Hiç şüphe yok ki; Allah, halim olanı sever. Ve genelde, insan fıtratının istediği ve hoşlandığı da budur. Nitekim Allah Peygamberine şöyle buyurmaktadır; “Allah’ın rahmetinden dolayı sen onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba ve katı kalpli olsaydın, şüphesiz etrafından dağılıp giderlerdi.”[1] Hz. Peygamber, “Kim nezaketten mahrum olursa hayırdan da mahrum olur”[2] demiştir. Sponvılle; “Nezaket ilk erdemdir, belki de tüm erdemlerin kökenidir… ‘Lütfen’ ya da ‘pardon’demek saygı duyuyormuş gibi yapmaktır; ‘teşekkür ederim’ demek, müteşekkirmiş gibi yapmaktır. Hem saygı hem de minnet nezaketle başlar” diyor. Eleştiri bile nezaket kuralları içerisinde olmalı Foucault’un deyimiyle; “Sen bunu yapıyor ve şunu düşünüyorsun. Ancak bunu yapmamalı ve şunu düşünmemelisin… Şu şekilde davranıyorsun; ama aslında şu şekilde davranman gerekir” diye doğruyu nazik bir dille sunmak gerekir. Schopenhauer, “Nezaketsizlik ederek gereksiz yere ve bilerek bir düşman kazanmak, tıpkı insanın kendi evini ateşe vermesi gibi bir öfkedir” diyordu.
Rabbimiz burada fıtri, yani insanın yaratılışında olan bir hakikate dikkat çekerek, insan psikolojisi, kaba ve katı tavır ve davranışlara karşı oldukça hassas olduğunu belirtmiştir. Kaba ve katı tabiatlı olsaydın, etrafındakileri devamlı azarlasaydın, onlara emirler yağdırıp, zora koşsaydın ve kendin ise rahat içerisinde bulunsaydın, onların hatalarını affetmeyip, cezalandırsaydın, ruhu okşayıcı bir üslupla nasihat etmeyip, toplum içerisinde küçük düşürseydin, bu ve benzeri katılığı gösterseydin, etrafındaki arkadaşların, sana iman edenler dağılır giderlerdi, onları bir araya getiremez, toplayamazdın, çünkü insanın yaratılışına, fıtrat kanununa aykırı idi, insan yaratılış itibariyle kabalığa tahammülsüzdür. Binaenaleyh, kim olursa olsun, her ne zaman bir insan ile münasebet kurarsan, onun hakkında vakar ve kıymetine göre nesnel bir değerlendirme çabası içerisinde olma. Onun iradesinin kötülüğünü, anlayışının sınırlılığını veya fikirlerinin tersliğini nazarı itibara alma; çünkü ilki seni kolaylıkla nefrete, ikincisi küçümsemeye götürür. Tam tersine dikkatini sadece onun ıstırapları, ihtiyaçları, endişeleri ve acıları üzerine teksif et. O vakit her zaman onunla yakınlığını hissedecek; onun duygularını paylaşacak ve nefret yahut küçümseme yerine şefkat ve merhameti tecrübe edeceksin ki Kur’an’ın bizi davet ettiği bundan başka bir şey değildir.
Allah; “(İnsanları) Allah’a çağıran, iyi iş yapan ve ‘Ben Müslümanlardanım’ diyenden kimin sözü daha güzeldir. İyilikle kötülük bir olmaz. Sen (kötülüğü) en güzel bir şekilde önle. Buna (bu güzel davranışa) ancak sabredenler kavuşturulur; buna ancak (hayırdan) büyük nasibi olan kimse kavuşturulur”[3] diyor. Bu ayetlerin hayatımızdaki ve bütün bir sosyal ilişkilerinizdeki yerini araştırmamız gerekir. İbn Hazm; “En açık ve en faydalı öğüt verme şekli, müjdeleme, tebessüm ve yumuşaklıkla ve sanki bir görüşe işaret ediyormuş gibi, öğüt verilende var olan bir şeyi başkasına bildiriyormuş gibi, öğüt vermektir. Eğer bu yöntem etkili olmuyorsa, utandırmaya başvurmak ya da onun tek başına olduğu bir yerde telkinde bulunmaktır. Şayet bu da etkili olmuyorsa, öğüt verilenin kendisinden utandığı bir kimsenin yanında bu telkini yapmaktır. İşte Allah’ın nazik ve müşfik olunmasını istediği emrinin edebi de budur” demektedir.
