Anılarımı yazıyorum. Ölmeden bitirmek istediğim anılarım için bazı dostlarım, "Geç kaldın, herkes yazdı bitirdi" dediler. Hiç bir laf bundan daha yanlış olamazdı. Şöyle açıkladım: Aksine! Evet ölüp bitirememek riskim var, ama anılarımı ancak şimdi, kendimce tarihime bakışta bir olgunluğa erdiğimde yazmamın bir anlamı olabilirdi. "Olgunluğa ermek de ne demek?" diye sorabilirsiniz. O da şu: insanın kendi tarihine bakabilecek duruma geldiğine kani olmak.
Biraz daha açayım: Biliyorum, "Geç kaldın, herkes yazdı bitirdi" diyen dostlarım, benim asıl yazılmaya / okunmaya değer olan anılarımın 'devrimci' dönemime ait olanlar, yani 1972 ile biten dönemi kapsayanlar olduğunu, "Ölmeden o dönemi bir an önce yaz, gerisi zaten kimseyi ilgilendirmiyor" diye düşünüyorlar. Tabii, hiçbir düşünce bu kadar yanlış olamaz. "Devrimcilik" dönemi hayatımda sadece bir parantezdi; fiilen Fatma'yla evlendiğim yıl, 1965'te başladı ve 1972'de İsveç'e sığınmamla bitti. Olgunluğa ermem, bireyin özgürlüğünü savunmayı temel amaç edindiğim dönemin sona ermesiyle, yani 2016'ta Silivri cezaevine tıkılmam, orada yaşadıklarım üzerine ciddi olarak düşünmeye ve not almaya başlamam ile mümkün oldu. Ben kodesteyken Ömer (Madra) Fatma'ya (Alpay), "Hapislik iyi gelir..." dediğinde eminim bunu kastediyordu. Sevgilim yememiş içmemiş, bir 'kapalı görüş'te, yani camın arkasından telefonla Ömer'in bu lafını bana yetiştirmişti; eminim bir teselli vermek için.
Bir insanın anılarını yazmasının amacı ne olabilir? Bana göre şu sorulara cevap vermek ihtiyacı: Hayatta ne yaptım? Niye yaptım? Yaptıklarımdan ne sonuçlar çıkarabilirim? Tabii, kimileri anılarını başkalarına yararı olacak dersler çıkarmak için, kimileri "tarihe not düşmek" için, kimileri de sadece kendini önemsediği için kaleme alır. Bunların hepsi benim için de geçerli olabilir, ama ben anılarımı esas olarak kendimle hesaplaşmak için yazıyorum, az veya çok ilgi görmesi beni ilgilendirmiyor. ("Geç kaldın " diyen dostlarıma bunu da hatırlatıyorum. Pek anlamıyorlar.)
Burada yaptıklarımdan çıkardığım sonuçlardan söz edeceğim. Şimdilerde bilincine vardığım bir husus şu: Sanıyorum kamusal (yani başkalarıyla paylaştığım) hayatım boyunca bana yön veren temel anlayış, Karl Popper'in "historicism / tarihsicilik" dediği anlayış. Yani, tarihin belirli yasaları olduğu, toplumların tarihinin kaçınılmaz olarak belirli bir yönde ilerlediği anlayışı. Karl Marx'ın tarihin kanunlarını keşfettiği inancıyla yola çıktığım dönemde bu zihnimde çok açıktı. Lenin'in "tarihin ebeliği"ne dair teorisi, bu anlayışın biraz dışına taşıyordu, çünkü "sosyalist bilince sahip" bir azınlık iradesiyle tarih yasalarına müdahale ediyordu. Mao'nun "kültür devrimi" teorisi ise büsbütün dışına çıkıyordu; çünkü "altyapı"da devrim (özel mülkiyete ve piyasa ekonomisine son vermek) yetmiyordu, bir de kitlelere sosyalist bilinç kazandırmak, insan psikolojisini değiştirmek, bencilliğin yerine diğerkamlığı ikame etmek gerekiyordu, aksi takdirde "proletarya diktatörlüğü" bürokrasinin, giderek bir kişinin diktasına dönüşüyordu. Aynen öyle oldu; "proletarya ihtilali" Rusya'da Stalin, Çin'de Mao'nun kişi diktatörlüğüyle sonuçlandı; bunların geride kalan imparatorlardan bir farkı kalmadı. Çin'de 1979'da Cüce Deng'in, Rusya'da 1989-1991'de Gorbaçov - Yeltsin'in yaptığı altyapı devrimiyle ekonomik rejimler değişti, ama ilkinde bugün Şi'nin, ikincisinde Putin'in kişi diktatörlüğü sürüyor. Onlara gıpta edenler çok.
