Tarih: 11.11.2019 12:45

MÜSLÜMANLARIN GERİLEME SEBEPLERİ

Facebook Twitter Linked-in

Şeyh Muhammed Bisyûnî Îmran’ın Mektubu

Sayın Üstadım büyük ıslahatçı Seyyid Muhammed Reşid Rıza (Allah cümlemizi aziz varlıkları ile faydalandırsın. Amin.)

Allah'ın selâmı, rahmeti ve bereketi üzerinize ol­sun. Allâme ve büyük diplomat, edebiyatçıların şahı Emir Şekip Arslan’ın Menar dergisine ve Arap gaze­telerine muhtelif mevzularda yazdığı makaleleri oku­yanlar bilirler ki, O, İslâm’ı müdafaa eden Müslüman yazarların en büyüklerindendir. Her ikinize de sıhhat ve selâmet dolu uzun ömürler vermesini Ulu Tanrı’­dan niyaz ederim. Siz efendim ve üstadımdan bu bü­yük yazar Şekip Arslan'dan şu iki soruma cevap ver­mesini emretmenizi rica ederim. Sorular şu:

1- Müslümanların, bilhassa biz Cava ve Malaysia Müslümanlarının din ve dünya işlerinde içine düş­tüğümüz bu zayıflık ve geriliğin sebebleri nelerdir? Bu yüzden biz zelil olduk, hiç bir güç ve kuvvetimiz kalmadı. Halbuki Allah Tealâ Kur'an-ı Kerim'de “Kuvvet ve üstünlük Allah'ın, Resulünün ve mümin­lerindir” (Münafıkun 8) diyor. Hani nerede bizim kuvvetimiz? Hor olan ve kuvvet sebeplerini taşımayan bir mümi­nin, sırf Allah Tealâ  “Kuvvet ve üstünlük Allah'ın, Resulünün ve müminlerindir” dediği için kuvvetli olduğunu iddia etmesi doğru mudur?

2- Avrupalıların, Amerikalıların ve Japonla­rın korkunç şekilde ilerlemelerinin sebepleri nelerdir? Müslümanlar, dinlerini korumakla birlikte, esbabına uyarak onlar gibi yükselebilirler mi, yükselemezler mi?

Faziletli Emir Hazretlerinden Menar dergisinde geniş bir şekilde cevabını istediğimiz sorular bunlar­dır. Allah kendisine de, Menar'ın sahibine de bol bol mükâfatlar versin.

 

                                                                                                 Muhammed Bisyûnî İmran

                                                                                          Sombas Batı Borneo

                                                                                                  21 Rebiulâhır 1346 /11 Ekim 1927

Emir Şekip Arslan’ın Cevabı

(…)Gerçekten, Müslümanların bugünkü durumu, ne din ve dünya, ne de madde ve mana yönünden memnuniyet vericidir.

(…) Bugün İslâm âleminde kuvvetli bir hareket, maddî ve manevi işleri içine alan büyük bir sancı ve beğenilmeğe değer bir uyanış olduğu inkâr edilemez. Avrupalılar bunun farkına vardılar ve önemini takdir etmeğe başladılar. Kimisi bunun sonucundan korkmağa başladı bile. Bu korkuları bu konuya dair bol bol yazmalarından da anlaşılmaktadır. Yalnız bu hareket bugüne kadar Müslümanları Avrupa, Amerika veya Japonların seviyesine çıkaracak bir dereceye ulaşamamıştır.

Eski Müslümanların İlerleme Sebepleri

Yükselme sebepleri özetle İslâm dinine ait idi. O din ki, Arap Yarımadasında yeni görünmüş ve bütün Arap kabileleri tarafından kabul edilmişti. Onun gösterdiği hidayet sayesinde tefrikadan birliğe, ilkellikten medeniyete, katı kalplilikten merhamete, putperestlikten tek İlah inancına geçtiler; eski ruhlarını yeni ruhlarla değiştirdiler. Bu da kendilerini kuvvete, şerefe, bilgiye ve servete götürdü. Yarım asırda dünyanın yarısını fethettiler.

