Nasıl bir ‘Allah’a inanıyoruz?

Allah’ın varlığı ve birliği akılla bulunabilir, ancak mahiyeti ve keyfiyeti, akılla bilinemez. Bu imanın konusudur. Çünkü akıl yaratılan bir melekedir ve kendisini yaratını kuşatıp kavraması mümkün değildir.

Nasıl bir ‘Allah’a inanıyoruz?

Fehmi Koru yazdı;

Yakınlarda çıkan kısa tefsirli mealimizde Kur’an-ı Kerim’in temel kavramlar için ayrı bir bölüm ayırmış olmamız sebebiyle; keşke Kuran’ın dolayısıyla da İslam’ın temel kavramlarını uzunca tek tek yazsanız diye bir teklif geldi. Bundan sonraki yazılarımda zaman zaman bunu denemeye çalışacağım. Tabii olarak da önce ‘Allah’ lafzıyla başlamayı uygun buldum.

Evet, biz nasıl bir Allah’a inanıyoruz? Ya da bir mümin Allah hakkında en az neler bilmelidir?

Şöyle başlayalım: Kendisinden ve etrafındakilerden üstün, muktedir ve görünmeyen bir varlığa inanma duygusu her insanın fıtratında, belki de genlerinde mevcuttur. En azından insandaki adalet duygusu bunu gerekli kılar. Öyle ya, size yapılan haksızlıkları cezalandırmayan, gasp edilen haklarınızı size iade etmeyen yüce bir varlık yoksa, yaşamanızın da anlamı yoktur.

Allah lafzı, O’nun bütün isim ve sıfatlarını cami özel bir ismidir. İlk harfinden itibaren sırayla her bir harfini atsanız, kalan yine O’nu ifade eder; (Allah, lillah, lehu, hû). Bu sebeple genel kabul, Allah lafzı hiçbir kökten türemeyen, O’nun kendisi için belirlediği ve hiçbir şeye ad olmamış özel ismi olduğudur. Kökünün ‘ilah’ olduğunu söyleyenler vardır. Ama bu etimolojik tahliller belki de Arapçanın ilk ve asıl dil olduğunu, Kur’an-ı Kerim’in de Arapça olarak indirildiğini esas almaktan kaynaklanır. Oysa bütün dilleri yaratan Allah’tır, her dil O’nun bir ayetidir ve Kur’an-ı Kerim’de kökü başka dillerden olan kelimeler de vardır. O kâinatı yaratmadan da kendi ismi ile vardı. Kitabında kendisinden ‘Allah’ diye söz ettiğine göre demek ki, O’nun ismi ezelden beri, yani Arapça yokken de Allah’tı (cc). Arapçanın elbette müslümanlar nezdinde bir değeri değeri vardır, çünkü son ilahi kitap Kur’an-ı Kerim Arapça indirilmiştir, Resulüllah (sa) Arap’tır ve Arapça konuşmuştur ama ‘Arabı üç şeyden dolayı sevin; cennet dili Arapçadır…’ sözü uydurma bir hadistir. Sonuçta Allah ismi O’nun diğer bütün sıfatlarını mündemiç olduğu için bu isim O’ndan başka bir varlığa ad olarak verilmemiştir. (Bkz. Meryem 65).

Kur’an-ı Kerim’de hem ‘Allah’ı zikredin’ hem ‘Allah’ın ismini zikredin’ anlamında ayetler olunca acaba isimle müsemma aynı şey midir, diye düşünenler olmuştur ama bu ayırımın tutarlı bir izahı yoktur, elbette isim ayrıdır, müsemma ayrıdır. Lakin Allah’ın isimleri/sıfatları O’nun zatından ayrı bağımsız bir varlığa sahip olmadıkları için, O’nu her bakımdan ‘bir’ bilmek yani tam bir tevhid için ‘O, isim ve sıfatlarıyla da birdir, isimleri O’nun ne aynıdır ne garıdır’ denir. Mutezile böyle tam bir tevhidin oluşması için, biraz da tanrıyı ‘üç parçadan oluşan bir’ bilen Hıristiyanlara cevap vermek için Allah’a sıfat nispet edilemez, O’nun sadece isimleri vardır derler. Sanki sıfatları da vardır dersek O’nun bu parçalardan oluşan ‘Bir’ olduğunu söylemiş ve Hıristiyanların durumuna düşmüş oluruz gibi düşünmüşler. Bu çok hassas bir hesaptır ama Ehlisünnet alimleri, neticede ismi varsa zorunlu olarak sıfatı da vardır derler. Mesela el-Alîm/her şeyi bilen O’nun bir ismi ise, zorunlu olarak O’nun ‘bilmek’ diye bir sıfatının bulunduğu anlaşılır.

Allah’ın varlığı ve birliği akılla bulunabilir, ancak mahiyeti ve keyfiyeti, akılla bilinemez. Bu imanın konusudur. Çünkü akıl yaratılan bir melekedir ve kendisini yaratını kuşatıp kavraması mümkün değildir. Allah ancak isimleriyle bilinir. Resulüllah Efendimiz (sa) ‘Allah’ın doksan dokuz ismi vardır ki, kim onları bellerse cennete girer’ buyurur. Çünkü bu isimleri manalarıyla bilen ve buna inanan, Allah’ı istenildiği gibi tanımış demektir, bu da O’nun cennete girmesine yeter. Ama Allah’ın isimleri bunlardan ibaret değildir, O’nun için söylenmesi caiz olan başka isimler de vardır ve biz bunları ancak Resulüllah’tan öğrenebiliriz.

Allah Kur’an-ı Kerim’de ‘bilin ki, Allah’tan başka ilah yoktur…’ (Muhammed 19) buyurduğuna göre Allah’ın tanınması bilgiyi gerektirir ve bu kadarcık bilme bütün müminler üzerine farzdır.

Allah’a inanma önce kalbin O’nu olduğu gibi kabulü/ ikrarı, bir bilmesi, sonra dilin bunu tasdiki ile tamamlanır. Buna ‘kelime-i tevhid’ denir. Bu kadarla kişi mümin olur, ancak buna şahitlik etme derecesine çıkması da istenir ki, buna da ‘keleme-i şehadet’ denir. Her iki temel cümlede Resulüllah’ın O’nun kulu ve resulü olduğunu da tasdik ve şahitlik vardır. Allah’a sırf kalbinden inanan ama bunu kimseye duyurmayan kişi Allah katında mümin olabilir ve kurtulabilir, ama biz ona mümin muamelesi yapamayız. Devam edeceğiz.