Tarih: 07.05.2021 17:28

Mutlu Dursun: Hayalî bir cemaat: Cemil Aydın’ın İslam Dünyası Fikri’nin düşündürdükleri

Facebook Twitter Linked-in

I. Dünya Savaşı sırasında Büyük Britanya ordusu için savaşan Hintli Müslüman askerlerden bir grup, Şah Cihan camiinde, dışarıda namaz kılarken (Surrey).

Dünyadaki bir buçuk milyar Müslümanın birbiriyle uyumlu, yekpare bir yapı oluşturduğunu varsayan “İslam dünyası” ya da “İslam âlemi” kavramını birçok kişi pek de sorgulamadan kabullenmektedir. Peki, tüm çeşitlilik ve çelişkilerine rağmen bu denli büyük bir dinî, kültürel, siyasi birikimi tek bir isim altında toplama fikri nasıl ortaya çıkmış ve meta-anlatılarla birlikte yapısalcı özcülüğün tasfiye edildiği bir çağda neden hâlâ bu kadar yaygındır?

Amerika’nın North Carolina Üniversitesi Tarih Bölümü’nden Prof. Dr. Cemil Aydın, Nisan 2021’de öğrencisi Dr. Hasan Aksakal’ın çevirisiyle Alfa Yayınları’ndan yayınlanan İslam Dünyası Fikri: Küresel Bir Entelektüel Tarih Çalışması adlı kitabında bir tahayyül, bir fikir olarak “İslam dünyası” söyleminin cazibesini inceliyor ve bu yanıltıcı fikrin entelektüel kökenlerini araştırıyor. Okurlarına Benedict Anderson’ın “hayalî cemaatler” tanımını ve Edward Said’in “The Myth of the Clash of Civilisations” adlı konferansında dile getirdiği tezleri hatırlatan, ufuk açıcı bir metinle karşı karşıya olduğumuz muhakkak.

Önce Cemil Aydın’ın tespitleriyle bir zemin kuralım. “İslam dünyası” kavramı, İslam’ın kendisi kadar eski olan “ümmet” kavramından gelmemiş; 1870’lerde, Avrupa imparatorluklarının dünya Müslümanlarının nüfus ve coğrafya bakımından çoğunu yönettiği bir dönemde, Batı’daki “Hıristiyan medeniyeti”nin antitezi olarak ortaya çıkmıştır. Bir başka ifadeyle, Müslümanlar “Küfür tek millettir” demeden çok önce, Avrupa’nın emperyal elitleri, “Dünyadaki Müslümanlar tek millettir” anlayışıyla, Müslümanları aşağı ve geri bir din ve medeniyetin temsilcileri olarak tanımlamıştır. Bu noktada Darwinizm’in ırk çalışmalarına bulaştırılması, Ernest Renan gibi kamuoyu oluşturma gücüne sahip entelektüellerin rolü ya da milliyetçiliğin yükselişi ve endüstriyel hammadde edinme rekabeti gibi pek çok etmen bulup saymak mümkündür.

Şüphesiz, Kuzey Afrika’dan Endonezya’ya dek çok farklı coğrafyalardan Müslümanlar da din ve medeniyetlerini Batılı emperyal merkezlere karşı savunmak için idealize etmiş, bütünleşik bir İslam toplumu tahayyülünü şekillendirmeye Batılı muhataplarıyla aynı ölçüde özcü bir yaklaşımla katkı sağlamıştır. Modern medeniyetin temellerinde “İslam bilim ve düşüncesi”nin yattığını söylemek bile bu reformcu Müslüman reaksiyonunu anlamaya yeterlidir. İngiliz İmparatorluğu’nun dünya Müslüman nüfusunun yaklaşık yarısına hükmettiği, Rusya Müslümanlarının Osmanlı’daki Müslüman nüfustan daha fazla olduğu bir dünyada, İslam elbette imparatorluklar içinde ve imparatorluklar arasında bir güç potansiyeli taşımıştır. Bir anlığına Hint Müslümanlarının İngilizler lehine Orta Asya Türk-Müslümanlarına bir davette bulunduğunu düşünmek bile hayli fikir verici olur. Aynı şekilde, önce Osmanlı Sultanı II. Abdülhamid, sonra da Enver Paşa gibi küresel siyaseti yakından takip etmeye çalışan Türk liderler de, İngilizlerle ilişkilerinde İstanbul’daki halife-sultanın manevi gücünden yararlanmak istediğinde nelerin ortaya çıkabileceğini ve bundan maksimum faydayı nasıl sağlayabileceklerini birçok defa hesaplanmıştır. Elbette tam tersine, Amerikalı, İngiliz, Hollandalı emperyalistler de birtakım jestler karşılığında İstanbul’daki halifeden Hindistan’daki, Filipinler’deki, Endonezya’daki Müslümanların kendilerine direnmemesi yönündeki ricada bulunmuş ve Abdülhamid küresel Müslüman toplumundan söz edenleri incitmek pahasına da olsa, Batılı dostlarını kıramamıştır.

