“Bora’nın biyografisinin sığ Kemalizm eleştirisi tuzağına düşmeyen, bir kişi üzerinden meselenin karmaşıklığına hakkını veren, olgun bir yaklaşımla yazılmış olduğunu düşündüm. Dahası, Bora’yı zaman zaman fazla üslupçu bulmama karşın, bu dilin biyografi çalışmasını nasıl zenginleştirdiğini gördüm. Ancak Ayhan Aktar ve İştar Gözaydın imzalı eleştiri metninin yargılayıcı edasını fazlasıyla yadırgadım.”
‘Tarih Savaşları’, daha doğrusu ‘tarih yazımcılığı’ mühim bir konu. Bir önceki yazımda mevzuyu uzatmak istemedim, nihayetinde K24 bir kitap değerlendirme mekânı. Tam da bu nedenle, bu konuya devam niteliğinde olumlu bir örnek olarak Tanıl Bora’nın Hasan Âli Yücel biyografisini mevzu etmek istiyordum. Tabii ki herkesin her çalışma veya yaklaşım konusunda ittifak etmesi gerekmiyor; tam tersine, bu konularda tartışma açmak konuyu derinleştirmek açısından önemli. Bu noktada ‘olumlu örnek’ten ne kastettiğimi de hemen açıklayayım. Ben Kemalizm eleştirilerinin, sol demokrat kimliğin alameti farikası haline gelmek suretiyle artık iyice sığlaşan bir kanon oluşturduğunu düşünen biriyim. Dahası, ’80’li yıllardan itibaren sol Kemalizm eleştirilerinin sağ-muhafazakâr, İslamcı sığ Kemalizm eleştirilerini sorgulama dışında bırakarak geliştiğini pek çok vesile ile yazma fırsatım oldu. Bu açıdan Bora’nın biyografisinin sığ Kemalizm eleştirisi tuzağına düşmeyen, bir kişi üzerinden meselenin karmaşıklığına hakkını veren, olgun bir yaklaşımla yazılmış olduğunu düşündüm. Dahası, Bora’yı zaman zaman fazla üslupçu bulmama karşın, bu dilin biyografi çalışmasını nasıl zenginleştirdiğini gördüm. Bu benim düşüncem; katılan olur, olmaz. Ancak Bora’nın kitabı üzerine Ayhan Aktar ve İştar Gözaydın imzalı eleştiri metninin entelektüel tartışma ötesinde yargılayıcı edasını fazlasıyla yadırgadım.
Son zamanlarda ve bilhassa AKP deneyimine tepki olarak, Kemalizm müntesiplerinin nostalji Kemalizmine savrulması benim için de sadece düşünsel bir sığlık olmanın ötesinde, siyasi bir fukaralığın bir göstergesi. Dahası, bana göre de Cumhuriyet’in demokratikleşmesi imkânının önünde önemli bir engel oluşturuyor. Ancak Tanıl Bora’nın kitabının dolaylı yoldan da olsa bu dalganın bir açılımı olarak görülmesi, “Kemalist bir ikonun yeniden tedavüle sokulması” ile itham edilmesi anlaşılabilir gibi değil. Bora sol Kemalizm eleştirilerine önemli katkıları olan bir meslektaşımız, Kemalizmi ihya dalgasına kapılıp savrulacak biri değil. Daha önemlisi, kitabının mahiyeti bu eleştiriyi bertaraf edecek değerlendirmelerle dolu.
