Türkiye’de hangi mesele ele alınırsa alınsın, sağlıklı bir şekilde kendi otonomisi içinde bir değerlendirmeye tabi tutmanın imkânını vermemektedir. Bu konudaki imkânsızlığın nedeni ise ideolojik bağnazlık kadar siyasal tarafgirliklerin meselede tutum alışa olan etkisi de dikkate alınmalıdır. Müslümanlaşma serüvenini dikkate aldığımız zaman önceliğimizi tarihsel bir kopuş ve sürekliliği sağlayan şartların neliği olmalıdır. Yani bir olguyu değerlendirmeye alırken bu olgunun içine doğduğu koşullar ile bu koşulları oluşturan tarihsel süreklilik veya varsa tarihsel kopuşu da dikkate almayı öğrenmeliyiz…
Türkiye’de Müslümanlaşma süreci derken hangi tarihsel dilime gönderme yaptığımız açıklık kazanmalıdır. Çünkü bu tarihsel dilime uygun bir şekilde olgunun şartlarını değerlendirme ve yorumlama imkânı bulabiliriz. Şartlardan bağımsız bir olgu var olamaz! Şartlar; olgunun içine doğduğu, büyüdüğü, zaaf oluşturduğu, güçlü kıldığı ve yok olacağı zemini verir. Bu zemin olmadan olgu hakkında ileri sürülen bütün yargıların bir gerçeklik zemini ve karşılığı olmayacaktır.
Türkiye’de Müslümanlaşma serüveni derken kastedilen 60'lı yıllarla başlayan tarihsel sürece atıf yapmaktır. Ağırlıklı olarak 50'li yıllarda başlayan Demokrat Parti iktidarı ile başlayan dine karşı yumuşamış siyasi iklim ile birlikte dini görünürlülüğün sosyal zeminde kendisine yer açması ile birlikte başlayan süreç… Ağırlıklı olarak da siyasi bir karakter kazanarak varlık kazandığı zemini dikkate sunabiliriz…
Müslümanlaşma sürecimizin tarihsel sürekliliğine ve tarihsel kopuşuna dikkat çekmeden üzerinde konuşmanın beyhudeliği açıktır. Bu yüzden Osmanlı’nın son dönemindeki dini düşüncenin ve Müslümanlaşmanın seyri ile ilgili bir bakış zorunlu oluyor. Öncelikle; Ahmet Hamdi Tanpınar’ın ‘Mahur Beste’ romanında dikkat çektiği bir konuyu önemine binaen dile getirmek elzemdir: Romanda üç tip ulema örneği sunulmakta ve Osmanlı’nın çöküşünün ahlaki cephesini ‘hoca’lar aracılığı ile ortaya koymaktadır. Kitap benim için Osmanlı çöküşünü anlatan en önemli sosyolojik verilerine sahiptir. Ulemanın içinde bulunduğu zemini dikkate aldığımız zaman; iktidar yanlısı ve karşıtı olarak siyasal boyutu öncelemiş, ahlaki zemini zayıflamış ve önderlik yapmaktan çok oluşan girdaba doğru sürüklenmiş bir yapı arz etmektedir. Tarihsel olarak meseleye bakıldığında da Müslüman cemaatin bölündüğünü, parçalandığını, bütünlüğünü muhafaza edecek zeminini kaybettiğini gözlemlemek mümkün… Kurtuluş mücadelesi esnasında dinin hala güçlü bir kanıt olarak kullanılması ve sonuç itibarı ile de dini olanın yasak seviyesinde ele alındığı bir zemin bize Müslümanlaşma sürecinin nasıl sancılı bir şekilde varlığını korumaya çalıştığını gösterir. Osmanlı son dönemi ve cumhuriyet dönemi ile başlayan süreçte sahip olunan bilginin derin uçurumlar taşıması da bize bu serüvenin neye tekabül ettiğini ve hangi bilgi seviyesine sahip olduğunu söylemeyi zorunlu kılıyor. Yani bilgiye dayalı olmayan hamaset üzerine kurulu siyasal boyutu öncelenmiş, her türlü dini görünürlülüğün cumhuriyet ile birlikte yasaklanmış bir zeminde Müslüman olmanın nasıl patolojik bir zeminde varlığını sürdürmeye çalıştığını idrak edebiliriz.