Enes b. Malik anlatıyor: “Bir gün Rasulullah ile birlikte yürüyorduk. Arap bir bedevi, Rasulullah’ın arkasından elbisesini tutarak şiddetle çekti. Rasulullah’ın boynuna baktım. Çekilen elbisenin şiddetinden boynunda iz kalmıştı. Bedevi; “Ya Muhammed!.. Yanında olan Allah’ın malından bana da ver” diyerek bir şeyler söyledi. Rasulullah ona döndü ve tebessüm etti. Sonra bir miktar mal verilmesini emretti.”[4] Hz. Peygamber’in bu olgun ve merhametli tavrı, yukarıya aldığımız ayetin daha iyi anlaşılmasını sağlayacaktır şüphesiz.
Büyükler küçüklere daima öncü olacaklardır. Seksen yaşında bir adam, beş yaşındaki bir çocuk içeri girince ayağa kalkmış. Etrafındakiler “aman efendim, ne yapıyorsunuz; çocuk o!” demişler, yaşlı adam, “çocuk saygıyı bizden öğrenmeyecekse kimden öğrenecek?” diye cevap vermiş. Epiktetos; “İlkeleri uygulayın. Bir yemekte insanlara nasıl yiyeceklerini anlatmayın, gerektiği gibi yiyin” diyordu. Geleceğin çocuklarının saygıyı öğrenmesini istiyorsanız ona “saygılı ol” demek yerine saygıyı gösteriniz.
İslam dini en ufak ayrıntıları bile göz ardı etmemiştir. Bundan dolayı günlük hayatlarında insanların kendi aralarında görgü ve nezaket kurallarını belirlemiştir. Hatta tuvalet adabı gibi en basit işler bile bu nezaket ve görgüden payını almıştır. Müşrikler Selman’a “Sizin Peygamberiniz, tuvaletin nasıl yapılacağına varıncaya kadar size her şeyi öğretiyor” diyerek onunla alay ediyorlardı. O da onlara; “Evet, bizim Peygamberimiz, tuvalette kıbleye dönmemizi, sağ elle temizlenmemizi… Bize yasak etmiştir”[5] cevabını veriyordu. Süfyan b. Uyeyne, “Gerçekten Rasulullah, en büyük terazidir/ölçüttür. Dolayısıyla her şey, onun ahlakına, gidişatına ve yoluna vurulur; ona uyanlar hak, aykırı olanlar ise batılın ta kendisidir.” İbn Sirin, “Önceki bilginler, ilim öğrendikleri gibi yol yordam da öğreniyorlardı” demiştir.
Nezaket ilk erdemdir, belki de tüm erdemlerin kökenidir. Nezaket ahlaktan öncedir ve ahlakı sağlayan şeydir. Nezaket, ahlakın doğması ve hatta bir yanıyla da, serpilip gelişmesi için gerekli koşulları yaratarak, ahlakı döngüden kurtarır. Nezaket olmasaydı insanlar görevlerini öğrenemezdi. Nezaket ve ahlak, toplumu bir arada tutan tuğlalar gibidirler. “Hz. İsa, duran bir domuza; ‘Allah rahatlık versin’ dedi. Beraberindekiler; “Bir domuza da mı bunu söylersin?” Hz. İsa; “Dilimi, kötü laf söylememe konusunda eğitiyorum” demiştir. Hz. Peygamber, dili eğitme babından, “Sizden hiç kimse “nefsim pis oldu” demesin. Nefsim daraldı (sıkıldı) desin”[6] demiştir. Araplar; ‘nefsim sıkıldı’ yani ‘nefsim daraldı’ derler. Bir hatip hutbe verirken, “Kim Allah’a ve Rasulü’ne itaat ederse, kâmil bir Müslümandır. Kimde o ikisine isyan ederse, doğru yoldan sapmıştır” dedi. Hz. Peygamber’in, yanında bir adam bir hitabede bulundu ve dedi ki: “Kim Allah ve Rasulü'ne itaat ederse doğru yolu bulmuştur, kim de o ikisine isyan ederse doğru yoldan sapmıştır.” Peygamber, “Sen ne kötü bir hatipsin. Kim Allah’a ve Rasulü’ne isyan ederse, doğru yoldan sapmıştır”[7]de, dedi.
