Gazeteci yazat Alper Görmüş Analiz Etti...
DİZİ SUNUŞU
Okumakta olduğunuz; bu dizinin dördüncü yazısı. Dizi boyunca, önceki bölümleri okumamış olanlar için ne yapmak istediğimi bu sunuşlarda tekrarlıyorum. İlk bölümde yazdığım gibi: Dizide muhafazakâr kesimin genç kuşaklarında yaşanmakta olan değişimin ‘büyük’ siyaseti nasıl ve ne surette etkileyeceğini (etkilemekte olduğunu) anlamaya ve anlatmaya çalışıyorum. Bu amaçla ilk iki bölümde İslamın küresel çapta modernlik ve bilim karşısında yaşadığı sorunların genç kuşaklar üzerindeki etkisi üzerinde durdum. Üçüncü yazıda ve bu dördüncü bölümde Türkiye’deki genç kuşakların dindarlıktan ve cemaatçi yapılardan uzaklaşıp bireyselleşmelerinin, sekülerleşmelerinin nedenleri üzerinde duruyorum. Beşinci ve son yazıda da bu kritik değişimin, Erdoğan’ın dört beş yıl önce dümeni İslamcılıktan milliyetçiliğe kırışının sebeplerinden birini teşkil edip etmediği sorusunun cevabını arayacağım.
Adalet ve kalkınma Partisi’nin (AK Parti) ilk dönemindeki modernleştirici icraat sonucunda a) ülkenin dışa açılması hız kazandı, b) artık köylerde değil şehirlerde yaşıyor olsalar da şehirlerin çeperlerine sıkışmış olan dindar-muhafazakâr gençler şehirlerin merkezine geldi, c) gençlerin dinlerini baskı hissetmeden yaşayabilecekleri bir ortam oluştu.
Bütün bunlar, ironik bir biçimde dinle bağları daha gevşek, seküler eğilimleri daha güçlü yeni bir dindar-muhafazakâr nesil ortaya çıkardı.
Bunları bu dizinin son (üçüncü) bölümünde ayrıntılı olarak ele almıştık. O yazının son cümlesi, okumakta olduğunuz bu yazının konusunu da içeriyordu:
“Fakat dindar-muhafazakâr gençleri dinden ve dindarâne bir hayat tarzından uzaklaştıran başka nedenler de var. Bunlar, yukarıda iki başlık halinde anlattığım nedenlerin tersine, AK Parti’nin ‘olumsuz’, ‘engelleyici’, ‘statükocu’ yanından kaynaklanan nedenler…”
Sıra şimdi bunlara geldi işte.
Dini taşıyan siyasi figürlerin ve dindar kanaat önderlerinin olumsuz imajları
Bu fasıldan birinci sırada, “dindar” kimlikleriyle toplumda öne çıkan, dolayısıyla bir anlamda dinin onlar üzerinden sınandığı siyasetçilerin ve kanaat önderlerinin olumsuz rolünü zikretmek gerekir. Bu rol olumsuz bir tarzda tecelli etti, çünkü dinin lafzı ile dindar siyasi figürlerin ve toplum liderlerinin pratiği arasında zaman içinde büyük bir makas oluştu. Bu da tabii en fazla gençlerin dikkatini ve tepkisini çekti.
Çekmemesi düşünülemezdi…
Her din ve ideoloji somut bir konjonktürde somut bireylerden oluşan elitler tarafından taşınır. Dolayısıyla ‘pratik’ derken, öncelikle o elitlerin hayatı yaşama biçimleri ve davranışları akla gelmelidir; dinlerin ya da ideolojilerin önerdiğiyle, onları taşıyanların hayatları arasındaki makas ne kadar açılırsa, teoriye duyulan kuşku o kadar büyür. Dinin lafzı “komşusu açken tok yatan bizden değildir” iken, samimi bir genç dindarın Türkiye’deki tabloya bakıp huzursuz olmaması mümkün mü?
AK Parti’nin ilk 10 yılında sistemden faydalanıp, gençlerin “Müslümanca” diye bildiği hayattan başka bir hayat yaşayan dindarların sayısı çok fazla değildi, bu dönemde dinî vurguların siyaset dilindeki payı da hayli azdı.
İkinci dönemde ise her iki unsur birden arttı. Yani hem “Müslümanca” yaşamayanların sayısı hem de onların dilindeki dinî ton bariz bir biçimde yükseldi. Bu, bir dinin karşılaşacağı en sorunlu durumlardan biriydi, çünkü genç ve samimi dindarlarda “din buysa ben yokum” duygusu yaratıyordu.
Tunus’taki Müslüman Nahda hareketinin lideri Gannuşi’nin, iki yıl önce partisinin dini ve siyasi faaliyetleri biribirinden ayıracağını ilan etmesinin nedeni buydu. Gannuşi’ye göre bu hem “çıkarları için dini manipüle etmekle suçlanmayacak” olan siyasetçiler için, hem de “artık siyasetin esiri olmayacak” din için iyi olacaktı.
Gerçekten de siyasetçilerin dini kendi yükselişlerinin bir aracı olarak görüp ikisini birbirinden ayırmadıkları koşullarda toplumlar siyasetçileri dinin taşıyıcıları olarak görüyorlar ve onların hayatı yaşama biçimleri ile dinin önerdikleri arasındaki fark, inananları kurumsal dinden uzaklaştırabiliyor.