Müslümanlaşma serüveninin bu tarihsel sürekliliği içindeki konumu ile birlikte ayrıca tarihsel derin bir kopuşu da yaşadığını unutmamalıyız. Bu zaten ciddi patolojilerin varlığını kesinliyor. Düşünün, bir gecede tarihle olan bağınız kopuyor. Alfabe değişiyor. Dini göstergeler kabul edilen her türlü bilgi yöntemleri yasaklanıyor. Bilgi seviyesi neredeyse sadece Kuran okuma; o da yüzünden okumaya tekabül eder, bir de ilmihal düzeyinde bir eğitim düzeyi…80'li yıllarda doğuda âlim yetiştiren bir hoca efendi ile birlikte bazı şeyleri konuştuk; hali hazırdaki müfredatı konuştuk; söyledikleri gerçekten içler acısı bir durumdu… Ben imam hatip talebesi olarak İmam Şafii’nin risalesini okumuşken onlar bunu okumuyorlardı. Elbette ki farklı medreseler vardı ve onlar biraz daha geniş bir zeminde eğitim alıyorlardı. Ancak, benim dikkat çektiğim hoca dini yaşamı belirleyen ve dini fetvaların uygulanabilirliğini sağlayan bir meşruiyete sahipti.
Dini meşruiyeti sağlayan kurumların ağırlıklı hali çok sığ bir dini düşünceye sahipti. Buna meşhur olmuş, Risaleciler; Said-i Nursi şakirtleri ve Süleymancılar, tarikat çevreleri açısından da durum bundan başka bir şey değildi. Edebiyat çevreleri ve düşünce zemininde çalışmalar yapan grupların; Milli Mücadele ekipleri elbette ki daha geniş bir düşünce zeminine sahip iken, halk karşısında genel bir meşruiyete sahip değillerdi. Bu da bize Müslümanların dağınık ve parçalanmış bir yapı oluşturduğu görüşünü beyan ediyor.
Cumhuriyet inkılâpları olarak tesmiye edilen şey; Müslümanlaşma serüvenini meşruiyet krizine taşımış. Bu meşruiyet krizini aşma çabaları ise bütünlüğü sağlayamadığı için tam bir Müslümanlaşma zemini kurulamamıştır. Yani örneklik düzeyinde sağlıklı bir Müslümanlaşma ve dindarlaşma zemini inşa edilememiştir. Bu patolojik durum siyasal karakteri ileri taşıyarak modernleşmeci bir zemin üzerinden bu patolojiyi derinleştirerek varlık kazanmaya devam etmiştir.
Bu iki temel olgu Müslümanlaşma serüvenini ciddi bir şekilde etkilemiştir. Hangi zeminde Müslümanlaşma serüveni doğmuştur?
Bu soru meseleyi biraz daha aydınlatma konusunda bize yardımcı unsur olacaktır. 60'lı yıllar; göçün kırdan kente yönelik bir seyrü sefer taşıdığı bir zemini işaret eder. Siyasal olgu ve iktidar ise köyden kente göç eden kasabalılık üzerine bina edilmiştir. Yani iktidar olma payesi elitlerden halka geçiş yaptığı ama elitlerin iktidar, siyaset ve kültür üzerinde baskın karakter olduğu bir zeminde doğum gerçekleşiyor. Bu halkın temel değerlerinin kendisini muhafaza ettiği bir kültürel korunağın süreç içinde kendisini yok ettiği bir sosyolojik zemini de işaret ediyor. O dönemde modernleşme kurumlar aracılığı ile başlarken arabesk sosyoloji ise kasabalı politikacılar eliyle yürürlüğe giriyordu. Yani ciddi bir dezenformasyon yaşanıyordu. Bu süreç bir eleştiri olgusunu da ortaya çıkarıyordu.
‘Kaynaklara dönüş’ ile başlayan İslamcılığın ıslah ve tecdit özelliği bir tarafa bırakılarak siyasal karakteri öne çıkmaya başladı. Ve siyasal bir parti ile birlikte siyasal arenada yeni bir Müslümanlaşma serüveni başladı. Bu doğum; şartları gereği erken doğum şartlarına gebe kaldı. Her erken doğum kendi içinde patolojik durumlar meydana getirdi. Dini düşüncenin salt iktidar arayışı ve arzusu üzerinden oluşturulması Müslümanlaşma serüvenine ciddi sorunlar oluşturdu. Kaynaklara dönüş çağrısı ise tarihsel kopuşu derinleştiren bir özellik kazanarak Müslümanlaşma serüveninin tam kopuş yaşamasına zemin hazırladı. Modern epistemenin etkisi altına girerek yorum karakterli bir dini düşünce ve yaşamın varlığını zorunlu kıldı. Bu durum ise Müslüman ahlakının oluşumunu geciktirdiği gibi patolojik bir zemin kazanmasına neden oldu. Bu noktada meydana gelen düşüncenin karakteristik yapılarını isimleri üzerinden okuma imkânı kazanıldı: Radikal İslam, Selefi İslam, Modern İslam, Geleneksel İslam, Sufi İslam vesaire… Her isimlendirme bir mezhep görüntüsü verdi. Ve Müslümanlar bu isme göre müntesip konumuna yükseldiler. Ancak bu mezheplerin ortak bir şuuru ve davası ise hiç olmadı, sürekli bir çatışma ve ayrışmayı derinleştirme öncelendi. Bu durum ise siyasal karakterin Müslümanlaşma serüvenine yaptığı tahribatı görmemiz açısından önemli bir veri sunmaktadır.