Bora’yı eleştirenler, Hasan Âli Yücel’in “sadece bir birey olarak değil, ‘Homo Kemalismus’” olarak değerlendirilmesi gerektiğini ileri sürmüşler. Öncelikle, Bora’nın çalışmasının tarihsel-siyasal-düşünsel çerçeveyi ihmal eden, sadece bireye odaklı bir metin olmadığını düşünüyorum. İkincisi, Yücel üzerine yapılacak çalışmanın çıkış noktasının ‘Homo Kemalismus’ olması gerektiği fikri yöntemsel olarak fazlasıyla dayatmacı bir tutumun ifadesi. Dahası, afili bir tabir gibi görünse de, ‘Homo Kemalismus’ ifadesi, ‘homo economicus’, ‘homo Islamicus’ gibi benzerleri için de geçerli olan, karmaşık ve katmanlı olan bir konuyu tekil bir boyuta indirgemek gibi kavramsal bir zaafa sahip. Bora’nın kitabı, Hasan Âli Yücel örneği üzerinden ‘tipik’ diye tanımlanmanın, sadece bir kişilik değil, bir dönem ve bir ideolojinin kavranmasında oylumların nasıl düzleştirildiğine işaret eden bir çalışma. İdeolojilerin bir ana inanış doğrultusunda eklektik bir tarih okuması ve kavramlar bulamacı olduğunu biliyoruz. Diğer taraftan, ergenliği geride bırakmış herkes bireylerin düşünce dünyasının da tutarlılıktan ziyade bir kolaj olduğunu bilir. Kuşkusuz, bu gerçek kimseden ve özellikle siyasetçilerden ‘düşünsel tutarlılık’ beklenmemesini ve her türlü dalgalanmayı mazur görmemizi gerektirmez. Düşünsel tutarsızlık veya siyasi dalgalanma bazen siyasi ve diğer alanlarda çıkar ve kariyer hedefli fırsatçılık, bazı durumlarda kişisel rekabet ve kavgaların yansıması, bazı durumlarda diğer konforlardan daha masum olmayan ‘düşünce konforu’ amacıyla, diğer bazı durumlarda ise doğrudan düşünsel savrulmanın sonucu olabilir. Hasan Âli Yücel veya bir başkası için, saydığımız veya ihmal ettiğimiz her türlü gerekçenin geçerli olduğu ileri sürülebilir. Ancak düşünsel tutarlılık zaafının ‘olağandışı’ bir durum olarak değerlendirilmesi tarihî ve siyasi olayları kavramamızı zaafa düşürebilir.
Aktar & Gözaydın, Bora’nın ‘kötü’ biyografi çalışmasına karşı, Abdülhamid Kırmızı’nın Avlonyalı Ferid Paşa üzerine biyografisini ‘iyi’ örnek olarak çıkarmış. Bu kitabı okumadım, çok değerli bir çalışma olabilir. Ancak, iki biyografi yarıştırmak üzere verilen örnek, Kırmızı’nın Ferid Paşa’nın ‘hem II. Abdülhamid, hem Meşrutiyet dönemlerinde görev almış olmasını’ sorun etmesine karşı , Bora’nın Yücel için benzer bir soruyu sormadığı hususu. Kırmızı’nın bu konuyu sorgulaması önemli olabilir. Ancak, bu tür örnekler sadece ‘her devrin adamı’ olmakla açıklanmayıp, tarihsel ve siyasi devamlılıkların ipuçları olarak dikkate değerlendirilmelidir. Bu bağlamda “Mutlakıyet ve Meşrutiyet düşünceleri bir devlet adamının zihninde ve ruhunda nasıl birleşebiliyor ve bu durum hangi gerilimlere yol açabiliyor” sorusu tabii ki sorulabilir. Ancak bu soruya cevap ararken, bu durumun Ferid Paşa’ya mahsus olmayıp, en başta II. Abdülhamid olmak üzere pek çok diğer örnek için de geçerli olduğunu dikkate almak tarihsel kavrayışımıza katkı sunar. Bilindiği gibi II. Abdülhamid Meşrutiyet’i ilan edeceği sözü ile tahta çıkmıştı. Daha sonra ‘gördüğü lüzum üzerine’ Meclisi Mebusan’ı kapattı, bunu yaparken Kanunu Esasi’ye dayalı yetkisini ve dolayısıyla meşruiyetini kullandı. Sonra, 1908’de bilinen koşullar altında II. Meşrutiyet’i ilan etme gereği duydu. Ömrü II. Abdülhamid’e muhalefet ile geçmiş Ahmet Rıza Bey’e Yıldız Sarayı’nda ziyafet verdi. Tekrar edelim, bu değişimleri siyasetin doğal akışı olarak sorgulama dışı bırakalım demiyorum; tam tersine, bu tür örnekleri ‘düşünsel tutarsızlık’ diye açıklamak yerine, bu tür işaretlerin izinden tarihsel-siyasal arka planı daha iyi kurcalayabiliriz diyorum. Bence Tanıl Bora, Hasan Âli Yücel üzerinden “Kemalizmin reenkarnasyonuna katkı yapmaktan” ziyade, tam da böyle bir çerçeve çizmiş oluyor.
