Namluya Sürülen

Ahmet Örs, emperyalist tağuti güçlerin, kendi çıkarları adına savaşa başvurduklarını; buna karşı topyekûn bir çıkışın olması gerektiğini, ama Müslümanların,halihazırda bu önderlik vasfından uzak olduğunu belirtiyor.

Namluya Sürülen

Şeytanın yeryüzündeki temsilcileri olan tağutların dünya düzeninde savaş kutsayıcılığı hem her an tetikte hem de fiili olarak sahadadır.

Çocukluğumuzdan bugüne savaşlar yaşamımıza eşlik ediyor. Kıbrıs savaşının olduğu sene dünyaya geldim, ondan sadece birkaç ay önce. Askeri darbeyi de küresel sistemin bir savaş aparatı olarak değerlendirirsek ilkokula başladığım sonbaharda 12 Eylül, ardından İran-Irak savaşı…

Dünyayı kavramaya çalıştığımız hayatımızın o ilk evreleri, babamın bir nakliyeci olarak yıllarca İran’a gidip gelmesinin de beslediği bir ilgiyle ve yine babamın anlatıları ve radyo haberleri aracılığıyla İran-Irak savaşını takiple geçti. Bu takibe elbette Lübnan iç savaşı da eşlik ediyordu.

Sovyetler Birliği-ABD koçluklarında yaşanan gerilim 90’ların başında İslam coğrafyalarına yönelmişti. O gün bugün, İslam halkları/coğrafyaları ateş altında. Filistin’den Lübnan’a, Yemen’den Rohingya’ya, Irak’tan Suriye’ye, Kafkasya’dan Kuzey Afrika’ya, İran’dan yarım asra yaklaşan acı geçmişiyle Afganistan’a değin yayılan, adını anmadığımız başka irili ufaklı merkezlere de sirayet eden korkunç bir ateş hattından bahsediyoruz.

Elbette dünyanın başka ve Avrupa’dan uzak coğrafyalarında da savaş halkların kapısını çaldı ancak her günün sonunda dönüp dolaşıp İslam coğrafyalarına otağ kurdu.

Şimdi ise o hayalet/karabasan, modern çağın inşacısı Avrupa’nın kapısına dayanmış durumda.

Halkları korkutarak köleleştirebileceklerini her fırsatta düşünce ve söylemden pratiğe aktarmaya çalışan egemenler/tağutlar, savaşın türlü hamasetlerle meşru ve yararlanılabilir bir araç olabileceği savını, çeşitli endoktrinasyon süreçleriyle yine o halklara büyük ölçüde enjekte edebildiler. Eğitim aşamalarından farklı propaganda araçlarına bu bağlamda bakılabilir.

Tarihsel her anda olduğu gibi Rusya-Ukrayna savaşı da Müslümanların tekrar tekrar kendi misyonları hakkında düşünmeleri için onlara bir ödev yüklüyor. Dünya düzenini ikame edip sürdüren bu tağutlara/her türlü ölçüyü aşan azgınlara, yine onların sistematik işleyişine karşı ne yapacaksınız ya da ne yapmalısınız?

Aynı çemberde tepinen NATO ve karşıtları için devlet denen sermaye ve despotluk organizasyonlarının daha fazla silahlandırılmasının zorunlu olduğu, halkların bu güçler için her zamankinden çok daha fazla sefer edilebilir bir teyakkuz üzere yaşamaları gerektiği bugünden itibaren çok daha güçlü bir şekilde propaganda edilecektir.

Bu durumda halklar kime kulak verecek? Korkularından hareketle tağutların telkinlerine, şeytani vesvese ve tavsiyelerine mi “evet” diyecek yoksa esaslı bir hakikat çağrısının peşine takılıp mutlak bir kurtuluşun kapısını mı çalacak? O mutlak kurtuluş kapısını kim/ler işaret edecek?

Bu sorunun mutlak cevabı benim için “Müslümanlar” olmalıdır ama Müslümanlar o yeterlilik ve özgüvene, dinamizme sahip midirler? Maalesef ki hayır!

O halde yine pergel metaforuna müracaat ederek konuşursak, iki ayağımızla birlikte ve birbirlerini besleyecek bir usûlü ihmal etmeden yol alma zorunluluğu ortaya çıkmış bulunuyor. Anlık şahitlik zorunluluğu bir sorumluluk iken uzun vadeli teorik derinleşme ve hakikate götürecek tekliflere çalışmak da diğer bir zorunluluktur. Hepsi birden salât bağlamına oturan temel bir kulluk sürecidir.

İktidarların dağıtılarak mümkün olan en küçük birimlere itilmesi, şûrâ işleyiş ve mekanizmalarının ancak bu en küçük birimlerle mümkün olabileceği fikrine çalışılması gerekiyor.

Ateşli silahların, sadece süreçlerde herhangi bir dahli olmayan bir tek kişinin bile zarar görebilme ihtimali olan her türlü militer faaliyetin haram olduğu bilinci işlevselleştirilmelidir.

Düzene konulduktan sonra yeryüzünde bozgunculuk çıkarılmaması[1] ve yine insanın elleriyle yaptıkları yüzünden karada ve denizde fesat çıkması[2] tespit ve yasaklarına yoğunlaşan ilahi emirlerin imanın temeline oturtulması davetine bilinçler teksif edilmelidir.

İnsanlığın ilk günlerinden yani Habil ile Kabil’in varlığından bugüne, bütün o kötülüklerle kapışmak ancak bu kapışmayı teorik-imani bir temelde yeni bir perspektif inşa ederek yapmak, kulluğu layıkıyla kavramaktır.

Müslümanların hâl-i hazırda bu bilinç, kararlılık ve gayretten uzak oldukları açıktır. Hakiki kurtuluş için bir an önce yola çıkmak mümkün ve zorunludur.

Aksi halde tağutların küresel egemenliği, dünyayı/halkları/tabiatı Rûm sûresi 41. ayette işaret edilen aşamaya azgınca sürüklemeye devam edecektir.

Âlemlerin Rabbine karşı büyüklenerek yeryüzünü hoyratça ifsat eden cepheye karşı namluya sürülecek silah ancak hakikattir, onu ete kemiğe büründüren sözün gücüdür.

 

[1] (…) bunun içindir ki, iyi bir düzene sokulmuşken yeryüzünde bozgunculuk yapmayın. Ve korkuyla ve umarak yalvarın O’na; çünkü Allah’ın rahmeti her zaman iyilik yapanlarla beraberdir! (Âraf, 56)

[2] [Allah’ın buyruklarını umursamaz hale gelen şu] insanların kendi elleriyle yapıp-ettikleri sonucunda karada ve denizlerde çürüme ve bozulma başladı: Bu şekilde [Allah], belki [doğru yola] geri dönerler diye yaptıklarının bazı [kötü] sonuçlarını onlara tattıracaktır. (Rûm, 41)

 

Kaynak: yenipencere.com