Kapitalizmin tesviyeci, eşitlikçi yaklaşımını orta sınıf bir moral zemininde temsil eden ana akım bakış, hiç şüphesiz püritanlıktır. Püritan değerler, Weber’in işâret etmiş olduğu üzere sermâye birikimini sağlayan başat unsurlardan birisiydi. Tasarruf ve yatırım bunun iki ana sütununu meydana getirmekteydi. Mütevâzı, sâde, gösterişsiz püritan hayat tarzı, ister dinsel karşılığı, ister dünyevî yorumlarıyla kapitalist kültürel yapının hem aslî unsurlarından birisini, hem de onun çelişkilerini oluşturuyordu. Yüksek kârlılık oranları üzerinden arzın önünü açıyor, ama talebi kısıtlıyordu. Talebi, ancak püritanlıkla çelişmesi mukadder olan, açgözlülüğün sınırlarını zorlayan bir tüketim ideolojisi sağlayabilirdi.
Asıl mevzumuz olmadığının farkındayım. Ama kısaca değinmeden geçemeyeceğim. Kapitalizmin massedici ve kendi rasyonellerine göre şekillendirdiği eşitlik idealini zora sokan ise hemen onunla berâber anılsa da aslında onu sarsan özgürlük idi. (Fransız devrimcileri eşitlik ve özgürlük kavramlarının birbirlerini beslediğini zanneden bir saflık içindeydiler). Özgürlük, eşitlikten çok farklı olarak tıraşlaması son derecede zor, kapıları her zaman belirsizliğe açılan bir talepti. Özgürlük, eşitlenmenin düzleştirdiği ve hesaplanabilir kıldığı her şeyi hesap dışına itiyordu. Kapitalizm özgürlüğün mühendislik karşılığını, yâni engellenmemiş buluşlar, patentler olarak her zaman, bilhassa üretici güçlerin dinamik olduğu mühendislik başarıların patladığı evrelerde çok sevmiştir. Ama, onun ahlâkî-felsefî ve siyâsal-toplumsal derinlikli açılımlarından hiç bir zaman hoşnut kalmadı. Adına özgürlük denilen bu yanıcı, yakıcı, her şekilde çok tehlikeli bir “ürün” yığınlaşmayla birleştiği zaman başa gelinmez olabilirdi. Bunun hakkından tüketim kapitalizmi ve tüketim kamusallıkları geldi. (İnsan hakları tüketici hakları, özgürlük, tüketim özgürlüğüne dönüştüğü zaman dünyânın ateşi söndürüldü). Bir zamanlar siyâsal gösterilerin aşındırdığı, âteşin gösterileri, ancak topları sürerek bastırılabilen meydanlar, AVM, ATM, (h)oteller, kafelerle “şenlendirilerek” kolonize edildi. Bu sûretle de, üretim açgözlülüğü ile tüketim açgözlülüğü arasında bir denge yakalamak istendi. (Bir kaç on sene bunun tutturulduğu bile söylenebilir. Tabiî ki arkası gelmedi ve bugünün krizlerine savrulduk).
Eğer Avrupa kapitalizmin üretken-püritan yüzünü oluşturuyorsa, ABD bunun aksine onun taşkın tüketici yüzünü temsil ediyor denilebilir. (Bu en açık ABD-Almanya farkında görülebilir). Amerikan tarzı, tekmil dünyâda tüketim ölçeklerini insafsızca büyüttü. Ürünlerin ölçeklerini ve gösterişli sunumlarını son sınırlarına çekti. O kadar ki, neticede ABD, püritan kafalı Avrupalıların bile ağzının açık kaldığı, görgüsüz, meydan okuyucu, şımarık bir cesâmet dünyâsına dönüştü. En yüksek binalar, yüzlerce gökdelen, en büyük arabalar, ilh… Dev Özgürlük Heykeli, Manhattan gökdelenleri dünyâdaki ABD imgesini kurdu. Gökdelen kelimesi, eğip bükmeden neredeyse birebir çeviridir. Skyscraper, göğü kazıyan, delen manâsına geliyor. Aslında bu, kutsallığı ile mâruf semâ ve fezâya, kutsala meydan okumaktan, ona kazık çakmaktan; yâni hakâret etmekten başka bir şey değildi. Binlerce sene, irtifa kazanmak sâdece mâbedlerin imtiyâzı iken, modern dünyâda fütursuzca demokratize olmaktadır.
Modern kentler, derece derece bu Amerikan imgesinden nasibini aldı. Ama, kısa zamanda bu hatâdan dönmeyi bildiler. Sebebi, modern insulaların, orta sınıflar ve bilhassa II. Umûmî Harp sonrasında yaşanan yaygın orta sınıflaşmalar tarafından köklü bir eleştiri ve dışlamanın konusu edilmesidir. Orta sınıflaşma, dikey yapılaşmayı entelektüel plânda insanlığa aykırı buluyordu. Bilhassa, hâlâ burjuva değerlerden nasiplenen üst orta sınıflar için mesele bireyselliği ihlâliydi. Yine orta sınıflaşma seviyesinde, daha orta ve aşağı tabakalara, yâni orta orta ve aşağı orta sınıflardan da dikey yapılaşmaya itirazlar geliyordu. Bu konvansiyonel itirazların kaynağı ise konfor arzusu ve bencillikle devâm eden bir yabancılaşma, türünden tiksinme duygusundan başka bir şey değildi.(Bugün orta sınıfın elinde sâdece bu kaldı). Dikey ve yığılmaya dayalı yapılaşmada rahatsızlıklar artıyordu. Hâsılı ister etik-estetik, ister bencil konfor düşkünlüğünden temellensin orta sınıflar dikey yapılaşmaya itirâz etti ve hızla yatay mimâriye geçildi. (ABD’de kasırga, deprem gibi tabiî felâketler, işgücünün hızlı bir mobilizasyon içinde yaşaması gibi başka unsurlar da yatay ve müstakil konut üretimini teşvik etti). Bugün hem ABD hem de Avrupa’da nüfûsun kâhir ekseriyetinin müstâkil, bahçeli evlerde, insânî şartlarda yaşadığını biliyoruz. Meselâ villa da, tıpkı insula gibi Roma’nın mirâsıdır. Kelime, zırâî yerleşim, kır konutu gibi daha kadim mânâlarından sıyrılarak bugünkü kentsel mânâsını kazanmıştır. Neticeten, “medenî” dünyâ olarak bildiğimiz dünyâlarda villanın fendi insulayı yendi denilebilir.
II. Umûmî Harp sonrasında ortaya çıkan kamplaşmada dikey ve yatay mimârî farkı da dikkât çekici olmuş, “Hür” dünyâ ile “Esir” dünyâ arasındaki simgesel farkı ortaya koymuştu. Haydi inanmış gibi yapalım; Hür dünya, “insana gösterdiği derin saygının” gereği olarak ona müstakil, konforlu konutlar hediye ederken; komünistler, köle gibi çalıştırdıkları ve hiçbir hak hukuk tanımadığı insanlarına, hapishâne hücrelerinden farklı olmayan gayrısıhhî ve gayrıinsânî toplu konutları revâ görüyordu. Daha hazin olanı, 1970’lerde, Batı standartlarına ulaşmanın çok gerisinde olan eski sömürge veya yarı sömürge toplumlarda yaşanan konut meselesinin ancak, Rusya vd. komünist coğrafyalarda olduğu üzere toplu konutlarla çözüleceğini, gururla söyleyen “sosyal düşünüşlü” bilmişleri az dinlemedik…
Devam edeceğim…