Bu bahsi kapatmadan, II. Abdülhamid’i de bizim tarihimize mahsus veya biricik bir örnek olarak yâd etmediğimi belirteyim. II. Meşrutiyet’in ilanı gibi görece yumuşak bir geçiş bir yana, başta Fransız Devrimi olmak üzere daha sert değişim süreçlerinin bile kesin hatlar çerçevesinde kavranamayacağının en iyi göstergesi, 1789 olarak tarihlenen Fransız Devriminin karmaşık bir sürece yayılmış olması ve en önemlisi XVI. Louis’in 1790’da Birinci Bastil Günü kutlamalarına katılmış ve itibar görmüş olmasıdır. Daha da sert ve siyasi olarak çok daha önemli bir diğer örnek, Nazi Almanyası’nın yıkılışının ardından, Nürnberg yargılamaları dışında kalan/tutulan eski Nazi kadrolarının bir yandan yeni Almanya’nın inşasında yer almış olmaları, diğer yandan ise bilim adamı ve istihbaratçı olarak ABD’ye intikalidir. Nitekim, İkinci Dünya Savaşı sonrası ‘ortodoksisi’ne dönüşen liberal Batı tarihçiliğinin ihmal ettiği bu ve benzeri konular ’90’lı yıllardan itibaren sorgulama konusu oluyor.
Bu parantezi kapatıp asıl konumuza dönersek, Bora’nın yaklaşımına karşı önerilen, Kemalistleri ‘bir toplumsal grup’ olarak görüp, Margaret Gilbert ve Egil Førland’a ithafen “çoğul özne” ve “grup biyografisi/prosopografik boyut”tan bakma önerisi bir yorum tercihi veya önerisi olabilir. Ancak bu konulara aşina olan herkesin bildiği gibi, bu kavramların tartışmasız analitik araçlar olarak önerilmesi teorik açıdan imkânsızdır. Aksi takdirde her öne sürülen kavramsal tanıma (tartışılmaz gerçeklik) bilimsellik atfetmek gibi bir tür pozitivizme teslim olmak gerekir. Gustave Le Bon’un ‘kitle psikolojisi’ gibi kavramsallaştırmaları ne kadar tartışmalı ise, ‘toplumsal grup’, ‘çoğul özne’ gibi kavramlar da o denli tartışmalı kavramlardır. Bu arada, çok daha genel kabul görmüş olan Marksist ‘sınıf’ kavramı üzerine koskoca bir eleştirel külliyat olduğunu unutmayalım. Bu kavramların tartışmalı olmasından kastettiğimiz, gereksiz veya geçersiz olduklarına işaret etmek değil; tam tersine, siyaset teorisi bu kavramların tartışması üzerinden derinleşmektedir. Asıl yadırgatıcı olan, bu kavramlar çerçevesinde bir yöntemin izlenmesinin önemini ileri sürmenin ötesinde, bir biyografya çalışmasının bu kavramlar çerçevesinde kurulmadığı ölçüde hızla kavramsal zayıflık ve ‘güzelleme’ sınıfına sokulmasıdır. İlginç olan, bu afili kavramlar ve Foucault’ya yapılan müphem gönderme gibi derinlik arayışlarının yanı başında, birdenbire –yazarların deyimi ile– “meseleye inşaat terminolojisi ile devam” edilmesidir.
Diğer taraftan, yazarların iddiasına göre “Tanıl Bora’nın Yücel biyografisinde … temel mesele” şuymuş: “Bora, Hasan Âli Yücel gibi karmaşık bir şahsiyet ve tek partili Cumhuriyet hakkında ileri sürülmüş her türlü görüş, tespit ve yaklaşımları hiç üşenmeden (abç) ortaya” koyuyormuş. Doğrusu burada yazarlar için sorun teşkil eden nedir, anlayamadım. ‘Üşenip’ geçse konu daha mı iyi işlenmiş olacaktı? Daha da tuhaf olan, Bora’nın uzun çalışmasındaki birçok notu “okuyucunun üzerine boca” ettiğini ileri süren yazarların, kendi kısa metinlerinde, Bora’nın metni ile bağlantısı belli olmadığı gibi hiçbir orijinalliği olmayan, en acemi Kemalizm eleştirmenlerinin bile halihazırda eskitmiş olduğu, Kemalizmin ve/veya tek parti siyasetinin otoriterliği, bazen ırkçılığa savrulan dışlayıcı milliyetçilik tanımları, seçkinci toplum ve siyaset anlayışları gibi konuları yeni bir buluş gibi uzun, uzun, uzun anlatmaya girişmeleri. Eleştiri metninde Bora’ya atfedilen ‘boca etmenin’ kendi metinlerindeki örneklerinden biri Köy Enstitüleri konusunda uzun uzun anlattıkları. Bu noktada artık kusura bakmayın ama, bu çerçevede yapılan Köy Enstitüsü tartışması da son derece sade suya tirit demek zorundayım. Bunlar tüketilmiş tartışmalar. Üzerlerine bir tuğla konacak şekilde her zaman yeniden