Tarih: 03.03.2023 13:12

Nasıl ve ne için apartmanlaştık?(3)

Facebook Twitter Linked-in

Biz Türkler, Anadolu’dan Balkanlar’a yayılan yeni yurdumuzda mahallî yapı kültürününü sâdece içselleştirmekle kalmadık; incelttik de. Malzeme itibârıyla, başta mâbedler olmak üzere kamusal yapılarda taş ağırlığını korudu. Sivil binâlarda ise baskın tercihin ahşap olduğunu biliyoruz. Taş ve ahşap arasındaki faklılaşma ebedî ile fânî arasındaki farkı çok zarif bir şekilde ortaya koymaktaydı. Plânlı olmayan, lâkin pratik hayâtın asırlara sâri birikiminden damıtılmış, hem coğrafya hem de beşerî ihtiyaç ve gerekliliklerle son derecede uyuşumlu olan; çok zevkli binâlar, mahalle ve şehir dokuları meydana geldi. 1950’lere kadar, bu şehirler, fakirliğin tesiriyle hayli bakımsız kalmış olsa da büyük ölçüde ayaktaydı. 1970 ve 1980’lere doğru iri şehirlerimiz, yeni yapılan şahsiyetsiz, kaba saba binalarla tanınmayacak derecede bozulmaya, çirkinleşmeye başladı. Küçük şehirler ve kasabalarımız ise hâlâ ayaktaydı. 1980’lerden başlayarak onlar da tedricî olarak bu bozulmadan paylarını aldılar. Bugün artık geleneksel mimârisini dokusunu muhafaza eden bir köy bulmak bile zorlaştı. Milletçe yaptığımız, bir Türk Devrimi varsa, hele hele kelimenin en somut karşılığıyla, işte budur. İyi devirdik…

Asırlar boyu varlığını devâm ettirmiş binâ ve şehir kültürünün çok kısa bir zaman zarfında yok olmasının pek çok açıdan incelenmeye değer bir mevzu olduğunu düşünüyorum. Akla ilk elden gelen maddî şartlardır. Geleneksel ahşap yapılar maddî olarak bakımı hayli külfetli, bakımsız kaldığında ise içinde yaşamayı çok zorlaştıran yapılardır. Damı sürekli akan, döşemeleri çürüyen; tahta kurularından fârelere kadar içinde her nev’i hayvanat ve haşarâtın cirit attığı bir evde yaşamanın ne kadar zor olduğu kendi içinde anlaşılır bir durumdur. Ahşaptan kaçış daha Devlet-i Aliyye’nin son zamanlarında zâten başlamıştı.. Beyoğlu ve Galata gibi semtlerde, Avrupa mimarisinin, Barok’tan Rokoko’ya kadar her çeşitlemesine rastlayabildiğimiz numûneleri yükseliyordu. Zengin ve imtiyazlılar, meselâ Ayazpaşa, Gümüşsuyu, Harbiye, Teşvikiye, Nişantaşı gibi semtlerde kendilerine çok katlı Evropa tarzı kargir apartmanlar yaptırmaya başlamışladı. (Lüküs hayât zamanları..Şişli’de bir apartuman..) Yorgun ve fakir imparatorluğun bitâp yığınları ise, belki, küşâdı şölenli, ilk iskânı pek sürûrlu ve gururlu olan, ama fakirlik sebebiyle artık bakımını yaptıramadıkları, üfleseniz yıkılacak, çürük çarık evlerde âdetâ sığınmacı gibi yaşıyorlardı. Bu yapılar uzaktan bakıldığında hâlâ asildi. Eski fotograflardaki o pitoresk tesir devâm ediyordu. Ama bu perspektifin sakladığı, yapıların ve mahallelerin içinde yaşanan hayatlar farklıydı.

Çileyi çeken en başta kadınlardı. Bilindiği gibi geleneksel Türk âilesindeki işbölümü gereği kadınlar evde kalır ve ev işlerini çeker çevirirlerdi. Çamaşırdan bulaşığa, ev temizliğine kadar bu işler, bugün olduğu gibi teknolojik aygıtlar vâsıtasıyla değil el ve kol mârifetiyle yapılırdı. Bedenî ve asabî olarak yıpranan kadınlar nefret etti bu evlerden. 1960’lardan sonra yavaş yavaş başlayan apartmanlaşmalar onları büyüledi. Yeni tanıştığımız beton, gıcırdayan, yamulan, çürüyen ahşap malzemeler karşısında bir sağlamlık hissi veriyordu. Marley, fayans, mozaik büyük bir devrimdi. Saatler boyu tahta döşemeleri arap sabunuyla ovalamak, senede bir defa o pis kokulu mazotla temizlemek neydi? Marleyler, fayanslar, mozaikler hemen temizleniveriyordu. Kadınlarımız nihâyet rahat bir nefes aldılar…

Zaman içinde apartmana geçmek bir prestij konusu hâline geldi. Bunu yapamayanlar ezik kaldı. Hâlâ bir seviye edep vardı. Yapanlar, yapamayanları belki çok ezmedi, ama farkı da hissettirmekten geri kalmadı. “Ayy, inşaallah sana da kısmet olur kardeş “ lâfını sık duyduğumu hatırlıyorum.. Apartman, necip milletimizin vasatlarında asrîleşmenin şaşmaz göstergesiydi.

Artık bir NATO mensubuyduk. Garplılaşma târihimizde bir çeşitlenme yaşıyorduk. Kafamız karışıktı. Ağır Europa ile hafifmeşrep Amerika zihnimizde iki ayrı oda meydana getirmişti. Bol bol Holywood filmi seyrediyor, gözlerimiz içinde hiç bir kompleks taşımayan, her ihtiyâcın bire bir pratik çözüme kavuşturulduğu Amerikan evlerinin donanımına alışıyordu. Oturma odalarımızda Amerikalı, misâfir odalarımızda ise Evropalıydık. Marleylerimizle, formikalarımızla, arap sabununun yerini alan deterjanlarımızla, frijderlerimizle, rayyolarımız ve televizyonlarımızla, makine halılarımızla Amerikalıydık. Misâfir odalarımızdaki kakmalı, oymalı mobilyalarımızla, avizelerimizle Evropalıydık. Misâfir odalarımız ne kadar Tanzimat kokardı öyle.. Ve oturma odalarımız ne kadar Cumhûriyetti… Memurlar bu işin kaymağını yiyordu. Karı koca memur olan bir âile, emekli ikramiyelerinin biriyle bir dâire, diğeriyle de Marmara havâlisinde, bir yazlık alabildiği zamanlardı o zamanlar..

Karadenizli gözükara müteahhitler, Güneydoğulu ameleler el ele “büyük işler” yapıyorlardı. Yapılar içiyle, dışıyla değişiyor; lâkin hâlâ mahallelerimizi, komşuluk ilişkilerimizi şöyle böyle devâm ettirebiliyorduk. Hâsılı, hâli vakti yerinde olanlarla, hâlliceler aynı mahallede yaşamaya devâm ediyordu.

Uzattığımın farkındayım.. Önümüzdeki yazıda bitireceğim…




Orjinal Habere Git
— HABER SONU —