İslam’da, hayatın bütün alanlarını kuşatan adab ve nezaket kuralları vardır. Hz. Peygamber, “Kadınlar erkeklerin benzerleridir”[8] demiştir. Buna göre, kadınlar erkeklerin yaratılış, huy ve İslam hukuku karşısında erkeklerle aynı statüde olmaları gerekmektedir. Bu nedenle erkeklerden uygulamaları istenen İslam’ın görgü ve nezaketine ait kurallar, kadınlardan da aynı şekilde uygulamaları istenir. Çünkü kadınlar ve erkekler, Müslüman toplumu ancak birlikte oluşturabilirler. İslam dini de kadın ve erkeğin uygulamalarıyla hayat bulur ve dışarıya sunulur.
İslam, imana ermiş kişinin olgunlaşması ve insanlar arasında sosyal bir düzen ve uyumun gerçekleşmesi için görgü kurallarına uyulmasını istemiş ve bu yönde özendirmiştir. Hiç şüphesiz bu kuralların, “Görgü ve Nezaket” olarak isimlendirilmesi, sözkonusu uygulamaların; insanların dilerlerse yerine getirip, dilerlerse göz ardı edebilecekleri veya yerine getirmeleri daha doğru bulunduğu için lütfen yapacakları işler olduğunu göstermez. Aksine nezaket ve görgü kuralları, İslam dininin özü ve hedeflerinin gerçekleşmesi için yerine getirilmesi zorunlu pratiklerdir. “Bilinmesi gerekir ki, az bir kibarlık, pek çok işten daha üstündür.” Onun için hikmet ehli mürebbiler; “amelini tuz, edebini un yap” demişlerdir. Bu nasihatle, hamurda unun tuzdan fazla olması gibi, işlerde de incelik ve kibarlığın fazla olmasını kastetmişlerdir. İyi işleri az; fakat nezaket ve zarafeti çok olan insan; nezaket ve zarafeti az, iyi işleri çok olan insandan daha üstündür.
Her ne kadar görgü ve nezaket kurallarından bazıları basit ve doğal olarak yapılması gereken rahat davranışlar gibi görünse de onları hatırlatmakta bir tuhaflık olmaz. Çünkü hiç de azımsanmayacak bir insan kitlesi bu davranışlarda bile yanılgıya düşmekte ve böylelikle güzellik, olgunluk ve nitelikleriyle seçkin olması gereken İslami şahsiyetine gölge düşürmektedir. Peygamberimiz, “Kardeşlerinizin yanına geleceğiniz zaman kılık kıyafetinize çekidüzen verin, bineklerinizi düzeltin. Bedende ben nasıl fark ediliyorsa, siz de (güzelliğiniz, temizliğiniz, hoş kokunuz ve görünümünüzle) öyle fark edilin. Şüphesiz Allah, tiksindirici söz ve eylemi sevmez”[9] demiştir. Schopenhauer’in deyimiyle, “Elbiselerimizin neredeyse bütün tavırlarımız/vaziyet alışlarımız ve jestlerimiz üzerinde belli bir etkisi vardır.” Müslüman bir şahıs giyim kuşamındaki zarafet ve incelikten, Müslüman kimliği açık bir biçimde anlaşılmalıdır. Yöremizde terzilerin “Kişi giyimiyle karşılanır, kültürüyle uğurlanır.” sözlerinde bile bu görgü ve nezaket görülmektedir.