işlenebilirler ama aynı şeyi tekrarlayarak değil. Hal böyleyken, iş Yakup Kadri’nin Yaban romanının suyu çıkmış analizlerini alıntılarla metne yerleştirmeye kadar varıyor; hal böyleyken, ‘Bora’nın Yaban romanında kurgulanan dünyadan bakmayı deneseydi farklı bir Yücel biyografisi’ yazacağı öngörülüyor. Yazarlar farklı bir Yücel biyografisinden ne anladıklarını zaten yazılarının başından itibaren defalarca aynı şeyleri evirip çevirerek ifade ediyor; özet şu: Yücel bir Kemalismus’tur, Kemalizm otoriter ve seçkincidir, nokta. Ben yazılarında başka bir katkıya rastlamadım doğrusu. Bu arada sözü gelmişken, eleştiri metinlerinin en başında, Türkiye’de biyografi yazımının fukaralığından yakınıp duruyorlar; katılmamak elde değil. Hatta biyografilerine en çok ihtiyaç duyulan isimler zikrediyorlar, o da doğrudur ve liste uzatılabilir. Ama tafraları kime, anlayamadım? Bu eksiklikten bu konularda çalışan hepimiz ve de bu yazarlar da sorumlu değil mi? Doğrusu ben kendimi sorumlu olarak görüyorum. Başta kendi adıma söylüyorum; siyasi polemik yazmak kolay, biyografi çok zahmetli bir iş. Bora’nın çalışması sadece bu yönden bile çok değerli bir katkı. Konu yine ister istemez dağıldı, yine eleştiri metnine dönelim.
Bana göre bu eleştiri metninde en sorunlu alanlarından biri, dolaylı yoldan da olsa İslam’ın özcü tanımlanmasıdır. Yücel’in “hem İslamiyet’in hem de tek parti iktidarının dilini” konuştuğu iddiası, İslam’ın tek bir dille ifade bulması, pozitivist din karşıtlığı ve İslamcı ideolojiyle ortaklaşan özcü bir yaklaşımın ifadesidir. Dinlerin ve münhasıran İslam dininin, Allah’ın varlığı ve Peygamber’in elçiliğinin kabulü gibi belli dogmalar dışında pek çok yorumu vardır. İslam sosyalizmi de dahil olmak üzere modern ve farklı İslam mezhep ve fıkıh ekolleri olmak üzere, modern öncesi pek çok İslam yorumu vardır. Yücel’in tek parti ideolojisi ve İslam sentezi, ‘modernist İslam’ veya ‘İslam modernizmi’ yorumlarından biri olarak pek de özgün bir anlayış değil. Genç Osmanlılar ve Birinci Meşrutiyet fikrinden başlayıp Kemalizmle buluşan örneklerine kadar pek çok temsilcisi olan bir yorumlama biçimidir. İslam’ın özcü tanımının en çarpıcı örneği ise yazarların, “‘İslamcı’ terimini, ‘İslamı pazarlayarak geçinen siyaset esnafı’ anlamında” kullanmasıdır. Bu ifade ‘gerçek İslam’ ve ondan (şu veya bu şekilde) sapma varsayımı üzerine kurulmuş olsa gerekir; zira ‘İslam’ın bir kesim tarafından pazarladığı’ fikri, kaçınılmaz olarak, dinî terminoloji ve sembolleri öne süren birilerinin ‘samimi’, birilerinin ise kötü niyetli olduğu ayrımı, ancak ‘gerçek İslam/Müslüman’ tanımı üzerinden yapılabilir. Diğer taraftan İslamcılık ideolojisi, ancak laiklik savunusu adına dolaşımda olan popüler bir jargonun ifadesi olabilecek ‘siyaset esnafının pazarlaması’ ile kavranamayacak kadar çok boyutlu bir toplumsal-siyasal-düşünsel serüvendir. İslamcılık ideolojisinin doğuşu ve izlediği süreç, bir yandan Osmanlı İmparatorluğu ve dışında kalan Müslüman nüfuslu coğrafyada modernleşme etki ve tepkileri, milli/dinî kimlik inşası sürecine, diğer yandan ise Batı/Rusya kolonyalizmine ve emperyal siyasetlerine dair önemli ipuçları sunar. Daha ileri tarihlerde, Müslüman coğrafyada ilerleyen modernleşme süreçleri, siyasal dinamikleri ve bu coğrafyaya yönelik Batı siyasetlerine dair önemli bir izlek oluşturur. Son olarak “İslami anlayış”ın “Siyasette hâkimiyetin Halife-Sultan’da tecelli ettiğinin kabulünü” gerektirdiği iddiası, sadece ‘egemen, modern öncesi Sünni İslam siyaset düşüncesi’nin bir ifadesidir. Osmanlı sultan-halifeleri bile, özellikle Meşrutiyet süreçlerinde siyasi egemenliği paylaşma anlayışını benimsemişlerdir. Bu çerçevede, Cumhuriyet öncesindeki son sultan-halife Vahdettin’in mevcut meşruti sistem içinde hareket ettiğini hatırlatmakta fayda var.