(…) Gerçek şudur ki, Araplar ancak İslâm sayesinde hakiki istiklâllerine kavuşmuş­lardır. Uzak milletlerin kendilerini tanımaları, büyük kralların Kayserlerin, Kisraların onlara boyun eğ­meleri, bütün insanların akınlarından bahsetme­leri; tarihte fatih milletlerin ilk safına geçmeleri an­cak Hz. Muhammed (s.a.s.) sayesinde olmuştur.

Eski Müslümanları Efendi Yapan Sebebin Ortadan Kalkması

(…) Eğer davranışa bakmadan sırf kuru bir isimle Allah Teâla müminlere kuvvet ve şeref va'detmiş olsa idi. “Kuvvet ve üstünlük Allah'ın, Resulünün ve müminlerindir” dediği için Allah Teâlaya, “Nerede müminlerin kuvvet ve şerefleri?” demeğe hakkımız olurdu. Eğer Allah Teâla: “Müminlere yardım etmek üzerimize haktır”(Rum: 47) diyorsa; bunun manası da, azıcık bir meziyete lüzum yok, “Müslüman olduk­larını ilân etmeleri yeter” demekse, işte bu açık yar­dım va’dinden sonra Müslümanları sırt üstü bırakma­sına şaşılırdı, doğrusu. Ama Kurân-ı Kerim'deki nasslar sadece bunlar değildir. Allah Teâla sözünü tutmamazlık etmez. Kuran değişmemiştir; değişen Müslümanlardır. Allah Teâla Müslüman kullarını: “Muhak­kak ki, Allah bir topluma verdiği nimeti; onlar, kendilerindeki iyi hali fenalığa çevirmedikçe bozmaz” (Ra’d: 11) ayetiyle uyarıyor. Müslümanlar, kendilerin­deki iyi hali değiştirir de Allah Teâla da onların şeref ve üstünlüklerini zillet ve düşkünlüğe çevirmezse, buna şaşılır doğrusu. Hatta bu, ilahî adâlete de ters düşer. Allah Teâla âdilin ta kendisidir.

Çalışmayan bir millete, Allah Teâla’nın yardım edeceğini, ecdadına bol bol verdiği hayır ve bereket­leri onlara da vereceğini nasıl düşünebiliriz?

O mil­let ki, ecdadının yaptığı bütün büyük işlerden geri kalmıştır. Bu da ilahî hikmete ters düşerdi. Halbuki Allah, yüce hikmet sahibidir. Hak etmeden üstünlük aramağa, ekip biçmeden mahsul almağa, çalışıp çabalamadan başarı kazanmağa, azıcık gayret gösterme­den Allah'dan yardım görmeğe ne denir?

Eğer Allah Teâla, çalışmadan bir kimseyi desteklese idi. Resulü Hz. Muhammed'i destekler, O'nu düşmanla savaşmağa, gayeye varmak için esbaba tevessül etmeğe muhtaç bırakmazdı.

Müslümanlarla Batılıların Bugünkü Durumları­nın Karşılaştırılması

Bugünkü Müslümanların tümü veya çoğu, ecdatlarındaki kahramanlık duygusunu    kaybetmişlerdir. Şimdi o sıfatla, kitaplarının böyle bir konuya temas etmediği İslâm düşmanları ahlâklanmıştır. Bakarsın orduları, ölüm havuzuna doğru koşuşturmakta, süngü ve mızrakla boğaz boğaza gelmektedir. Birinci Dünya Savaşındaki fedakârlıkları beşer tasavvurunun fevkindedir. Nitekim bunu herkes bilir.  Meselâ   Almanlar bu savaşta 2,000,000 ölü, Fransızlar 1,4000,0000 ölü, İngilizler 600,000 ölü, İtalyanlar 460,000 ölü, Türkler, sadece Çanakkale'de 200,000 şehit verdiler. Rusların zayiatı ise sayılamayacak kadar çoktur. Bu sadece in­san kaybı yönündendir. Malî külfet bilançosu ise şöy­ledir: İngiltere, yedi milyar altın (yedi bin milyon Mısır lirası.) Fransa iki milyar kadar, Almanya üç milyar, İtalya beş yüz milyon. Bu savaşta Rusya o kadar para harcadı ki, içine düştüğü açlıktan kurtulamayıp ihtilâl yaptı, sonra da Bolşevizme saptı.

