da bedava.
Niye bugüne kadar bir tane alıp göğe bakmayı akıl edememişler, merak ettim.
Aklıma gelmişken söyleyeyim: Acaba Diyanet İşleri, TÜBİTAK ile işbirliğini bir adım ileri götürüp, cami müezzinlerine birer tane de çalar saat mi dağıtsa?
Yan yana iki cami bile ezan vaktini tutturamıyor da!
Hiç olmazsa sabah ezanı saatini tuttursalar işimizi görür, diğer vakitlerdeki bu uyumsuzluk şehrin gürültüsü içinde kaynayıp gidiyor çünkü.