Sosyolog yazar Mustafa Aydın yazdı;
Müslümanların tarihi tecrübesinde kelam Mu’tezile ile başlamıştır denilebilir. Nitekim mütekaddimin kelamcıların Mu’tezileden olduklarını bilmekteyiz. Fakat Mu’tezile’nin İslam dünyasında çok sağlıklı bir şekilde kritik edildiği kanaatinde değilim.
Mu’tezile’nin erken dönem müslüman toplumlarda ortaya çıkmasının iç ve dış sebeplerini iyi tespit etmek gerekmektedir. Biz müslüman toplumlarda bir şekilde vücut bulmuş mezhep, grup ve cemaatleri kendi ontolojik varlıklarının dışında tarihin bir anında sorulan soru(n)lara verilmiş cevaplar olarak gördüğümüzden meseleye bir de sosyolojik olarak bakma gereği duymaktayız.
Hz. Peygamber’in (SAV) irtihalinin ardından Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer döneminde insan ve sivil öncelikli bir yönetim oluşturulmaya çalışılmıştı. Özellikle Hz. Osman’ın ikinci döneminde kabile merkezli devletin bir mülk olduğu fikrinin ağırlık bastığı yönetim belirginleşti. Nitekim ümeyyeoğullarının eskiden varolan yönetim ve liderlik iddiası Hz. Muaviye’nin Hz. Ali ile arasındaki gerilim sonucunda devleti mülk edinen anlayışın Emevilerle birlikte kurumsallaşmasıyla sonuçlandı.
Aslında İslam dünyasının o günden bu yana insan ve devlet arasındaki ilişkilerdeki bu ruh fazla değişmedi. Meselâ, Farabi’nin siyaset felsefesine baktığımızda “evrende Tanrı, bedende kalp neyse toplum ve devlette de lider o demektir” cümlesiyle özetleyebileceğimiz bir anlayış daha baskındır. Bunda belki biraz da İbrahimi dinlerin özelde devlet ve insan arasındaki ilişkiyi “çoban” metaforu ile anlatması etkilidir. Bu konu ayrı bir yazının konusu olduğu için daha derin analizi sonraya bırakalım.
Emevilerin egemenliği sağlamak adına otoriter bir yönetim sergilediğini bilmekteyiz. Bu bağlamda yapılan şikayetler karşısında Emevilerin resmi düzeyde “olan şeyin kaderdir” şeklindeki kader tanımları kendilerini politik olarak meşrulaştırma amacı taşımaktaydı. Burada bir özne olarak müminin iradesi ve seçimleri de, otoriterliğin kurbanı haline gelmişti. İşte daha uzun vadede Mu’tezile’nin ortaya çıkışının ilk sebeplerinden birisi budur. Bilindiği üzere Mu’tezile’nin “insan fiillerinin yaratıcısıdır “argümanı, son kertede Emevilerin Cebri doktrinlerine karşı verilmiş bir cevaptı.
Mu’tezile’nin ortaya çıkışının ikinci önemli sebebi de dış kaynaklıdır. Nitekim Hz. Ebubekir döneminden itibaren başlayan fetih hareketleri bir coğrafi genişleme yarattığı kadar, farklı kültür, din, mezhep ve felsefi görüşlere sahip insanlarla da karşılaşmayı sağlamıştır. Her karşılaşmanın açık ve örtük biçimde bir meydan okuma olduğu düşünüldüğünde, İslam inancının insanlığın ortak akıl ve bilgi kategorileri içerisinde ifade edilmesi zarureti kelam denilen ilimle karşılanmıştır. Doğrusu dinin felsefileşmesi çabalarından birisi de budur.
Mu’tezile’nin “islam rasyonalistleri” şeklindeki adlandırmaları biraz da bu içeriğe yöneliktir. Doğrusu Mu’tezile için böyle bir tanımı kabul etmesem de, onların yaşadıkları dönemin sorunlarına çözümler bulmak üzere kendilerini doktrinleştirdiklerini düşünmekteyim. Fakat Mu’tezile bu şansını iyi kullanamayarak tam da itiraz ettiği toplumsal ve politik otoriterleşmenin Abbasi’lerde Mihne ile öznesi olmuşlardır. Bu yönünü eleştirmekle birlikte, Mu’tezile’nin İslam dünyasında takip edilmesi ve yeniden yapılandırılması gereken fikirsel bir patika açtığını düşünmekteyim.
İçinde yaşadığımız post/modern dönemde özgürlük, adalet vb. kavramların toplumsal hassasiyetleri yeniden yükselmiştir. Ayrıca “insan” merkezli olan post/modern düşüncenin kendi teolojisini insanı merkeze alarak yazdığını görmekteyiz. Bunun karşısında henüz kurumsal dinlerin özgürlük, adalet ve insan konusunda ihata edici yeni bir öneri getiremedikleri gerçeği önümüzdedir. Dolayısıyla Mu’tezile de dahil tüm itikadi kelam ekollerinin bu gözle bir tahlili zorunlu görünmektedir.