Tarih: 29.02.2020 13:34

Nietzsche, eğitim istatistikleri ve yüz yıllık koşu

Facebook Twitter Linked-in

Neredeyse 20 yıl süren Vietnam Savaşı sırasında, savaş tüm şiddeti ile devam ederken ve taraflar birbirlerine karşı hamle üstüne hamle yaparken savaşın önemli aktörlerinden birisi olan ABD Savunma Bakanı Robert McNamara, o günlerde tüm ordu birimlerine bir talimat verdi. Talimat şuydu: Bir dizi standartlar eşliğinde ülkedeki tüm yerleşim yerlerinin bir nevi güvenlik karnesi çıkartılacak. Buna göre belirli standartlara uygunluk derecelerine göre yerleşim birimleri taranacak, incelenecek ve tasnif edilecekti. Talimatın akabinde tüm ordu birimleri hummalı bir biçimde bilgi toplamaya başladılar. Ortaya çıkan devasa veri havuzunu gözden geçirmek, incelemek bile başlı başına insan ve zaman kaynağına mâl oluyordu. Mesela Saygon çevresinde yer alan bir köy, standartlara göre değerlendiriliyor ve deniliyordu ki: Güvenlik derecesi yüzde 92... Yahut uygulanan aynı prosedürün neticesinde başka bir yer için şöyle bir sonuç elde ediliyordu: Yüzde 38 güvenli… Böyle yüzlerce yerleşim birimi ile ilgili rakamların sıralandığını düşünün: Yüzde 58, yüzde 42, yüzde 63… 

Savaştan yıllar sonra ordu mensuplarıyla yapılan söyleşilerde şirket yöneticiliğinden gelen McNamara’nın bu yönteminin o günlerde savaşı ve savaşın gidişatını anlamak adına aslında hiçbir şey söylemeyen rakamsal ifadeler yığını ortaya çıkardığı söylenecekti. ABD Savunma Bakanı istatistik talebeni çeşitlendirerek sürdürdü. Bunları kamuoyu ile paylaşırken de savaşı kazanmak üzere olduklarını söyledi. Asker sayısını artırdılar, teçhizat ve donanım takviyesinde bulundular, vuruş kapasitelerini yükselttiler. Tüm bunların sonunda ise ellerinde tek bir gerçek vardı: Amerika Vietnam’da kaybediyordu. İstatistikler ünlü bir deyişte ifade edildiği gibi asıl görünmesi gerekeni örten bir işlev görmüştü.

İstatistik, McNamara’yı ve ülkesini Vietnam’da gerçeklik karşısında zaafa düşürmüştü. Kanaatime göre modern insanın sık sık düşmekten kurtulamadığı bir zaaf bu. Yaklaşık yüz yıldır pek çok alanda olduğu gibi eğitim alanında da tüm uğraşımızı istatistikleri yükseltmeye hasretmiş durumdayız. Tek boyutlu başarı, verimlilik tanımı içine hapsolduk. Yegâne ölçü sayılabilirlik üzerine kurulunca anlayış ve kavrayışın yaratacağı büyük farktan mahrum kaldık. Bilhassa eğitim bahsinde bu, biraz daha böyle. Eğitim kurumlarının öğrenci, öğretmen, bina sayıları ile donanım verilerini içeren bir yekûn söz konusu. Eğitim istatistikleri bu yekûnun ifadesinden ibaret. Ne var ki bu yekûn ile beklenti arasındaki mesafe ve mevcuda ilişkin gerçeklik arasında sanıldığı gibi bir bağlantı kurmak yanıltıcı olabilir.

Çoğumuzun eğitimden beklentisi muhtelif. Devlet öngörülebilir yurttaşını, piyasa ihtiyaç duyduğu iş gücünü, kimileri sadık, itaatkâr müntesiplerini yaratmak arzusunda. Öte yandan modern eğitim kurumlarından Ortaçağ’ın o büyük âlimlerini yetiştirme düşünü görenler de var, küresel rekabetin fedailerini çıkarma hevesinde olanlar da var. Tüm bunlarla birlikte bir de eğitim sisteminin son derece somut sonuçları var önümüzde. Esasında berrak bir zihinle bu sonuçları tefekkür etmek bile ufuk açıcı olabilirdi. Zira mesele birisinin ya da birilerinin iş bilmezliğine, ihmaline, yeteneksiz ve yetersiz oluşuna bağlanamayacak kadar yapısaldır. Bu yapısal durumu göz önüne alıp eğitime bambaşka bir yerden bakmadığımız müddetçe maalesef koşu bandından inemeyeceğiz. Sarf ettiğimiz efor, yaktığımız kalori bizi ileri sürükleyecek bir tek gerçek adım bahşetmeyecek bize. 