Yumuşak huyluluk güzel hallerin başında gelir. Dini terimle buna hilim denir. Hilim, yumuşak huyluluk, yumuşak karakterlilik, sakin tabiatlılık, nefse hâkim olma hali demektir. Öfkesine hâkim olana halim denir. Halim, Allah’ın sıfatlarındandır. Çok sabırlı olan, isyanlarına rağmen günahkâr kullarına ceza vermekte acele etmeyen demektir. Hz. Peygamber “Bir şeyde şiddet olursa, muhakkak o şeyi çirkinleştirir. Allah refiktir, yumuşaklığı sever”[10] “Muhakkak ki Allah lütuf sahibidir. Kullarına kolaylık diler, güçlük dilemez. Yumuşak hareket edilmesini sever ve sertlikten dolayı vermediği kazancı, yumuşaklık sebebiyle verir”[11] buyurmuştur.
Hz. Peygamber, “EşecAbdulkays’e “Sende Allah’ın ve Rasulü’nün sevdiği iki huy vardır; hilim ve vakar.[12] Düzgün gidişat, güzel görünüş ve ölçülü olmak, nübüvvetin yirmi beş cüzünden biridir”[13] derdi. Onun için hilmin vakar ile de çok yakın ilgisi vardır. Vakar, asaletli hareket etmek demektir. Kur’anda Peygamber için “Şayet sen kaba, katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz, etrafından dağılıp giderlerdi”[14] buyurulmuştur.
Nitekim bir seferde, bedevilerden biri kaba sesiyle, “Muhammed!” diye bağırdı. Onun sesine yakın bir sesle “Gel bakalım” dedi. Onun kaba saba bu hareketine sabredemeyenler bedeviye dönerek Peygamber huzurunda bulunduğunu, sesini kısıp yüksek sesle bağırmamasını söylediler. Buna rağmen bedevi, sesini kısmayacağını, ona bir şeyler sormak istediğini söyledi. Bunun üzerine Peygamber de onu sabırla dinledi ve sorduğu sorulara cevap verdi.[15] Başka bir bedevi, “Ey Muhammed! Şu iki devemin üzerine yük yüklet, sen kendi malından veya babanın malından yükleyecek değilsin” ya dedi ve kaftanını çekip boynunu kızarttı. Hz. Peygamber bir kişiyi çağırdı ve ona “Onun iki devesine yük yükle; birine arpa, birine de hurma”[16]buyurdu ve “Yumuşak huyluluktan mahrum olan kimse hayırdan da mahrumdur”[17] dedi. Kanuni Sultan Süleyman, “Ey halilim! Dürüşüp Kâbe’yi yapmaktan ise, / Yap gönül hanesini beyt-i Huda istersen” diyordu.
Hz. Peygamber, halimdi, yumuşak huylu nezaket sahibi idi, şahsi bir meseleden dolayı kimseyi incitmez, hiç kimseden intikam almazdı. Nitekim Yahudilerden bazı kişiler ona selam vererek “es-Samualeyke” (ölüm üzerine olsun) dediler. O da onlara “Ve aleyküm” (sizin üzerine olsun) buyurdu. Buna çok öfkelenen Hz. Aişe’ye, Allah her işte yumuşaklığı sevdiğini söyledi. Hz. Aişe onların söylediği sözü kendisine hatırlatınca Hz. Peygamber kendisinin de onlara ‘ve aleyküm’ dediğini söyledi.[18]Sokrates, bir defasında yediği bir tekmeye sabırla ses çıkarmadığı için şaşıran birine “Bir eşekten çifte yeseydim onu dava mı edecektim?” demişti. Bir başka kez, biri ona, “Bu kişi sana sövüp hakaret etmiyor mu?” diye sorduğunda, “Hayır, çünkü söyledikleri bana uymuyor” yanıtını vermişti. Cicero, “Her hakaretin içinde diken vardır, özellikle akıllı ve becerikli adamlar buna dayanmakta en fazla zorlananlardır.” Meşhur Arap atasözünde, “Köleyle şakalaşırsan sana kıçını gösterir” der. Horatius’un “Kazancınla hak ettiğin gururuna sahip çık” Akif’in “Yumuşak başlı isem kim dedi uysal koyunum” sözlerini de yabana atmamak gerekir. Elbette, alçakgönüllülük erdemi seviyesizler için hatırı sayılır bir buluştur, böylece karakterleri gereği hepsi kendini mükemmel bir şekilde erdemlilerle eşitleyerek onlardan biri gibi davranırlar. Sanki seviyesizlik diye bir şey hiç yokmuş gibi.