Yazarların, kurulmakta olan rejim çerçevesinde, “İslamiyet üzerinde yükseldiği toplumsal kurumlarından koparılıp bireysel vicdanlara hapsedilmeye çalışılmaktadır” iddiasına ilişkin sorun ise, kuşkusuz Cumhuriyet rejiminin dini kamusal alanın dışında bırakma siyasetine işaret etmesi değil, ‘İslamiyet’in üzerinde yükseldiği toplumsal kurumlar’ın ne olduğu sorusunu cevapsız bırakmış olmasıdır. Cumhuriyet’in resmî ideolojisinin pozitivist bir din anlayışına veya reddiyesine dayalı olduğu aşikârdır, bu çerçevede din en fazla modernist İslam yorumu ile tanımlanır. Diğer taraftan, ‘İslamiyet’in üzerinde yükseldiği toplumsal kurumlar’ın neler olduğu fevkalade tartışmalı bir konudur. Birileri için bunlar saltanat-hilafet gibi siyasal kurumlar, diğerleri için tekke ve zaviyeler gibi sivil görünümlü yapılar, başkaları için, dinî meşruiyete dayandırılabilecek meşruti rejim kurumları olabilir ve olmuştur. Kesin olan, hangi kurumların ‘İslam’ın üzerinde yükselmiş olduğu’ konusunda uzlaşmanın mümkün olmadığıdır. Nitekim, modern öncesi ve Osmanlı İmparatorluğu hâkimiyeti sürecinde bile, Osmanlı hilafet-sultanlığı dışında kalan coğrafyada siyasi-toplumsal yapıların her biri kendini İslami referanslar ile meşrulaştırmıştır. Dahası, Rus emperyal devleti, İngiliz ve Fransız koloni yönetimleri kendi yönetimleri altındaki Müslüman nüfusa yönelik İslami kurumlar inşa etmişlerdir. Şimdilik bu kadar, kaldığımız yerden devam edelim.
Aslında eleştiri metninin bütününde özetle Cumhuriyet rejiminin merkeziyetçi, otoriter bir ulus inşası olduğuna işaret ediliyor. Bu konuda ulusalcı Kemalistler dışında ve aklı başında herkes hemfikir olsa gerektir. Gerekir de, bunun Bora’nın metni açısından izaha muhtaç yanı nedir? Dahası, bizlerin çalıştığı alanlarda, Tanıl Bora bir yana, Kemalist resmî tarihçiliğin ideolojik bir bakış çerçevesinde kararttığı hususlardan habersiz ve mesela bize anlatılan tarihin gizli tuttuğu, Sakarya Savaşı’nda 10 bin askerin firar etmiş olduğu bilgisi ile şaşkınlığa düşecek insan kaldı mı, merak ediyorum. Her tarihsel dönem gibi Cumhuriyet’in inşa dönemine ilişkin tek bir kaynağa değil, farklı bakış açılarından yazılmış kaynaklara ve bu arada baş aktörlerin hatıratlarına birlikte bakalım. Ama Mustafa Kemal’in Nutuk’u ne kadar sübjektif ve siyasal bir metinse, Kâzım Karabekir’in anlatımları da öyle, Hasan Âli Yücel’in ve Faik Ahmet Barutçu’nun anlatıları da öyle. Dahası, aynı şey tarih yazımcılığı için de geçerli. Her “tarih yazıyorum” diyenin tarihçi sayılmayacağı bir gerçek ama tarihçi diye saymak durumunda olduklarımızın durumu da benzer. Sina Akşin’in Cumhuriyet tarihi anlatısı resmî ideoloji çerçevesinden yazıldığı gibi, Eric J. Zürcher de bu dönemi Cumhuriyet’in İttihat ve Terakki’nin devamı olduğunun altını çizen bir yaklaşımla yazıyor. Nitekim, Kemalizm eleştirisine dayalı olma iddiasında bir tür liberal tarih yazımcılığı, Bora’yı eleştiren yazarların da sıklıkla gönderme yaptığı Zürcher’in tarihsel anlatısına dayalı gelişti. Ben Zürcher’in tarih yazımının Türkiye’de sağ/muhafazakâr/İslamcı Cumhuriyet tarihine bakış ile örtüşmesini de tartışmak gerektiğini düşünüyorum, o da ayrı mevzu.