Bu süreci izledikten sonra, daha doğrusu bu gidişatın farkına vardıktan sonra, zihnimdeki Marxist anlamda tarihsicilik 1970'lerin sonlarında tam anlamıyla çöktü. Ama, pek farkında olmadan başka türlü, kestirmeden diyelim ki Francis Fukuyama'nın ilk ortaya attığı "tarihin sonu" teziyle kastettiği türden bir tarihsici anlayış zihnime egemen oldu: ekonomiler ve siyasi rejimler liberalleşip globalleşiyordu. Bu her yerde aynı hızla olmuyordu ama süreç dünyayı liberal demokrasi ve ekonomi düzeni altında "tek bir köy" olmaya doğru götürüyordu.
Bu tür bir tarihsici anlayışla baktığımda Türkiye'yi de bu sürecin içinde görmeye başlamıştım. Ülkem Türkiye'de Kemalist bürokrasinin vesayeti altında olan türden demokrasi, Özal reformlarıyla ekonomide başlayan sürecin siyasete de sirayet etmesiyle zamanla, giderek liberalleşecek, bireysel haklar giderek yerleşecekti. Bu süreç sonunda Türkiye, Avrupa Birliği'ne katılacaktı. Bunun ne zaman gerçekleşeceğine dair bir fikrim yoktu, ben göremeyebilirdim, ileri - geri adımlar olabilirdi ama gidiş o yöndeydi. Bana düşen de bu gidişata elimden geldiğince, gücüm yettiğince, yazarak konuşarak katkıda bulunmaktı. 1980'lerden itibaren kamusal hayatıma yön veren anlayış bu oldu. Bunda "devrimci" dönemimde düştüğüm yanılgıları, yaptığım yanlışları düzeltmek, vicdanımı temizlemek gibi bir kişisel dürtünün rolü de muhakkak vardı.
İtiraf edeyim ki, belki hatalı yorumlama sonucu Popper'in siyasi felsefesi de, benim onun tarihsici dediği anlayışa kapılmama bir ölçüde neden oldu. Popper, insanların eleştiri özgürlüğünün olduğu yerde yanlışlardan ders çıkardıklarını ve bu yanlışları reformlar yoluyla düzelttiklerini söylemiyor muydu? Yani insanlık "bir adım geri, iki adım ileri" temposuyla da olsa hür ve adil bir geleceğe yürümüyor muydu? Diyebilirim ki bu anlayış, yani genel anlamda toplumlara tarihsici bakış açısı Silivri cezaevine tıkılmamla başlayan bir süreçle tam bir çöküşe uğradı. Kısaca söyleyeyim: Artık toplumların mutlaka hür ve adil bir geleceğe doğru ilerlediklerine ihtimal vermiyorum. Buna koşut olarak zihnimdeki başka bir paradigma (makro teori) da çöktü: İnsanların doğuştan iyi olduklarına, onlara kötülük kazandıranın toplum olduğuna, hür ve adil bir toplumda kötülük kalmayacağına da artık inanmıyorum.
Bugün dünyaya ve Türkiye'ye baktığımızda ne görüyoruz? Ne umduk, ne bulduk... Hani özgürlük ve adalet giderek yayılacaktı? Bugün tam tersi olmuyor mu? Liberal demokrasiler bir bir çökmüyor, yerini otoriter rejimler, kişi diktatörlükleri almıyor mu? Hani dünya fikirlerin, malların ve hizmetlerin serbestçe dolaştığı bir globalleşmeye doğru ilerliyordu? Tam tersine, toplumlar içlerine kapanma, piyasanın değil devletin egemen olduğu, "yerli ve milli" düzene doğru gitmiyor mu? Hani Avrupa Birliği giderek genişleyecek, derinleşecekti? Aksine ilkelerinden uzaklaşma ve hatta dağılma sürecine girmedi mi?
Evet bu böyle devam etmeyebilir, beğenmediğimiz Samuel Huntington'un liberal demokrasilerin yayılma ve daralma evreleri teorisinde şimdi ikincisini yaşıyor olabiliriz.
Ne var ki benim artık anladığım şu: Toplumların tarihi herhangi anlamda kaçınılmaz bir sürecin değil, insanoğlunun (ahlaki değerlerle belirlenen) "iyi" ve "kötü" hasletleri arasındaki mücadele mihverinde şekilleniyor. Yaşananlardan çıkardığım temel ders şu: Daha hür ve adil bir toplum istemek ve bunun için çaba harcamak elbette hayata anlam verebilir, hayatı yaşanmaya değer kılabilir, soylu bir uğraştır. (Ama bu elbette ki herkesten beklenemeyecek bir tercih meselesidir.) Ne var ki bu çabayı, tarihin nereye gittiğini önceden bilemeyeceğimiz gibi ona yön verme çabalarımızın beyhude olabileceği bilinciyle, işin güçlüklerini bilerek yürütmekte yarar var. Bu mücadelede her fikre kuşkuyla bakmak, yoğurdu üfleyerek yemek, Popper'in deneme - yanılma yöntemiyle ilerlemek, belki de iyinin egemen olması için çabalayan insanın düsturu olmalıdır.