Hilim, üstün bir akıl gücünün işaretidir. Gücün olmadığı yerde hilim de yoktur. Hilim, başkalarını idare edenlerin vasfıdır, başkaları tarafından yönetilenlerin vasfı değildir. Yaratılış bakımından zayıf ve güçsüz olan kişiye, kızdırıldığı zaman ne kadar sakin durursa dursun halim denmez. Ona sadece zayıf denilir. Halim kimse istediği zaman her şeyi yapabilecek gücü olduğu halde, kendisine hâkim olan kişidir. Görülüyor ki hilim, bir kimsenin kendi üstünlük ve kudretini bilerek yaptığı bir davranıştır. Hilim zayıflık ve acizlik işareti değil, güç ve otorite işaretidir. Cezalandırmaktan aciz olarak affeden kimse, hilim sahibi olamaz. Hilmi dini esaslardan fedakârlık etme şeklinde anlamak doğru değildir. Toplumu ilgilendiren kötü bir işi hoş görmeye, o hususta halim selim davranmaya kimsenin hakkı yoktur. Böyle bir durum hilimle değil, ancak zulme seyirci olmakla açıklanabilir. İslam’da zulme seyirci kalınmaz. Zulme karşı direnenler için de Allah onları yalnız komaz. “Fil çoğalsın, ebabilden umut kesilmez. Firavun azsa da, Nil'den umut kesilmez. Zalimler ölmüyor diye yese kapılma, Sabret hele, Azrail'den umut kesilmez.”
Hz. Peygamber, Allah’a ait bir hak ayaklar altına alınıp çiğnenirse onu hiç affetmez, öyle durumlarda Allah adına intikam alırdı.[19] Hoşgörülü olmak, her şeye hoşgörü göstermek değildir. “Hoşgörü göstermek, sorumluluğu üstlenmektir: Sorumluluğu başkasının üzerine atan hoşgörü hoşgörü değildir. Başkalarının ızdırabına hoşgörü göstermek, kurbanı biz olmayan adaletsizliğe hoşgörü göstermek, bizi esirgeyen dehşete hoşgörü göstermek, hoşgörü değildir: Bu bencilliktir, ilgisizliktir, daha beteridir. Hitler’e hoşgörü göstermek, en azından unutarak, terk ederek, onun suç ortağı olmaktı ve bu hoşgörü de zaten işbirliğiydi. Dehşet karşısında bu pasifliktense, kötülüğe utanç verici biçimde kabul etmektense, kin, öfke, şiddet yeğdir! Evrensel bir hoşgörü, vahşete hoşgörü göstermektir: Vahşi hoşgörü!” diyordu Sponvılle. Tecavüze, işkenceye, cinayete hoşgörü gösteren birini erdemli insan diye değerlendiremeyiz. Kötülüğe gösterilen hoşgörüyü saygın bir eğilim olarak göremeyiz.
[1] Ali İmran, 3/159
[2] Müslim, Buhari, Edebu’l-Müfred
[3] Fussilet, 41/33-35
[4] Buhari, Müslim
[5] Müslim, Ebu Davud, Tirmizi, Nesai, İbn Mace
[6] Buhari, Müslim, Ebu Davud, Nesai, Ahmed, Beyhaki
[7] Müslim, Ebu Davud, Nesai, Ahmed, İbn Hibban, Hâkim, Beyhaki
[8] Ebu Davud, Tirmizi
[9] Ahmed, Ebu Davud
[10] Müslim, Buhari, Edebu’l- Müfred
[11] Müslim, Ahmed
[12] Müslim, Tirmizi, İbn Mace, İbn Hibban, Beyhaki
[13] Ebu Davud, Ahmed, Taberani, Beyhaki
[14] Ali İmran, 3/159
[15] Tirmizi, Nesai, İbn Mace
[16] Ebu Davud, Nesai, Beyhaki,
[17] Müslim, Ebu Davud, İbn Mace, Ahmed, Beyhaki
[18] Buhari, Müslim, Nesai, Ahmed, Beyhaki
[19] Buhari, Müslim