‘Kafes hayatı’ demek, korunaklı hayat demektir. Korunaklı hayat demek ise, güvende olunan hayat demektir. Her insanın dünya hayatındaki en önemli istekleri arasında, güvenli bir hayata sahip olmak da yer alır.
Ev ve hayat, madde ve mananın el ele verdiği yapılara benzer. Evler, sadece katı maddelerden oluşmaz. Evi ev yapan içindeki hayattır. Onun için diyoruz ki, evi değerli kılan, katı maddelerin oluşturduğu bina kısmı değil, binanın içinde yaşanan hayatlardır. Her ev aynı zamanda insanın içine kapandığı bir kafese benzer.
Kafes tabiri sevimsiz bir tabirdir. Özellikle de hayvanlar için, hayvanların kapatıldığı yer olarak kullanılmaktadır. “Bülbülü altın kafese koymuşlar, yine de ‘ah vatanım, ah vatanım’ demiş.” Vatanı nasıl anlayacağız? Üzerinde doğup büyüdüğümüz toprak parçası olarak mı? Bizler dünyada doğduk. Dünyanın sınırları çizilmiş küçük bir toprak parçasını vatan kabul ettiğimizde, gerçekten bir kafese tıkılmış olmaz mıyız? En iyisi belki de şu olabilir: Vatan, fıtrata uygun ortam.
İnsan fıtratı ve dünya, nasıl bir ilişkiyi gerektirir? Tekrar dünyanın insan için vatan olup olmadığını düşünelim derim. Biyolojik canlılık koşulları bakımından dünyanın uygun olması, hayat için yeterli koşullar anlamına gelir mi? Bu manada canlı olmak ile hayat sahibi olmak aynı şeyler midir?
Hayatı hayat yapan anlamdır. İnsan fıtratına uygun olan da budur. Öyle ise sınırsız serbestliğin olduğu bir dünyanın temelini anlam oluşturmuyorsa, o dünya bir kafesten farksız bir dünyadır. Aynı şekilde insanın içine konduğu bir kafesteki sınırlı serbestlik bir anlam üzerine bina edilmişse, o sınırlı ve kısıtlı ortam da, sınırsız bir ortama dönüşür. Yani duruma ve durulan yere göre hayatın varlığı ve yokluğu, verilen anlama göre farklılık arz edebilir.
Kafes metaforundan hareket edecek olursak, kafesin çok kıymetli olması, kafes hayatının da kıymetli olması anlamına gelmemektedir. Neticede hareket alanı sınırlı ve tümüyle hüküm ve inisiyatifin başkalarında olduğu bir kısıtlanmışlık söz konusudur burada.
Sevimli bir kuş olan keklik üzerinden ‘kafes’ değerlendirmesine örnek teşkil edecek bir değerlendirme yapılabilir. Malum; keklikliği keklikle vururlar. Ne acı değil mi? Keklik korkusuz bir hayvandır. Kekliği yiğitliğin, cesaretin ve meydan okumanın sembolü olarak görmekte bir beis olmasa gerektir. Kekliğin bu özelliği, aynı zamanda kekliğin en büyük zaafıdır.
Kafeste de olsa keklik öterek meydan okur. Hâlbuki keklik kısıtlanmış bir mekândadır. Belki de özgürlüğü için meydan okumaktadır. Bu meydan okumaya karşılık veren başka keklikler ise, farkında olmadan ölüme doğru kanat çırparlar. Bilmezler ki hainler tuzak kurmuştur. Yine bilmezler ki hemcinsleri araçsallaştırılmıştır.
Tarihsel süreç içinde Müslümanların hayatları, keklik metaforuyla anlattığım duruma benzemektedir. Peygamber aleyhisselamın vefatıyla beraber Müslümanların sosyal, kültürel ve düşünsel evlerinde karışıklıklar meydana geldi. Güvenli evler yerlerini, güvensiz evlere bıraktılar. Öteden beri var olan, ama İslam’la Kur’an’la ortadan kaldırılmış, kafes mahiyetindeki birçok sığınak tekrar inşa edildi.