(…) Fakat Müslüman milletler; fedakârlıkta bulunma­dan, canlarını adamadan, ölüme doğru koşmadan, ma­lını harcamadan istiklâllerini korumak istiyor ve şar­tını yerine getirmeden Allah'dan yardım isteğinde bulunuyorlar. Zira Allah Teâla şöyle buyuyor:

“Muhakkak ki Allah, kendine yardım edene, yardım edecektir.” (Hacc: 40)

“Eğer Allah'a yardım ederseniz, O, size zafer verir ve ayaklarınızı kaydırmaz.” (Muhammed: 7)

Allah Teâla’nın, hiç kimsenin yardımına muh­taç olmadığı malumdur. Allah Teâla, yardım ile emir­lerine itaat, yasaklarından kaçmayı irade ediyor. Ne yazık ki, Müslümanlar kitaplarının bu konudaki emir­lerinin tümünü veya çoğunu dikkate almadılar; yar­dımı hak etmede müslim-i muvahhid (Allah'ın bir­liğine inanan) olmalarına güvendiler. Bunun, kendilerini malla, canla savaşmaktan kurtaracağını sandılar. Kimisi de Allah Teâla’ya dua etmeğe güveniyor. Çün­kü bu, kendisine savaştan ve mal harcamadan daha kolay geliyor. Eğer sırf dua insanları cihad (savaş) külfetinden kurtarsa idi, İslâm Peygamber'i Hz. Muhammed'i (s.a.s), ashabını ve bu ümmetin geçmiş­lerini kurtarırdı. Çünkü duası kabule şayan olanlar bunlardır. Eğer amel ve arzulara çalışma ve eserle değil de, dua ve zikirle ulaşılsa idi kâinatın düzeni bozulur, şeriat batıl olur; Allah Teâla şöyle bu­yurmazdı:

“Hakikaten insan için, kendi çalıştığından başka­sı yoktur.” (Necm: 39).

“De ki: Çalışın. Çünkü yaptıklarınızı Allah da, Resulü de görecektir.” (Tevbe: 105).

“Muhakkak ki ben, içinizden gerek erkek ve ge­rek dişi olsun hayır işleyen hiç kimsenin yaptığını zâyî etmem.” (Âl-i İmran: 195).

Müslümanların İleri Sürdükleri Mazeretler ve Bunların Reddi

Zira dünyada kuvvetli ol­mak için çalışmak, toprağa tohum atmağa benzer. Çalıştığın miktarda mahsul alırsın. Eğer tımarda ku­sur edersen, o da meyvede kusur eder. Müslümanlar mal harcamadan, kıymetli şeylerini kaybetmeden Avrupalılar gibi kuvvetli olmak istiyorlar. Allah Tealânın şöyle dediğini unutuyorlar: “Sizi biraz korku, biraz açlık, biraz da mallardan canlardan ve mahsullerden yana eksiltme ile, and olsun imtihan edeceğiz. Ey Habibim, sabredenleri müjdele.” (Bakara: 155). Müslümanların şöyle dedikleri de oluyor: “Biz, mal harcamayı ve fedakârlığı denedik; malımız da, canımız da, mahsulümüz de gitti; yine de bir faydası­nı görmedik. Hâlâ Avrupalılar başımıza musallattır­lar.” Böyle dediklerini çok duydum.

Müslümanları Öldürme, Kuran’ı Yeryüzünden Kaldırma Marşı

Bu arzusu tahakkuk etmeyince bütün ümitleri kırılır. Hareket edemez hâle gelir. Kur'ân-ı Kerim'in açık ifadesi ile küfre eşit sayılan ye'se kapılır: “Çünkü Allah'ın lütfundan, ancak kâfirler toplu­luğu ümidini keser.” (Yusuf : 87).

İslâm âleminden toplanan yardım­lar ne kadar oldu dersiniz?

 Ecnebi­ler, Müslüman diyarından nereleri fethetmişlerse, yarısını veya bir kısmını Müslümanların eliyle fethetmişlerdir. Kimisi milletine karşı casusluk etmiş, kimisi milletinin aleyhinde proganda yapmış; kimisi milletine silah çekmiş, yabancıların hizmetinde milletinin kanını akıtmıştır. Nerede bunların müminlik ve Müslümanlığı, nerede Allah Teâla’nın şu ayetleri:

 “Mü’minler, ancak kardeştirler.” (Hucurat: 10)

 “Ey iman edenler. Yahudilerle Hristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirlerinin dostlarıdırlar. İçinizden  kim onları dost ve yardımcı edinirse, o da onlardandır.”(Maide: 51).