Sadece siyasetçiler değil tabii, geniş toplum kesimlerinin kurumsal dine dair algılarını, onların ‘dinî elit’ olarak gördükleri figürlerin davranışları ve değerlendirmeleri de şekillendiriyor. Sık sık duyulan “tarikatta skandal” haberleri de hiç kuşkusuz en az “çıkarları için dini kullanan” siyasetçiler kadar olumsuz bir rol oynuyor.
‘Neşesiz dindarlık’tan kaçış
Dücane Cündioğlu, İslamın özellikle son yüzyılda neşesiz bir din haline geldiğinden söz ettiği eski bir yazısında (Hürriyet, Mayıs 2013) şöyle diyordu:
“Cumhuriyet dindarlığının dünyasını sadece cami şekillendirdi, hâlâ da şekillendirmeye devam ediyor. Anlamı hazla buluşturamadığından olsa gerek genellikle neşesiz ve hülyasız. Had ve huduttan ötesini bilmeyen bir dindarlık bu! Güya yüzünü geleceğe dönmüş ama ‘şimdi’siz ve ‘burada’sız…”
Cündioğlu, cari “neşesiz dindarlığı” Beyoğlu-Beşiktaş-Kadıköy üçlüsünü Fatih-Eyüp-Üsküdar üçlüsüyle kıyaslayarak yapıyordu o yazısında. Kıyas nesnelerinden biri de kitapçılardı:
“Sevimsiz bir yükü omuzlamaktan kaçınamam, açıkça sormak zorundayım bu yüzden. Acaba Fatih, Eyüp, Üsküdar gibi görece muhafazakâr ilçeler bu koca şehirde kitaba ve kitapçılara ev sahipliği yapmaktan kaçınırlarken, onları, niçin Beyoğlu, Beşiktaş ve Kadıköy ilçeleri bağırlarına basmakta?”
Cündioğlu bu üç ilçedeki “devinim”i kutsadıktan sonra (çünkü “devinimin olduğu yerde yaşam, yaşamın olduğu yerde haz vardır, hazzın olduğu yerde de kültür” vardır), lafı Fatih’e, Eyüp’e, Üsküdar’a getiriyordu:
“Ve öte yanda, mahcup bir halde susakalmış üç koca ilçe, hazdan ve zevk ilkesinden uzakta üç kadim belde, hem de bir kanadı kırık tam üç yüzük taşı. Fatih, Eyüp, Üsküdar. Bir asra yakın bir süredir kendilerine gelemiyorlar, bir türlü geçmişlerine yaraşır bir kültür havzası olmayı başaramıyorlar. Bugün’de ve şimdi’de yaşamadıkça, zamanda ve mekânda geçmişin mirasına bir gelecek sunamayacaklarını anlayamıyorlar.”
Bu satırlar bize, dindar-muhafazakâr gençlerin, kendilerine bir erdemmiş gibi sunulan neşesiz bir hayattan -biraz da huzursuzlukla- neden daha neşeli bir hayat vaat eden sekülerliğe kaçtıklarının kaynaklarından birine daha işaret ediyor.
AK Parti, biraz olsun kendi ‘doğru’sunun dışına çıkana anlayış göstermeme tavrını burada da benimsedi ve dindar gençlerdeki bu eğilimleri anlamaya çalışmak yerine sanki Müslümanlıktan çıkmışlar gibi onları bastırmaya çalıştı.
Zor sorulara karşı ‘Şeytan sorduruyor’ tavrı
Tabii bir de bir nesil öncesi dindar gençlerin sormadığı fakat Y ve Z kuşaklarının sormaya doyamadığı zor sorular var ki bunlar bazı âyetleri dahi kapsıyor. İlahiyatçı Mustafa Öztürk geçtiğimiz günlerde Medyascope’ta Ruşen Çakır’a bu meseledeki zorluğu ve bir anlamda çaresizliği şöyle anlatıyordu:
“Yeni nesil jenerasyon, Ekşi Sözlük’te sanırım Sevan Nişanyan’ın, ’ortalama bir Müslümana sorulması gereken 99 can yakıcı soru’(yu aktarıyor). Verin bakalım bunların cevaplarını. (…) Bizim çocukların bunları Anadolu liselerinde, kolejlerde din dersi hocalarıyla tartışınca bunların cevapsız kalması, kelam ilminin kendini güncelleyip bu çağın inanç sorunlarına yeterli cevaplar verememesi, ilahiyatların entelektüel kapasitesinin düşük olması gençliği ortada bırakıyor. Tabir caizse gençlik camiye isyan etmiş, camiyi terk etmek için kapıya yüklenmiş, ben son cemaat mahallinde ‘arkadaşlar azıcık bir durun, beni de biraz dinleyin’ diye bağırıyorum. Ben, durumu geciktirebilir miyim diye görüyorum kendi konumumu. Benim tarihsellik tezim, çocukları bu caminin avlusunda bir süre daha tutabilir miyim çabasından başka bir şey değil.”
AK Parti burada da gençlerin samimi arayışlarına cevap veren bir tavır benimsemedi. Nötr bile kalamadı. Diyanet’in ve dinî kanaat önderlerinin “soru soranları şeytan dolduruyor” tavrının yanında durdu.
Bu dizinin sonuna doğru yaklaşıyoruz. Bundan sonra cevabını arayacağımız soru, baştan beri tekrarladığım gibi şöyle şekilleniyor: Acaba dört-beş yıl önce Erdoğan’ın dümeni İslamcılıktan milliyetçiliğe doğru kırmasının nedenlerinden biri, dindar gençlerdeki bu eğilimin önüne geçilemeyeceğinin gerçekçi bir biçimde tespit edilmesi olabilir mi?
Bu dizinin son yazısında bu çerçevede bir spekülasyon yapacağım.