Bu patolojiyi besleyen: Bilgi zaafı… Ahlaki zaaf… Islah ve tecdidi epistemik bir zeminde tartışma yerine modern dünyada yer almanın bir ölçütü olarak kullanma… Herhangi bir grupta yer almanın dünyevi sıçrama için bir basamak olarak kullanılması… İlahi rızanın en son sıralarda kendisine yer bulduğu için şifa bulma konusundaki zemini sürekli bir kaybedişi devam ettirme vesairedir…
Bütün bu sorunlara rağmen dini düşüncenin sürekli kendisini geliştirme çabaları devam ederken, yeni arayışlara yönelik çabaların kesintisiz devamı da çok önemlidir. Bu süreçte bu serüvene katılan kişilerin samimi duygularını besleyerek bunu bilgi ile mücehhez hale getirmesi de bir artı olarak kabul edilebilir. Hala dini ve ahlaki motivasyonun halk üzerinde ciddi bir etkisinin varlığı da geleceğe dair umudu taşımanın bir zemini olarak görülmelidir.
Olumlu ve olumsuz yanları ile Müslümanlaşma serüvenimiz yeni bir merhaleye geçmeye aday bir olgu olarak varlığını sürdürmektedir. Ama bugün tam kaotik bir zeminde var olmaya devam ettiğimiz için Müslümanlaşma serüvenimizde bundan payını almaktadır. Bu sorunu çözüme kavuşturmanın yöntemini açıklıkla ortaya koymalı ve üzerinde bir mutabakat oluşturacak bir şuuru var kılmalıyız…
Eksikliklerimizi doğru tespit etmeli ve nereden başlamalıyız, sorusunu açık yüreklilikle cevaplandırmalıyız…
Önceliğimiz elbette ki ıslah kavramının yeniden gündemleştirilmesine matuf olmalıdır. Müslümanlaşma serüvenini en iyi izah eden kavram ıslah ve tecdit kavram ikizidir. Bu iki temel kavramın tarihsel sürekliliğini dikkate almayı öncelemeliyiz. Ayrıca iki temel konuda bir uzlaşı sağlanmalıdır. Bu da Müslümanlaşma serüvenini üzerine bina edeceğimiz epistemoloji/bilgi felsefesi ve ontoloji/varlık felsefesinin tarihsel sürekliliği ile bağını kuracak bir zihni derinliği oluşturmaktır. Müslümanlaşma serüvenimizi Peygamberimizin başlattığı ilk Müslümanlaşma serüveni ile bağını kuracak tarihsel bir derinliği yakalayacak şekilde konumlandırmalıyız. Ayrıca her tarihsel kesitin kendi içinde farklı olgular ve düşünce imkânlarını barındırdığını bilerek yeni bir dönemde kendi Müslümanlaşma serüvenimizi ilerletirken, hem tarihsel sürekliliği sağlayacak zihinsel donanımı, hem de kendi olgumuzu belirleyen yeni şartların yeniden yorumlanmasını sağlayacak dini düşüncenin yeni imkânlarını da hesaba katmalıyız. Bu zor sorumluluğu üstlenecek kesimi ise bugün için düşündüğümüzde tek başına bir ulemanın, tek başına bir aydının veya tek başına bir entelektüelin kaldıramayacağı açıktır. Her birinin avantajları ve dezavantajları farklıdır. Birbirini bütünleyecek yeni bir düşünce zemini içinde belki birbirini besleyerek var olmayı idrak ettiğimizde bir çıkış yolu bulunabilir.
Önceliğimiz tarihsel benliğimiz ile bir yüzleşmeyi sağlamak, bugünümüz ile bir hesaplaşmayı göze almak ve geleceğimizi de dikkate alarak yola çıkmaktır.
Ahmet Hamdi Tanpınar'ın "Mahur Beste" adlı eseri...