Lugâte göre apartman kelimesi, Lâtince appartimentum’dan dönüşerek geliyormuş. Hisselenmek, paylaşmak vb mânâları varmış. Bu kavram hisselenmenin sâdece yatay (ufkî) değil, aynı zamanda, şu veyâ bu katmanlaşma seviyesinde dikey (şâkulî) bir boyut kazanmasını ifâde ediyor.
Kadim dünyâda bu tarz dikey bir yerleşim çoklukla resmî ve dînî kürelerde tezâhür etmiştir. İrtifa meselesi ile iktidâr arasında dikkat çekici bir râbıta olduğu çok kolay kavranabilecek bir husustur. İlâhî iktidara insan zihninde bir mekân karşılığı bulabilmek için gökkubbe seçilmiştir. Gökkubbe, gerek maddî, gerek mânevî olarak insanın ölçülerini kat be kat aşar. Hem bir irilik, hem de bir yücelik ve bilinmezliğe açılan bir aşkınlık izlenimi verir. Buna dayalı olarak mâbedlerde genel olarak bir irtifâ fikri baskı bir rol oynamasına şaşırmamak gerekir. Mezopotamya, Mısır, Grek, Hint, Uzak Asya ve Amerika’lardaki mâbedlerde hep bir irtifâ vurgulanır. Gotik ile başlayan modern Batı mimârisinde de bu irilik ve irtifâ fikri çok açık olarak görülebilir. Görsel tesir üzerinden insanın ilâhî irâde karşısındaki küçüklüğü, zavallılığı ona ezici bir biçimde hissedilir. Yeri gelmişken işâret edelim ki, bunu görece dengeleyen, ezici olmaktan çıkaran gelişmenin Doğu Roma ve Osmanlı’da kubbe fikrinin hayâta geçirilmesidir.
Bu ezici tesir, dünyevî iktidarların da dikkatinden kaçmamıştır. Hanedan târihleri, kendilerini şu veyâ bu şekilde ilâhi iktidâra yakınlaştırmıştır. Mâlûm, Mısır’da insanların (teb’anın), kendilerini idâre eden firavunların Güneş tanrısı Ra’nın oğlu olduğuna inanmaları mecbûriydi. Mısır’ın binlerce kilometre uzağına düşen ve aralarında hiç bir tarihsel temas bulunmayan Japonya’da imparatorun yine baş tanrı olan Güneş’in oğlu olduğuna inanılması rastlantı olmasa gerekir. Bizde de, sultanların, halifelik üzerinden Zıllullah sıfatı ile anılması bunun daha dolaylı ve yumuşak bir yorumu olarak değerlendirilebilir. Saray toplumları (court society) da, saraylarını belirli bir irtifada yaparak alelâdeliği simgeleyen ufkî eksenin dışında konumlandırmışlardır. Aslında dinlerin orijinalitesi ile tarihselleşmesi arasındaki farklılaşmalar irtifa oyunlarında ortaya çıkmıştır. Târihin eşitsiz ilişkileri ister istemez irtifa oyunlarına yansır. Bâzı dinler, meselâ Brahmanizm’de olduğu üzere daha baştan bir kastlaşma üzerinden irtifalaşmayı ve katmanlaşmayı tabiîleştirir.. Ama Budizm bunu reddeder. Semâvî dinler, orijinal olarak eşitlikçidir. Ama, tarihselleştikleri nispette eşitsizliği üreten maddî tarihsel şartlarca dönüştürülüp, onu meşrûlaştıran baskın yorumların konusu edilebilmişlerdir.
Kapitalist dinamiklerle işleyen modern dünyânın başat çelişkilerinden birisi yığınlaşma(merkezîleşme), eşitlenme ve özgürlüleşme arasındaki çelişkidir. Kapitalizmin ihtiyaç duyduğu kaynaklar ziraatten devşirildiğini biliyoruz. Ziraatin ekstansif yeniden yapılanması, ona eklemlenen ormancılık, madencilik gibi faaliyetler üzerinden, toprakta dağınık olarak yaşayan köylüleri mülksüzleştirdi ve kentlere yığdı. Bu yığılma aynı zamanda kapitalizme sanayi devrimi sonrasında ihtiyacı olan işgücü stoklarını hediye etti.
Kapitalist iş ve işlemlerin etkin bir şekilde yürütülmesi için irtifâlar ve düzlüklerle anlatılan, inişli çıkışlı bir dünyâyı zımparalamak gerekiyordu. Eşitlik kapitalist bir moral değer olmaktan çok maddî bir zorunluluktu. Eşitlik, daha evvel irtifa kazanmış olan her şeyi yatay çizgiye çekti. Devlet ve din bundan nasibini aldı. Devletin büyüsünün çözülmesi, dinlerin sekülerleştirilmesi hep bu yataylaşmanın, düzlenmenin fonksiyonudur. Öngörülebilir bir dünyâyı oluşturmak için dünyâ tesviye edilmeliydi. Eşitlik tutkusu tam da bunun moral desteği olarak gelişti. Bu, aynı zamanda kapitalist kontrol için gerekliydi. Ancak eşitlediklerinizi (aynılaştırabildiklerinizi) kontrol edebilirdiniz. Velhâsıl, kapitalizm yığınladıklarını bir de düzlemek gibi bir çetin işe koyuldu.
Mesele yığınların nerelerde, nasıl yaşatılacağıydı. Yüzbinlerce işçi için Roma’nın insulalarını çağrıştıracak şekilde bloklar inşâ edildi. İrtifalı binalar, kadim dünyâlarda prestijin konusu iken, modern dünyâda maddî bir mecbûriyetin; daha mühimi konvansiyelleşmenin konusu oluyordu. Modern insulalarda, hayli gayrı insânî şartlarda, bireylerin özneliklerini kaybettikleri, belki insan ağılları olarak târif edilebilecek toplu yaşayış mekânları oluştu.
Ama kapitalist modern dünyâ, zamân içinde birikimlerini arttırıp çevrimlerini garantiye almaya başladıktan sonra kendi prestij ölçülerini de inşâ etmekten geri durmadı. Buradaki prestij kaynakları artık eskiden olduğu üzere ne siyâsal ne de dînî idi. Ekonomi modern dünyânın prestij kaynaklarını belirlemekteydi.
Devam edeceğim..