Kendisine Kudüs’ü fethettin denildiğinde riyadan Allah’a sığınıp bu benim başarım değil Allah’ın inayetiyleydi diyen Kudüs fatihi Selahaddin Eyyubi… Sömürgeci İngilizlere karşı çıktığında çevresindekiler, İngilizlerin mitralyözü var topu var tüfenginle nasıl onlara karşı gelirsin denildiğinde, olsun ben İngilizlere galip gelmeyeceğimi biliyorum fakat hayat onurlu bir duruştan ibarettir ben onlara karşı çıkmakla gönlümü ve rabbimi razı etmek istiyorum diyen molla Ahmet Barzani… İngilizler tarafından kendisine sunulan krallığı elinin tersiyle iten Mahmut Berzenci… Saçlarım kadar başım olsa hak yolunda olsun feda diyen zamanının harikası Bediüz’zaman Molla Said-i Nursi… İdam sehpasında iken son isteği sorulduğunda, kâğıt kalem ister ve kâğıda Arapça olarak, “Benim bu değersiz dallarda asılmama pervam yoktur. Muhakkak ki mücadelem Allah ve dini içindir,” yazar ve kelime-i şehadet getirerek idam edilir Diyar-ı Bekrin Dağ kapı meydanında Şeyh Sait, Saitler…
Sahiden bu adamların derdi neydi kafaları mı hoştu neden bu kadar idealistlerdi. Din miydi bu adamların afyonu ya da Karl Marks’ın sadece mideyi doyuran teorileri mi kendilerine vasıl olmamıştı? Neden midelerinin değil de rablerinin rızası peşindeydiler? Ruhları neden bedenlerinden taşıyordu, imanları gönüllerinden? Neden duaları materyalist, amentüleri nasyonalist, itikatları, sosyalist değildi..? Onlar da taş toprak, köşk taht peşinde koşuşturabilirdi en kapitalistinden en materyalistinden en nasyonalistinden… Nasyonalist bir hüviyetle varmış gibi bir hürriyete sarılabilirlerdi… Bir göz boyamasıyla sosyal adaletten dem vurup Karun gibi zengin olabilirlerdi… Bireysel hak ve özgürlükler adı altında toplumun vampir gibi kanını emebilirlerdi, sömürebilirlerdi… Ki sosyalizmin babası Stalin’in hayatı boyunca kendi özel mülkiyetinde bir evi olmamıştır belki fakat devletin en baba kapitalist adamıydı. Neden kazanmak için her yolu mubah saymazlardı ateist Nietzsche gibi…? Çünkü cenkleri, cehtleri davaları gibi cihanşümuldu. Darüsselamın (islam coğrafyası) her karışını öz vatan bellerler atlarını, ordularını daima darülharbe (gayri muslim coğrafyası) mahmuzlarlardı… Nefsi mutmainle razı (onlar rablerinden razı) ve merziydiler (rableri tarafından da razı olunmuş). Din ne onların afyonuydu ne de onlar için bir istismar aracıydı. Bir çöl aslanı Ömer Muhtar’dan bir Kafkas kartalı Şeyh Şamil’den İskilipli Atıf’tan farksızdılar. Hastılar, halistiler. Onlar ayrı gayrı bilmezlerdi peygamber sancağı altında. Batının ırkçılık hastalığı daha bulaşmamıştı onlara namahrem eli değmemişti daha ne haremlerine ne mabetlerine. İlai kelimetullah yegâne desturdu onların. İslami hüviyetleri ile hep insani hüviyetlerine sarılıp durdular. Bu bir eziklik bir kayıp da değildi onlar için, bir onurdu bir şeref ve haysiyet iman ve itikat meselesiydi… Bir kavme kin ve garazları onları adaletsizliğe asla ve asla sürmezdi… Kendilerine (kötülük amacıyla) el uzatılsa da kendileri kötü niyetle ne başkasına ne kardeşlerine el uzatıp zarar vermediler…