Yazarsanız yazarsınız. Bahaneler sadece sizin suçüstü yakalanmanıza yarar. “Çok istiyorum, ama bir türlü düzyazı yazamıyorum” diyen insanları duymuşsunuzdur. Görenler de sanır ki gün boyu şiirle meşguldürler bu adamlar. İsterseniz biraz daha yakından tanıyalım nesir özürlü zevatı:
-İzzet Abi hiç başını kaldırmıyorsun kaç saattir? Hayrola roman mı yazıyorsun?
-Yok be üstadım, şiir peşimi bırakmıyor bir türlü. Bitse de evimize gitsek.
-O kadar kendinizi yormayın Abi, şiiri burada bırakın, siz eve gidin en iyisi.
-Nerde bizde o şans! Fatih gibi ahdettim “Ya şiir beni alacak ya ben şiiri!”
-Anlamadım İzzet Abi, bunu biraz daha açıklayabilir misin?
-Bak dinle şimdi beni pek sevgili kardeşim
Ben ki ne söylemişsem hep şiir söylemişim
Dişlerimle konuşurum sözüm dişime göre
Dilimin kırdığı çok katmanlı bir yemişim
-Görüyorum ki konuşurken bile şiir formundasınız Abi. Nesirden kaçarken bile şiire yakalanıyorsunuz. Ne zaman nesre kesin dönüş yapacaksınız? Duydunuz mu bilmiyorum Abi, geçen gün İstanbul, Mardin ve Denizli’de üç şairin evinde yapılan aramalarda bitirilmeye hazır çok sayıda nesir yakalandı.
-Ah azizim! Ne mutlu size ki nesir yazmaya ayak bağı olacak bir şiir hayatınız yok.
Konuşma böyle sürüp gider. Nesir yazmadığına milleti inandırmaya çalışan şairi gün gelir şiir çarpar! Şiiri nesre çalar. Hatta gittikçe düzyazı ırmağına dökülüverir. Bizde nesir yazmamayı bir tür kendini başkalarının yazıp yayınladıklarından koruma biçimi olduğunu öteden beri biliyoruz. Bir şairin nesir yanları körelmişse kendi yazdıklarının dışında hiç kimsenin yazdıklarına dönüp bakmaz. Kulağı sadece kendi sesi ile dolup taşar. Ne de olsa Osmanlı atalarımız oldum olası nazma yönelmişlerdir. Fıkıh kitaplarından, sözlük ve tezkirelere kadar şiir dışı ürünlerin bile manzum yazıldıkları bir gerçektir. Osmanlı’da nazım nesirden sonra gelen kendisine tenezzül edilmeyen bir türdür. Bakın Divan Edebiyatının büyük şairi Nef’i ne diyor:
Tenezzül eylemem inşâya eylesem belki
Müsebbihân-ı felek vird ederdi inşâmı
(Ben nesre tenezzül eylemem, yoksa feleğin tesbih edenleri, melekler benim nesrimi dua olarak okurlardı.) Elbette Osmanlı’da nesrin yokluğu hayatın her tarafıyla ilgili bir durum değildir. Burada söz konusu ettiğimiz bir edebi tür olarak düzyazının şiir karşısındaki ezilmişliğidir.
Şimdi bir de Yahya Kemal’e kulak verelim:
“Milliyetimizi kendime göre idrak ettiğimden beri dilimden düşmeyen cümle budur: Resimsizlik ve nesirsizlik… Bu iki feci noktamız olmasaydı bizim milliyetimiz bugün olduğundan yüz kat daha kuvvetli olurdu. Biz zavallı Türkler Arap ve Acem’in tilmizleri olduğumuz için, ayrıca da kendi milli kusurumuz olarak, az yazdığımız için nesirsiz kaldık.”
“Az yazmak” ifadesi burada titiz ve itinayı ifade etmiyor elbette. Daha çok yazma tembelliğine dair bir atıftır. Millet olarak şifahi kültür mirasını çoğaltmaya çalışmışız. Yazımın başında söz konusu ettiğim yazmada kendini gösteren düalizm yazmayı hayatın boş zaman lüksünün bir parçası olarak algılamamıza neden olmuştur.
Bana en çok huylandığınız nesir özürlü kim diye soracak olursanız, şiir yazdığı halde yazdığı şiiri savunabilecek asgari bir nesir marifetine sahip olmayandır, diyebilirim. Halbuki şiiri üzerine düşünüp yazması gereken en başta şairlerdir. Asıl itibariyle şairler şiir yazmadıkları zaman düz yazıda dinlenirler. Kanımca bu da bir vakıadır!