Bugüne kadar tüm Cumhuriyet hükümetleri eğitimde, kurguyu ve amaçlılığı değişmez; değiştirilmesi teklif dahi edilemez bir itikad olarak kabul ettiler. Öğretmen, derslik ve okul sayısı arttırılmalı, okulların teknolojik donanımı geliştirilmeliydi onlara göre. İşte yüz yıldır eğitime ilişkin hedefimiz bunlar. 

Geçenlerde Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın himayesinde başlayan “Okullardan Yarınlara” isimli proje ile ilgili haberleri görünce ısrarımızı koruduğumuzu anladım. Proje ile okulların fiziki kapasitelerini geliştirmek ve Milli Eğitim Bakanlığı’nın ihtiyaç duyduğu 13 bin okulun inşasını gerçekleştirmek amaçlanıyor. Bağışçıların katkısıyla ihtiyaç duyulan bu 13 bin okulun inşasına başlanacak. Projenin tanıtımının yapıldığı törende konuşan Cumhurbaşkanı, üniversite sayısını 76’dan 207’ye, akademik personel sayısını 70 binden 170 bine, üniversite öğrencisi sayısını ise 1.6 milyondan 8 milyona yükselttiklerini, zorunlu eğitimi 4’er yıldan oluşan üç kademeli şekilde 12 yıla çıkardıklarını ifade etti. İlk ve ortaöğretimde 343 bin olan derslik sayısını 590 bine yükselttiklerini, öğretmen sayısını atadıkları 652 bin yeni öğretmenle 946 bin yaptıklarını dile getiren Erdoğan, FATİH Projesi’yle öğretmen ve öğrencilere 1.5 milyona yakın tablet bilgisayar dağıttıklarını, 432 bin sınıfa etkileşimli tahta yerleştirdiklerini, 46 bin okula da çok fonksiyonlu yazıcı kurduklarını söyledi. Erdoğan bu verileri paylaştıktan sonra Milli Eğitimin okul ihtiyacının devam ettiğini belirterek hayırseverleri ve bağışçıları göreve çağırdı. 

Eğitim toplumun tümünü ilgilendiren bir alan ve ciddiye alınıp sahiplenilmesi de kuşkusuz toplumun her ferdinden sorumluluk talep ediyor. Öte yanda sivil toplum-eğitim arasındaki ilişki devletin ihtiyaç duyduğu noktada ekonomik katkının ötesinde de düşünülmeli. Zira yakın tarihimiz bu açıdan öğretici. İstatistiklere yansıyan rakamlar büyürken eğitim sisteminin beklentilere cevap verme kapasitesi sürekli küçülüyor. Ortada bir yanlış ya da yanlış anlama olduğu kesin. Öğrenci, öğretmen, bina sayısı ve teknolojik girdi artmış. Ne var ki istenilen eğitim kalitesi bir türlü yakalanamamış. 

“Eğitici Olarak Schopenhauer” isimli çalışmasında Almanya’daki eğitim kurumlarını derinlemesine tahlil eden Nietzsche, günümüzün eğitim kurumlarını unutup ikinci ya da üçüncü kuşağın gerekli bulacağı eğitim üzerine düşünmenin önemine işaret eder. Bunun alışılmadık bir düşünce biçimini gerektirdiğini de söyler. Filozofun mevcuda ilişkin hükmü ise nettir: Şimdiki eğitim kurumlarından ya devlet memurları, ya iş adamları, ya kültür alanındaki dar kafalılar, ya da genellikle bunların tümünün karışımı olanlar yetiştirilir, der.

Yüz yılın sonunda; okul ve derslik sayısını arttırdık, öğrenci ve öğretmen sayısını arttırdık, eğitim kurumlarına aralıksız teçhizat ve donanım takviyesinde bulunduk. Tüm bunlara rağmen elimizde tek bir gerçek var: Eğitimde kaybediyoruz!

Devlet tekelinde eğitimin sınırlılıkları ve sivil toplumun eğitim sahasında özgür bir ortamda neler yapabileceği üzerine düşünmeliyiz artık. Devlet tekelinde, zorunlu, kitlesel eğitimin mevcut durumu neredeyse tüm dünyada aynı mantık çerçevesine sıkışmış durumda. Alternatif ve fark yaratıcı olanı bugünkü koşullar içerisinde orada görmek mümkün gözükmüyor. Olasılıklar toplumun içinde bir yerde olabilir. Peki neredeler? Hiç aramadık ki... Bilmiyoruz onun için.
Ne ile karşılaşacağımız konusunda kesin bir şey söylemek zor; ancak nasıl devam edemeyeceğimiz aşikâr değil mi artık?




Orjinal Habere Git
— HABER SONU —