Dostlarım arasında "Ne umduk, ne bulduk?..." sorusu yayılıyor. Yüzyüze geldiğimiz ya da kafamızı çarptığımız gerçekler karşısında, gördüğüm kadarıyla üç farklı tavır takınılıyor. Birincisi Ömer Madra tavrı: O, haklı olarak, (insanın kötü hasletlerinin yol açtığı) iklim değişikliği sonucunda yeryüzünde insanlığın yokoluşa doğru gittiği, iklim değişikliğiyle mücadelenin insanlığın bir ölüm - kalım meselesi olduğu bilinciyle bir çaba yürütüyor. Gerçekten, iyiler için artık esas mesele, artık hür ve âdil toplumu gerçekleştirme mücadelesinin ötesine gitti, yaşamı koruma davası hâline geldi. Geçen gün Bağımsız Gazeteciler Platformu'nun lokalinde Ömer'in bir konuşmasını dinledim.
Ona iki soru sordum: 1) Erteleyip duruyorsun, iklim değişikliğini önlemek için ne kadar zamanımız kaldı? 2) Bilim adamları evrenin, ona bağlı olarak dünyanın, ona bağlı olarak yaşamın şu veya bu şekilde ama kaçınılmaz olarak sona doğru gittiğini söylüyorlar. Bu durumda yürüttüğün mücadele beyhude değil mi? Birinci soruma cevabı, "10 yıl kaldı" oldu. İkinci soruma ise şu cevabı verdi: "İyinin kazanması için ya da hayatıma anlam vermek için yürüttüğüm mücadeleyi, bunun güçlüklerini, hangi koşullarda yürütüldüğünü bilerek, ama ahlaki bir sorumluluk olarak gördüğüm için veriyorum; bir şikayetim yok. Aslında sevgili dostum tam da benim yukarıda önerdiğim düsturu dile getiriyordu.
İkinci tavra örnek olarak kendimi gösterebilirim. Fatma'yı Ayvalık'ta toprağa verdiğimiz gün, bazı yakın dostlarımla bir masa etrafında toplandık. Onlara şunu söyledim: Bugünkü aklım olsaydı, hayatımı başka türlü, Ömer Hayyam'ın öğütlerine uyarak yaşardım: "Hayat bir mucize ve hayata bir kez geliyoruz. O halde bütün nimetleriyle yaşamalıyız." En eski dostlarımdan Nuri Çolakoğlu atıldı: "Niye öyle söylüyorsun yaa? Bak şimdi anılarını yazıyorsun, bitirdiğinde karşısına geçip, 'Ne hayat yaşamışım be!' diyeceksin..." Galiba haklıydı: Yaşamış olduğum hayatı anlamsız görsem, anılarımı niçin yazayım ki? Nuri bir de bana kendi şiarını telkin edip duruyor: "Geçmiş için keşke yok, gelecek için kuşku yok, an'ı yaşamak var."
Üçüncü tavra örnek olarak bir başka yakın dostumu, Hasan Cemal'i gösterebilirim. Bir ay kadar önce ayak bileğini kırıp yatağa düştü, morali bozuldu. ('Anılarımı sana parça parça göndereyim okur musun' diye sordum; şimdi okuyamam dedi.) Buna bir de patinaj yaptığını, yani yıllardır daha hür ve âdil bir Türkiye için yazdığı yazıların, kitapların henüz bir yere varamadığını görmenin verdiği moral bozukluğu eklenince, farkında olduğunuz gibi, T24'teki yazılarına ara verdi. Şimdi biraz dinleniyor... Okuyor; en çok da kendi yazdığı kitapları. (Telefonda da hiç susmuyor.) Ama, özgürlükçü demokrasinin eninde sonunda kazanacağına inancı tam. Yakında yeniden yazmaya başlarsa şaşırmayın.
Doğrusu Nuri'nin söylediklerine aklım yatıyor. İşte an'ı yaşıyorum: Anılarımı yazıyorum. Ömrüm yeterse, belki bu yıl içinde bitireceğim. Muhtemelen hiçbir yayınevi basmaya yanaşmayacak, biliyorum ama umurumda değil. Zaten daha çok geniş ailem ve dostlarım için yazıyorum. Olmazsa elektronik-kitap yapar internete koyarım, diyorum. Yaşarsam iki kitap projem daha var üstelik. Üzerimde iz bırakan insanları (ki çok sayıdalar) anlatacağım kitabın adı, "Hayatımdan İnsan Manzaraları" olabilir. Diğerinin adını koydum: "Din ve Ben." Din üzerine kendimce hayli düşündüm. Bahçeşehir Üniversitesi'nde hocalık yaptığım yıllarda da "Din ve Siyaset" konulu bir ders okuttum; bu bağlamda din sosyolojisi ve siyaseti üzerine hayli okudum. Bu kitapta popüler bir üslupla, yani herkesin anlayacağı bir dille, dinin toplumların ve benim hayatımdaki yeri üzerine bildiklerimi ve düşündüklerimi anlatacağım. Gördüğünüz gibi yaşarsam yapacak daha çok şey var. An'ı yaşamak bu benim için.
P24 Blog