“Allah sizi, ancak din hususunda sizinle savaşan yurtlarınızdan çıkaran ve çıkarılmanıza yardım eden kimselerden; onlarla dostluk etmenizden meneder. Kim de onlara dostluk ederse, işte bunlar zalim olanlardır,” (Mümtehine: 9).

“Gerçekten müminseniz, Allah'dan korkun ve birbirinizle aranızı düzeltin, Allaha ve Resulüne itaat edin.”  (Enfal: 1).

(…) Ne zaman bir insan onları bu hareketlerinden dolayı kınayacak olsa; binbir dereden su getirir; karşı koyma imkânları olmadığını, yahut ecnebilerin zulmünden çekindikleri­ni; yahut ehven-i şerri irtikâp ettiklerini ileri sürerler.

Bu özürlerinin hiç birinin tutar tarafı yoktur. Milletlerine silâhları ile hizmet edebilirlerdi. Bunu yapamazlarsa kalemleri ile, yoksa dilleri ile; daha da olmazsa kalpleri ile yardım edebilirlerdi. Bunu yapacakları yerde milletlerine karşı casusluk yap­maktan, vatanlarına karşı ecnebilere vasıta olmaktan başka bir şey yapmıyorlar. Buna rağmen nimet içinde yüzüyorlar, gönülleri rahat. Sıhhat ve afiyetle günle­rini gün etmekteler. Müslümanların bıraktıkları mi­rasları satarak yiyor, müsterih uyuyorlar. Bu gibile­rin içinde kendilerini rahatsız edecek vicdanları yok­tur.

(…)Kardeşimiz Şeyh Bisyûnî İmran ve diğerleri bu­gün -pek azı müstesna; Müslümanların, Allah ve Re­sulünü babalarından, oğullarından, kardeşlerinden, karılarından, ticaretlerinden, mallarından ve mes­kenlerinden üstün tuttuklarını söyleyebilirler mi? Bunu bir deneyelim; çünkü her şey zıddı ile anlaşılır.

Müslümanlarının Gerileme Sebeplerinin En Önemlisi

Müslümanların gerileme sebeplerinin en büyük­lerinden biri cehalettir. O cehalet ki, insanı balla sir­keyi fark edemez duruma düşürür. Cahil insan, saf­satayı kaziyye-i muhkeme (kesin hüküm) kabul eder; reddetme yollarını bilemez. Müslümanların gerileme sebeplerinin en önemli­lerinden biri de eksik bilgidir. Eksik bilgi, cehl-i mürekkepten daha tehlikelidir.

(…) Müslümanların gerileme sebeplerinden biri de Kur'an-ı Kerimin teşvik ettiği faziletlerin ve bu mill­etin selefini (geçmişlerini) başarıya ulaştıran karar­lılığın yitirilmesi neticesinde ahlâk bozukluğudur. Mil­letlerin meydana gelişinde ahlâk, maarifin üstündedir. Mısır'ın büyük şairi Şevki ne güzel söylemiş :

Ahlâk var oldukça milletler var olur

Ahlâk giderse millet de gider.

Müslümanların gerileme sebeplerinin en büyük­lerinden biri de özellikle idarecilerin ahlâk bozukluğudur. Pek azı müstesna, bunlar, millete istedikleri her şeyi yapacaklarını sanıyorlar. Bu fikir kalplerine öyle yerleşmiş ki, kalkar da biri onları doğru yola getirmek isterse; ibret - i âlem için onun başına getirmedik belâ bırakmazlar. Bu idarecilerin koltuğuna sokulan, nimetleri içinde yüzen ve “helvalarına kaşık çalan” birtakım âlimler geldi ki; birliği bozduğu, cemaatten ayırdığı iddiasıyla o iyi niyetli kimsenin katlinin caiz olduğu fetvasını verdiler.