Kimi zaman inşa edilen kabile kafeslerine taşınma söz konusu oldu. Kabilesel aidiyetler yüceltilmeye çalışıldı. Daha sonra adı değiştirilerek revize edilmiş milliyetçilikler inşa edilmeye devam edildi. Böylece adı konulmamış milliyetçiliklerle beraber kan, gözyaşı ve ölüm yağmurları semalarımızdan hiç eksik olmadı. Özellikle bu mantıkla saltanatlı otoriter yönetimlerin oluşumu sağlandı.
Müslümanların içine düştükleri bir başka kafes ise, mezhepçilik kafesiydi. Hakikaten insanın yüzünü karartan uygulamalar, mezhepsel kafeslere kapanmanın bir sonucu olarak ağır hasarlar oluşturdu. Müslümanlar açısından bugün içinde bulunulan zilletin en büyük sebebi de bu mezhepçilik kafesidir.
Mezhepçilik kafesinden sonra, Müslümanların içine gömüldükleri en korkunç kafes sekülerizm kafesi olmuştur. Sekülerizmin en önemli karakteristik özelliği, dünyada var olanlara sahip olarak mutlu olmaktır. Sekülerizm doğası gereği, engel olarak gördüğü bütün söylem ve yaşantıları düşman kategorisinde görerek, ya itibardan düşürür ya da imha ederek ortadan kaldırır.
Müslüman için sekülerleşmek, yani varlık amacını sadece dünya ve içindekilerle sınırlamak, sapmaların en büyüğünü oluşturur. Bu sapma, bu yoldan çıkma ve bu ifsat, ancak ve ancak bünyesel bir hastalıkla mümkün olabilir. Haddi zatında Müslümanlar için hayatın sadece bu dünya hayatıyla sınırlı kabul edilme inancı, ölümle eşdeğer bir durumdu ve ne yazık ki, bu da gerçekleşti. Biz bunun gerçekleştiğini, söylenen sözlerden değil, yaşanan hayatlardan anlamaktayız.
Şimdi burada Ali Şeriati’yi anmamak olmaz. Allah rahmet etsin kendisine. Onun ‘zindan’ olarak belirttiğini, bizim ‘kafes’ tabir ettiğimiz kelimenin yerine kullanmak da mümkündür. Hatırlanacağı üzere Şeriati, insan için bu zindanları doğa, tarih, toplum ve benlik üzerinden değerlendirmişti.
Şimdi burada, ‘kafes’in anlamıyla ilgili olarak, olumluluğun da olumsuzluğun da içinde olduğu paradoksal bir durumla karşılaşmaktayız. Bildiği doğruları yaşamayan herkes bir kafesin içinde demektir. Her insanın sahip olduğu doğrulara, kendisinin kafesi olarak da bakabiliriz.
Burada önemli olan şudur: Eğer insanın içinde yaşadığı kafes, insanın bilinçli tercihleriyle oluşan bir kafes ise, bu durumda bu kafesin anahtarı da insanın elinde olur. Eğer durum böyleyse, insan istediği zaman çıkıp başka diyarlara gidebilir.
Eğer insanın içinde yaşadığı kafes, herhangi bir sebeple başkaları tarafından tahsis edilmişse, o zaman bu kafesin anahtarı da başkalarının elinde demektir. Bu durumda kafesin dışına çıkmak da, başka diyarlara gitmek de, başkalarının iznine tabi olur.
Kullandığım kafes metaforunu, insanın sahip olduğu değerler dizisi, hayat tarzı ve ideoloji olarak da anlamak mümkündür. Bu durumda Müslümanların kafes hayatı derken, kendilerinin değil, başkalarının oluşturduğu bir hayattan söz etmiş olmaktayız.
Hangi açıdan bakarsak bakalım, zaman ve mekân bakımından bir kısıtlılığa işaret eden ‘kafes’ metaforu, bütün bir insanlığın ve bütün bir varlığın tabi olduğu bir kaderdir. Bundan kaçış adına sarf edilen bütün emekler boşa çıkmaya mahkûmdur. Olması gereken, hakkı teslim etmektir. Bu manada hakkı teslim etmek demek, bütün varlığın yaratıcısı ve sahibine teslim olmak demektir. Ancak bu teslimiyetle yapay ve yapmacıklı kafeslerden de kurtulabiliriz.
EkranGazetesiHaberSitesi