Fakat Cemil Aydın’ın incelikle ifade ettiği gibi, özellikle 1876’dan 1914’e uzanan süreçte Batılı emperyalist güçlerin modernleştirici etkisi altında ortaya çıkan altyapı ve eğitim dolayımıyla posta, telgraf, gazete, dergi, kitap, demiryolu ve gemilerle birbiriyle bağlantısı çok zayıf olan farklı İslam coğrafyaları, aralarında yoğun bir iletişim kurma fırsatı bulmuştur. Emperyalizmin çatısı altında görülen İngilizce eğitimle, kurulan posta ağıyla, seyahat sürelerini kısaltan gemiler sayesinde daha önce olmadık ölçüde hızlıca Mısırlı bir Pan-İslamistle Hindistanlı bir Pan-İslamist aralarında İngilizce ya da Fransızca iletişim kurmaya başlamıştır. Kişisel çekişmeler bir yana, bu entelektüeller İslam anlayışlarındaki farklılıkları görmezden gelerek kolektif hak mücadelesi için müştereklerde birleşme stratejisini benimsemiştir. Pan-İslamist hareketlerin seküler entelektüellerinin ve din âlimlerinin toplumsal reform çabaları, eşit muamele talepleri ve Beyaz Adam’a karşı haddini bilerek meydan okumaları eşliğinde yavaş yavaş bir İslam dünyası fikri hem Hıristiyanlarca hem Müslümanlarca kabul görmüştür. Zamanla Pan-Asyacı ve Pan-Afrikacı hareketlerle girilen ittifaklar dolayısıyla, Pan-İslamist hareketin ve “İslam dünyası” fikrinin Avrupa ve Kuzey Amerika’nın yanı sıra Asya ve Afrika’da da kabul görmeye başladığını ve her kıtada “İslam dünyası” diye bütünleşik bir yapının varlığının kabul edildiğini söyleyebiliriz. Nitekim kitapta Nazi Almanyası’nın, Amerika’nın ve Japonya’nın da, Osmanlı’nın, Pakistan’ın ve Suudi Arabistan’ın da bu hayalî cemaatin büyük hayaletiyle düşmanlarını korkutmaya çalıştığı anlatılmakta.

Ne ki, bu tehlikeli dans askerî-jeopolitik denge oyununda fazla siyasallaştığında, İslam dünyasında varolduğuna inanılan mutlak dayanışma fikrinin son joker hakkı olan küresel cihat çağrısı hep hüsran yaratmıştır. Çanakkale cephesinde İngiliz ve Fransız ordularında yüzde yirmilere varan sayıda Müslüman, halifenin ordusuna karşı silah sıkmaktadır. Gerçi halifenin ordusunda da pek çok Hıristiyan yer almakta, “cihat” davasında mücahede vermektedir. Tıpkı Osmanlı’nın halifesinin yüzlerce Hıristiyan bürokratıyla, bakanıyla İslam dünyasının takdirini kazanıp uzak diyarlardaki Müslümanlara, “Bizim halifemizin ülkesinde bunca Hıristiyan eşit hakka sahipken biz niçin hiçbir şekilde yönetime katılamıyoruz?” deme fırsatı sağlaması gibi, işler ulus-devlet İslamıyla alakasız denecek kadar karmaşıktır. Öyle ya, Kudüs’ü fetheden General Allenby’nin ordusunun yaklaşık üçte biri İngiltere kralına sadık Hintli Müslümanıdır ve şehri kaybeden Osmanlı Müslümanları İslam’ın izzeti ayaklar altına alındı diye ağıt yakarken, Kudüs’ü fetheden ordunun Müslüman askerleri şükür namazı kılmaktadır. Dünyanın böyle bir düzeni vardır emperyal çağda. O yüzden Cemil Aydın haklı olarak Nâmık Kemal’in Ermenisiz, Rumsuz bir Osmanlı’yı düşünemeyeceğini de hatırlatarak, “ulus” fikrinin “kozmopolitanizm”i öldürdüğü tezini önümüze koyar.

Devamı >>>




Orjinal Habere Git
— HABER SONU —