İslam dini gerçek âlimlere, idarecilere doğru yolu gösterme vazifesini vermiştir. Eskiden bunlar, İslâm Devletlerinde, bugünkü parlamentonun görevini yaparlardı. Millet üzerinde otoritelerini yürütür, padişahların yanlış adım atmalarını önler, devlet taşkın hareket yapmağa kalkışırsa seslerini yükseltir; halife olsun, başkası olsun, herkesi doğru yola davet ederlerdi. Böylece işler düzelirdi. Çünkü o âlimlerin çoğu gerçek zâhid ve muttaki kimseler idiler. Dünyanın gelip geçici zevklerine iltifat etmezlerdi. Sert hükümdarların kızmış veya memnun olmaları onları ilgilendirmez; halifeler, sultanlar onlardan korkarlardı. Onlara muhalefet etmekten çekinirlerdi Çünkü halkın onlara itaat edeceklerini, önderliklerine inanacaklarını bilirlerdi.Fakat zamanla bunların yerini öyleleri aldı ki, ilmi geçim için bir iş kabul et­tiler; dini, dünyayı avlamak için bir vasıta saydılar. Fasık idareciler için en şeni hareketleri tecviz ettiler, din adına dinin hududunu çiğnemelerini onlara mu­bah saydılar. Bunlar böyle yaparken, zavallı halk ta­bakası da onların sarıklarının büyüklüğüne, mevkile­rin yüksekliğine aldanıyorlar. Verdikleri fetvaları sahih, görüşlerini şeriata uygun sanıyorlar. Böylece fesat gittikçe büyüyor, âmme menfaati heder olup gidiyor; İslâm geriliyor, düşman şımarıp aslan kesili­yor. Bütün bunların vebali o tip ulemanın boynunadır.

Müslümanların gerileme sebeplerinin en büyük­lerinden biri de korkaklık ve telâştır. Halbuki Müslümanlar eskiden yiğitlikleri ve ölümü hiçe sayma­ları ile meşhur idiler. Bir tek Müslüman gayrimüslim on kişiye, hatta yüz kişiye karşı kordu. Şimdi ise, bazıları hariç, ölümden korkar oldular. Halbuki ölüm korkusu ile İslâm bir kalpte birleşmez. Daha garibi şu ki, tecavüz eden Frenkler, müdafaaya çekilen Müslümanlar kadar ölümden korkmuyorlar. Halbuki Müslümanlar; Frenklerin milliyet ve vatanları uğrunda ölümden korkmayarak nice yüce gayelere erdiklerini görüp duruyorlar. Buna bakıp da gayrete gelmiyor ve “Korkmaya biz daha lâyıkız” demiyorlar. Allah-ü Teâla bu konuda şöyle buyuruyor:

“Düşmanınız olan kavmi  arayıp takip etmekte gevşeklik göstermeyin. Siz yaralanıp acı duyuyorsanız, muhakkak ki, onlar da sizin çektiğiniz acı gibi acı çekiyorlar. Halbuki siz, Allah'dan onların ümit edemeyecekleri şeyleri umuyorsunuz.” (Nisa: 104).

Müslümanlar eski günleri unuttular: Fazla paniğe ümitsizlik de eklenmiştir. Müslümanların içinde öyleleri vardır ki, her şeyde Frenklerin üstün olduğu fikri kalplerine  iyice yer etmiş, hiç bir şekilde sökülüp atılmasına imkân kalmamıştır. Artık her mukavemet boş, her davranış saçma sayılıyor. Avrupalılar karşısındaki bu korku, Müslümanların yüreğinde gittikçe artıyor ve derinleşiyor. Öyle ki Frenkler, bu duygunun yardımını görmeğe ve sayıları kendilerinden kat kat üstün olan Müslümanlara karşı koymağa başladılar; tam ilk asırlardakinin tersine:

“Korkaklar, korkaklığın tedbir olduğunu söylerlerdi.

Bu, alçak nefsin aldatmasından başka bir şey de­ğildir.”

 

Korkak Cahillerin Şüpheleri ve Reddi

Eğer bir İslam devleti silâhlanmak isterse her çeşidi ile silâhları hemen ikinci günü bulur. Fakat silâh almak için para vermek gerekir. Müslümanlar ise para harcamak istemiyorlar. Malî fedakârlıkta ne Frenklere, ne de Japonlara uyuyorlar. Bilâkis silâhsız ve hazırlıksız savaş kazanmak veya silâh ve savaş hazırlığını para harcamasız elde etmek istiyorlar. Sonra da düşmana mağlup olurlarsa : “Nerede Kur'ân’ın, ‘Müminlere yardım etmek üzerimize bir haktır”  “vaadi” diyerek bağırıp çağırıyorlar.

