İsrail’de 17 Mayıs 1977 günü düzenlenen genel seçimler, ülke basınında “Deprem!” manşetleriyle dünyaya yansıtılmıştı. Zira devletin kurulduğu 1948’den itibaren sürekli olarak iktidarı domine eden ve siyasette söz sahibi olan İşçi Partisi’nin geleneksel hâkimiyeti sona ermiş, bir zamanlar “Siyonist terörist” unvanıyla anılan Menahem Begin’in liderliğindeki Likud Partisi, yüzde 33,41 oy oranıyla, ulaşılması güç bir rekora imza atmıştı. Meşhur Deyr Yâsîn Katliamı (9 Nisan 1948) başta olmak üzere çok sayıda insanlık suçunda parmağı bulunan Begin, hükümeti kurduğu 21 Haziran 1977’den, karısı Aliza’nın ölümü sebebiyle sürüklendiği ağır depresyon sebebiyle istifa etmek zorunda kaldığı 10 Ekim 1983’e kadar başbakanlık koltuğunda oturdu.
Menahem Begin’in başbakanlığı hem İsrail’de hem Ortadoğu’da hem de dünyada birbirinden önemli hadiselerin arka arkaya dizildiği bir zaman dilimini kapsıyordu. 19 Kasım 1977’de Mısır Cumhurbaşkanı Enver Sedat’ın Kudüs’ü ziyaret ederek İsrail’i tanımasından 1979’da İran’da -İsrail’in en sıkı müttefiklerinden- Muhammed Rıza Pehlevî’nin devrilmesine, Sovyetler Birliği’nin yine 1979’da Afganistan’ı işgalinden Kâbe Baskını’na çok sayıda gelişmeyle birlikte, İsrail Parlamentosu’nun Kudüs’ü “ebedî başkent” ilân etmesi (1980), İsrail’in Lübnan’ı işgali ve Beyrut kuşatması (1982), Hizbullah’ın kuruluşu (1982), Sabra ve Şatilla Katliamı (1982) ve daha birçok olay da bu dönemin ürünüydü.
8 Aralık 1987 günü İsrail işgal askerlerinin Gazze sınırında 4 Filistinliyi katletmesinin, nasıl hızlı bir şekilde kapsamlı bir halk ayaklanmasına dönüşebildiğini anlamak için, yukarıdaki arka planı bilmek gerekir. “Birinci İntifada” (ikincisi de, dönemin İsrail muhalefet lideri Ariel Şaron’un Mescid-i Aksâ’ya düzenlediği provokatif ziyaretle, 2000’de patlak verecektir) olarak isimlendirilen bu süreç, Filistinli gençlerin içinde yıllardır biriken öfkenin patlamasıydı. İntifada’nın en keskin sonuçlarından biri, Yâser Arafat liderliğindeki Filistin Kurtuluş Örgütü ve Fetih çizgisinin işgale karşı mücadelede yetersizlikle suçlanmasıyla birlikte, Ahmed Yâsîn adlı engelli bir öğretmenin kurduğu İslâmî Direniş Hareketi’nin (kısa adıyla, Hamas) boy göstermesi oldu. Toplumsal tabanı güçlü “İslâmcı” bir muhalefetin sahneye çıkışının tetiklediği panikle İsrail ve Arafat cephesi birbirine yaklaştı; buradan da Oslo Anlaşması (1993) ve Filistin Yönetimi doğdu.
Aradan geçen 35 yıldan sonra, İntifada’nın yıldönümünde bugün İsrail cephesindeki siyasî durum 1977 atmosferiyle neredeyse aynı. Likud’un mutlak kontrolü, Menahem Begin’in şimdiki varisi Benyamin Netanyahu’nun ellerinde. Son 3,5 yılda 5’inci genel seçimlerin düzenlendiği İsrail’de, Yahudi cephesi bugüne kadar hiç olmadığı kadar karmaşık ve çatışmalı. Ancak seçimlerin sonucunda ortaya çıkan politik aritmetik, Filistinliler açısından işgalin dayattığı neticelerde herhangi bir değişikliğin olmayacağını gösteriyor.
Filistin saflarına baktığımızda ise, bazı değişim noktalarını gözden kaçırmamak gerektiği ortaya çıkıyor:
Her şeyden önce “karizmatik liderler dönemi” hızla sona eriyor. Farklı çizgilerde dursalar da Filistin’de terazinin iki kefesini karşılıklı dolduran Yâser Arafat ve Ahmed Yâsîn, aynı yıl içinde (2004) dünyadan ayrıldılar. Kendilerinden sonra, koltuklarını doldurmak çok kolay olmadı.
Karizmatik liderlerin yokluğunda, Filistin’de gençlerin kendi başlarının çaresine bakmayı önceledikleri yeni bir dönem başlıyor. Herhangi bir kaba sığmayan, kontrol edilmeleri oldukça zor, siyasî aidiyet açısından da son derece esnek bir kuşak bu… Ve teknoloji ve iletişim imkânları, artık modern birer silah ve mücadele aygıtı.
Arap ve İslâm dünyasının Filistin meselesine bakışındaki ve yaklaşımındaki değişimlere paralel olarak, “işgal gerçeği”ne daha pragmatik yaklaşımlara şahit olunuyor. İsrail pasaportu almak, giderek “daha az tabu” haline geliyor. Özellikle İsrail sınırları içinde İsrail vatandaşı olarak yaşayan “48 Arapları”nın göreceli rahatlığı, Filistin’de halkın önemli bir bölümünü cezbediyor. Böyle zihinlerde, “İşgali reddederim, ama günlük hayatımı kolaylaştıracak şeylerden de faydalanırım” yaklaşımı hâkim.
“Arap Baharı” sürecinin halklar açısından yenilgiyle ve geri çekilişle sonuçlanması da, Filistinlilerce yakından izlenen bir serüven oldu. Silahlı bir kalkışma, getireceği umulan şeylerden çok, götüreceği kesin olan şeyler üzerinden değerlendiriliyor artık.
Her zaman zaten sürprizlerle dolu olan Filistin sahnesi, önümüzdeki süreçte şimdiye kadarkinden daha büyük sürprizlere gebe gibi görünüyor. Her şeyin olduğu gibi, işgalin de bir ömrü var. Esas soru, Filistin sahnesinde senaryoyu kimlerin yazacağı etrafında düğümleniyor.