Bu soruyla pek çok düşünür ve toplumsal hareketin lideri ilgilenmiştir. Bilindiği üzere Bolşevik lider Vladimir Lenin tarafından bu isimle, 1901-1902 yılları arasında bir kitap yazmıştır. Eserin başlığı, Nikolay Çernişevski tarafından aynı isimle yazılan romandan esinlenmiştir. Bu eserinde Lenin, işçi sınıfının fazla olan çalışma saatleri hakkında tarihsel yorumlarda bulunmuş ve buna bağlı olarak gelişecek siyasal mücadelelerle ilgili bilgiler vermiştir. Öte taraftan işçiler arasında marksist fikirleri yaymak ve işçi sınıfını devrimci mücadeleye sokmak için devrimcilerin yol gösterici olması gerektiğini ve bunun yegâne yolunun öncü bir parti ile olacağının altını çizmiştir. Bu yöntem, ileride gelişecek Leninizm teorisine damgasını vurmuştur.
İran’da sosyolog Ali Şeriati, İslam Devrimi olmadan çok önce bu soruyu kendisine sormuş ve aynı adla bir kitap yazmıştır. Bu kitapta “Nereden başlayalım?” diye sorar ve hemen akabinde “Aydın Kimdir?” şeklinde bir soruyla devam eder. Bilindiği üzere merhum Şeriati, İslami hareketlerde aydına önemli bir misyon atfeder. Lenin, nasıl öncü bir partiye gerek olduğunu söylemişse, Şeriati de aydınların öncülüğüne bel bağlamıştır. Bu güçlü bir ulema geleneğinin bulunduğu İran bağlamında anlaşılır bir tutumdur. Şeriati, ulemanın donanım ve ufkunu hiçbir zaman yeterli bulmamıştır. Ama ne yazık ki, Devrim’den sonra Ali Şeriati’nin korktuğu İran’ın başına gelmiştir. Mollalar aşamalı bir biçimde iktidarı ve kamuoyunu ele geçirmiştir. Öyle ki, devrimden sonraki yıllarda Şeriati’nin bazı kitapları bile mollalar tarafından yasaklanmıştır.
Geçtiğimiz yıllarda İstanbul’da “Ali Şeriati Sempozyumu”nda, Ali Şeriati’nin eşi Puran hanım ve oğlu İhsan Şeriati ile karşılaştığımızda, İran’da sansür olayını ve özellikle Şeriati’nin hangi kitaplarının yasaklandığını onlara sormuştuk. İhsan Şeriati bizi şaşırtan ilginç bir cevap vermişti. “İran’da hiçbir zaman bir kitap toplatılmaz. Neden biliyor musunuz?” demişti, biz nedenini sorduğumuzda “Çünkü” demişti “İran’da bir kitap yayınlanmadan önce kontrol edilir ve sakıncalı ise yayınlanmasına müsaade edilmez.” Demek ki yayınlanan her kitap zaten kontrolden geçmiş oluyor ve bir daha da yasaklanma ve toplatılma gibi bir sorunla karşılaşmıyor.
Ali Şeriati’nin yasaklanan kitaplarına gelince, o kitaplar tam da Şia ulemayı rahatsız eden “Şiilik” hakkındaki kitaplardır. Şeriati kitaplarında “Ali Şiası” ve “Safevi Şiası” arasında bir ayrım yapıyor ve İran tarihine iki ayrı İslam anlayışının damga vurduğundan bahsediyordu. Demek ki Safevi Şiası’na yönelik eleştiriler ulemayı rahatsız etmişti ki, bu kitapları yasaklanmışlar.
Benim yıllar sonra yeniden bu soruya aklıma getiren şey, yazın katıldığım bir düğün etkinliği oldu. Pandemi döneminde düğünlerin yapılış biçimi çok tartışıldı, beni rahatsız eden işin bu yönü değildi. Çünkü düğün açık havada ve yüksek bir yerde organize edilmişti. Sosyal mesafe her zaman korunmamışsa da, beni endişelendiren bambaşka bir şeydi. Şunu söyleyeyim: Düğün sıradan bir düğündü ve beni rahatsız eden hiçbir özel durum yoktu.
Peki, o zaman sorun neydi?
Sorun tam da her şeyin “sıradan” olmasıydı! Bir düğünde karşılaşılabilecek her şey orada da vardı. Uzun bir bekleyiş ve düğün ne zaman başlayacak endişesi, gelin ve damadın gelişiyle kısmen sona erdi. Ondan önce ve sonra yüksek bir müzik sesi, misafirlerin konuşmasını engellemekle kalmıyor, müziğin kalitesi zihinde sorular oluşturuyordu. Dans ve oyunlarla devam eden düğün nereye akacak diye düşünürken, bir ara takı törenin başladığını gördük. Takımızı takıp gelin ve damadı tebrik ettikten sonra, yanımızda bulunan hasta annemin özel durumu nedeniyle düğün mekânından ayrıldık. Düğün akşam yemeğine denk bir zamanda yapılmıştı, fakat “yemeklidir” notu bulunmadığı için tedbirli hareket etmiştik. Masamıza gelen kuru pasta ve içecekler, malum sağlıksız şeylerdi.
Şimdi benim zihnimde sıkça beliren şu iki soru orada da nüksetmişti.