Sanki Kur'an-ı Kerim; çalışıp kazanmadan, mal ve canla savaşmadan, sırf “Müslümanız” demekle veya dua etmek ve tesbih çekmekle müminlere nusret vadetmiş; daha garibi de evliyalardan yardım istemekle bu işin olup biteceğini sanmalarıdır. Yeni silâhlardan mahrum ve o silâhların kullanılması için gerekli bilgi­leri öğrenmemiş olan bir çok Müslüman, silâhlı ve mücehhez az bir Frenk'e karşı koyamaz olmuştur. Frenk ve Müslüman iki ordu karşılaştı mı, mağlup çıkan çoğu zaman Müslümanlar oluyorlar. Bu durum uzun müddet devam ettiğinden, Müslümanlar kendilerine güveni, bütün bütün yitirdiler. Üzerlerine  ümitsizlik çöktü, kalplerine korku sindi; kendilerini elleriyle düşmana teslim ettiler. Müslümanken, müsteslim (teslim bayrağını çeken) oldular. Kur'ân-ı Kerim'in şöyle dediğinin farkında değildirler:

“Gevşemeyin, üzülmeyin. İnanıyorsanız üstünsünüz. Eğer size bir yara isabet etti ise kâfirlere de o kadar yara isabet etmiştir. O sevinçli ve kederli günleri insanlar arasında evirip çeviririz.” (Âli îmran: 139-140)

(…) Bugün Müslümanlar, din kardeşlerine yardım edecek malları olmadığını ileri sürerek özür diliyorlar. Bu, bir dereceye kadar doğrudur. Zira ilk önce  mallarını esirgediler; cimriliklerine karşılık ilkin zillet ve hakaret, sonra da fakirlik ve açlık topladılar. Yeryüzünde Allah'ın bir kanunudur ki; zilleti fakirlik, şerefi de zenginlik takip eder. Bir Arap atasözü şöyledir: Galip gelen   parsayı   toplar (eken, biçer.) Arap Şairi İyadî de bunu şöyle dile getirir:

“Malı düşmanlar için biriktirmeyin.                                                                                           

Zira, sizi yenerlerse; malı da, memleketi de alırlar.

Yazık. Şerefiniz pahasına koruduğunuz.

Malda ve nimette hayır yoktur.”

Mutenebî de şöyle der:

Malı az olanın, dünyada şerefi olmaz.

Şerefi az olanın da dünyada malı olmaz.

Müslümanlar malı çok sevdiklerinden malı kaybettiler. Hayatı çok sevdiklerinden onu da kaybetti­ler. Allah Teâla vahye mazhar olan Peygamber'inin hadisini tasdik ediyor. Çünkü peygamberimiz (S.A.S) şöyle buyuruyor :

“Yakında, oburların yemek ka­bının üzerine üşüştükleri gibi diğer milletler de sizin üzerinize çullanırlar”

-“0 gün az olacağımızdan mı ya Resulullah” dediler.

-“Hayır, dedi; fakat siz o gün selinti gibi olacaksınız. Kalbinize korku girer, düş­manlar korku nedir bilmezler. Bu da dünyayı sevdiğiniz, ölümden korktuğunuz içindir.”

İslam’ın, Tutucularla İnkârcılar Arasında Zâyî Olması

Müslümanların çöküş sebeplerinin en büyüklerinden biri de eskinin üzerinde donup kalmaktır. Faydalı veya zararlı olmasına bakmadan her eskiyi ortadan kaldırmağa yeltenen zümre, İslâm için bir âfet olduğu gibi; hiç bir şeyi değiştirmek istemeyen, İslâm eğitim esasında ufak bir tadilâta rıza  göstermeyen zümre de, İslâm için bir tehlikedir.(…) İnkârcılar; Müslümanları ve diğer Şarklıları Batılılaştırmaktan, onları benlik ve şahsiyetlerinden çıkarmaktan ve mazilerini inkâr ettirmekten ve on­ları yabancı bir cisim terkibine girerek, eriyip hüviyetini kaybeden kimyevi bir elemente benzetmekten başka bir şeyi kabul etmezler. Bu, insan ruhunda, mazisini ve aslını inkâr etme duygusu, ancak sağlam bir kişiliği olmayan düşük karakterli kimselerde bulunur.

Dindarlıkları Yüzünden Japonya ile Avrupa’ya Neden Gerici Demiyoruz?

Neden bütün Avrupa devletleri, Hristiyanlığı ile iftihar ediyor, her fırsatta bununla övünüyorlar? Aralarında bu kadar düşmanlık ve rekabete rağmen nasıl bu konuda birlik olabiliyorlar? Biz de onlara gerici ve mürteci demiyoruz? Halbuki 20 asırdır dindar bir hayat sürüyorlar? Bu, eski denilecek kadar bir za­man süresidir (ve cidden de eskidir.)

İşte Yahudiler; faziletlerini ne kadar inkâr etsek de, güç ve zekâlarını, çalışma duygularını ve korkunç gayretlerini inkâr edemeyiz. Binlerce sene geçmesine rağmen, Tevratları ile hâlâ iftihar ederler; Hıristiyanlar da bu duyguda onlara katılırlar. İlerici ve çağdaş Yahudi gençlerinin büyük bir çoğunluğunun, tarihin derinliklerine gömüldüğü için başlangıcı bilinmeyen İbranî dilini yaşatmağa gayret ettiklerini görüyor da, neden onlara gerici ve mürteci demiyoruz?

Tutucuların, İslâm’ın Başına Getirdiği Belâlar

Geriye tutucu Müslümanlar kaldı. Bunların verdiği zarar, inkârcılarınkinden daha az değildir. Gerçi ötekiler kadar habis ve kötü niyetli değildirler. Bilmediklerinden ve taassuplarından öyle yapıyorlar. O tutucu Müslümandır ki, İslâm  düşmanlarına, “İslâm aleminin geri kalışının sebebi, İslâm’ın ta kendisidir” dedirterek bu medeniyetle savaşlarına zemin hazırlamıştır. Tutucu Müslüman, Müslümanların fakir düşmelerine sebep olmuştur. Çünkü o, İslâm dinini  yalnız ahiret dini olarak kabul etmiştir. Halbuki İslâm dini hem dünya, hem de ahiret dinidir. Bu, diğer dinlere karşı İslâm için bir meziyettir. Hint ve Çin dinlerinde olduğu gibi bütün kazancını ahirete ayırmaz. İncil gibi de dünyanın mal ve mülküne hor bakmaz. Şimdiki Avrupa medeniyeti gibi de bütün çabasını dünya seçimini kazanmağa yöneltmez.(…) Sonra biz; bütün çabamızı dinî ilimlere, uhrevi hazırlıklara harcamakla dünya ile uğraşan diğer milletler karşısında kendimizi zayıf düşürdük. Onlar durmadan yeryüzünde yükseliyor, biz ise durmadan alçalıyoruz. Sonunda bütün iş ellerine geçti. Dünyadan fazla olarak, bizi ahiretimizden de etmeğe başladılar. Dünyası olmayanın dini de olmaz. Allah'ın bizden istediği bu değildir. Allah Teâla şöyle diyor:

“Sizden iman edip de salih ameller  işleyenlere Allah şöyle vaad buyurdu: Yemin olsun ki, kendilerinden evvel gelenleri nasıl kâfirlerin yerine getirdi ise onları da kâfirlerin arazisine getirecek.” Nur: 55)

 “Allah, o yaratıcıdır ki, yerde ne varsa hepsini sizin için yarattı.” (Bakara: 29).

“De ki: Allah'ın, kulları için çıkardığı ziyneti, temiz ve hoş rızıkları kim haram etmiş? De ki, bu hoş rızık, dünya hayatında iman edenler içindir. Fakat kıyamet gününde yalnız müminlere aittir.” A’raf: 32).

“Dünyadan nasibini de unutma.” (Kasas: 77).  

Ve Kur’an bize dua etmemizi öğretiyor: “Ey Rabbimiz, bize dünyada da iyi hal ver, ahirette de iyi hal ver.” (Bakara : 201)...