- Neden düğünlerimizde nezaket ve disiplin yok?
- Düğün ve benzeri süreklilik arz eden toplumsal etkinliklerin ıslahıyla başlamak, “Ne Yapmalı?” sorusuna bir cevap olabilir mi?
Sosyolojik açıdan düğünler, bayramlar ve buna benzer toplumsal etkinlikler toplumsal birer tezahür olarak incelendiğinde, birinci soruya cevap vermek kolaylaşmaktadır. Tüm toplumsal etkinliklere karmaşa, disiplinsizlik, gürültü ve nezaketsizlik eşlik etmektedir. Siyasi partilerin meydan toplantılarından tutun, düğün ve bayramlara kadar hepsinde bunlar karşımıza çıkmaktadır.
Toplumsal yapıdaki bu düzensizliklerle askeri disiplin ve düzen iki karşıt kutbu oluşturmaktadır. “Asker toplum” olduğumuz savı, bir gerçeklik olmaktan ziyade bir özlem ve arayıştır. Özellikle sivil hayatta karmaşa ve düzensizliklerin arttığı dönemlerde bu söylem sıkça karşımıza çıkar. “Birkaç kişiyi sallandırsak, bak o zaman ortalık nasıl düzelir” şeklindeki söylemler aşırı karmaşanın hüküm sürdüğü zamanların ürünüdür.
Pikniklerde ortaya çıkan kirlilik, kamusal hayata bakışımızı ve kamusal tutumlarımızı anlatan çarpıcı bir örnektir. Özel yaşam alanlarından kamusal yaşam alanlarına geçtikte ilgisizlik, ihmalkârlık ve işgal zihniyeti artmaktadır. Kamusal alanları hor kullanmamızın bir sebebi kamusal bilincin yokluğu ise, diğeri de bir türlü bitmek bilmeyen köylülüktür. Şehirlere akan kırsal göçmenler, yani köylüler hiçbir zaman şehri benimsemediler ve kırsal aidiyetlerini oralarda da sürdürdüler.
İkinci soru, birincisinden daha zor ve daha önemli bir sorudur. Politik İslam, toplumu değiştirmenin yolu olarak iktidarı ve siyaseti görmüştür. Tıpkı Kemalistler gibi toplumu yukarıdan aşağıya ve buyrukçu yöntemlerle değiştirmek istemişlerdir. Bugün gelinen noktada bu yöntemin ne İslami ve ahlaki, ne de insani ve geçerli bir yöntem olmadığı anlaşılmıştır. İşte, bu noktada yeniden sormamız gereken soru şudur: Peki, toplumsal değişimi sağlamanın yolu nedir?
Kur’an ve sosyoloji bilimi bize toplumu “içerden” değiştirmenin daha isabetli ve uygun bir yol olduğunu öğretmektedir. Nitekim Kur’an şöyle buyuruyor:
“Bir toplum kendi özünde olanı değiştirmedikçe, Allah o toplumun durumunu değiştirmez.”
Bu ayeti, toplumsal ve kültürel bir yasa olarak görmek gerekir. Bu ayette geçen “değiştirmedikçe” sözü, bunun şartlı bir yasa olduğunu göstermektedir. Kültür yasaları “if-then” (Şayet- o zaman) şeklinde formüle edilen yasalardır. Burada toplumun iradesi ve bilinci sebep, Allah’ın o toplumu değiştirmesi de bir sonuç olarak ifade edilmektedir. O zaman ne yapmalı ve nereden başlamalıyız sorusu büyük bir önem arz etmektedir.
Kanaatime göre bir toplumun yerleşik alışkanlıkları ve gelenekleri, ilk önce değiştirilmesi gereken şeylerdir. Nitekim İslam da eskilerin geleneklerini değiştirmiştir. Yani değişme gelenekle yüzleşme şeklinde başlamıştır. Biz de bugün aynı sorunla karşı karşıyayız. Düğün ve bayram geleneklerini, selamlaşma ve ziyaretleşme alışkanlıklarımızı ve kısacası günübirlik yaptığımız rutin davranışlardan başlayarak değişimi kendimizde başlatmalıyız. Kendimizde ve çevremizde başlayan değişim dalgası daha sonra tüm toplumsal alanlara ve uzak çevrelere doğru yayılacaktır. Değişim bir difüzyondur. Nasıl bir göle atılan bir taş kıyıya kadar uzanan dalgalar yaratırsa, toplumsal bir değişim de bir alanda başlayınca diğer alanlara doğru yayılacaktır.
Yerleşik alışkanlıkları ve gelenekleri kırmanın en önemli yolu, insanlara farklı seçenekler sunmaktır. Farklı mekânlar, farklı düğün yapma modelleri, farklı bayramlaşma usulleri ve farklı komşuluk yapma biçimleri… İşte tüm bu alışkanlıklarımız üzerinde düşünüp bu işin doğrusu ve eğrisi nedir diye sormalı ve doğru pratikleri ortaya koymalıyız. İyi örnekler ve pratikler kısa sürede başkalarına da bulaşacaktır. Çünkü Türk toplumu özünde taklitçi bir toplumdur ve gördüğünü iktibas eder. Burada temel sorumluluk yaratıcı ve yenilikçi beyinlere ve gruplara düşmektedir.
Kaynak: Farklı Bakış