Tutucu Müslüman, böyle davranmakla milletini mahvetmeye; onu diğer  milletlerin  derecesinden düşürmeye çalıştığının farkında değildir. Tabiî ilimlere yeteri kadar önem vermediğinden milletin başına gelen belâyı görmüyor. Nihayet bu yüzden fakirleşip gittiler, hakkında ne bir yemin, ne de bir vecibe tanımayan düşmanlarına muhtaç oldular. Ama bu vaziyeti görünce, sorumluluğu derhal kaza ve kadere yüklerler. Bütün tembeller de aynı şeyi yaparlar. Birçok Müslümanı tembelliğe sevk eden bu huydur. Bu yüzden Müslümanların arasında bir “derviş” takımı peyda oldu. İşleri yok, güçleri yok. Bunlar gerçekte İslâm Cemiyetinin bünyesinde felçli azadan başka bir şey değildirler. Aynen bu huydur ki, Frenklere “İslâm dini cebircidir, çalışmayı istemez; çünkü insan çalışsın çalışmasın, olacak olacaktır” dedirtmiştir.

Kaderi Cebir ve Tembellik Manasına Almayı İptal Eden Çalışma Ayetleri

Kur'ân-ı Kerim çalışmağa,  azmetmeğe ve sebat göstermeğe teşvik eden ayetlerle doludur. Kur'ân-ı Kerim, sevap ve günahın, başarı ve başarısızlığın insanın çalışmasına bağlı olduğunu haber verir. Bu konuda Allah Teâla şöyle buyuruyor:

“De ki: Çalışın. Çünkü yaptıklarınızı Allah da Resulü de görecektir.” (Tevbe: 105).

“Eğer seni yalanlamakta ısrar ederlerse; de ki, benim amelim bana, sizin   ameliniz size aittir” (Yunus: 41).

“Yaptıklarımızın mükâfatı bize, sizin yaptıklarınızın cezası da size aittir.” (Bakara: 139).

“Ey iman edenler! Allaha itaat edin; Peygambere de itaat edin. Amellerinizi boşa çıkarmayın.” “Allah sizinledir ve asla sizin amellerinizin mükâfatını eksiltmez.” (Muhammed: 33, 35).

“Eğer Allaha ve Peygamberine itaat ederseniz, sizin amellerinizden (Allah) hiç bir şey eksiltmez.” (Hucurat: 14).

“Biz onlara amellerinin karşılığını tastamam öderiz. Bu hususta onlara noksanlık yapılmaz.” (Hûd: 15)

“Herkesin istediği amellere göre dereceleri var­dır. Tâ ki, kendilerine haksızlık edilmeyerek bütün amellerinin karşılığı onlara ödensin.” (Ahkaf: 19)

“Muhakkak ki ben, içinizden gerek erkek ve gerek dişi olsun hayır işleyen hiç kimsenin yaptığını zâyî etmem.” (Âl-i İmran: 195).

“İşte çalışanların mükâfatı ne iyi...” (Zümer: 74)

“Böyle ebedî bir saadet için çalışsın çalışanlar.” (Saffât: 61).

“Hoş kelimeler ancak O'na yükselir. O'nu da iyi amel yükseltir.” (Fâtır: 10).

“Herkese yaptığı işin karşılığı tamamıyla ödenir, hiç birine de zulüm yapılmaz.” (Nahl: 111).

“Erkekten ve dişiden mümin olduğu halde kim iyi amel işlerse, muhakkak onu güzel bir hayat ile yaşatacağız ve işlemekte oldukları amellerin daha güzeli ile mükâfatlarını elbette vereceğiz.” (Nahl: 97).

“Kıyamet gününde herkes, dünyada hayır ve kötülükten yaptığı şeyi hazır bulacak; ve ister ki kötülüklerle arasında uzak bir mesafe bulunsaydı.” (Âl-i İmran: 30)

“Ve herkes ne iş yaptı ise karşılığı tamamen verilmiştir. Allah onların yaptıklarını en iyi bilendir.” (Zümer:70).

“Bunun için, yaptıkları fena işlerin cezası, başkalarına felâket oldu.” (Nahl: 34). “Onlar bütün yaptıklarını hazır bulmuşlardır.” (Kehf:49).

“Allah, işlediklerinden bir kısmının cezasını onlara tattırsın.” (Rûm: 41).

“Ancak iman edip de salih amel işleyen bize yaklaşır. İşte bunlar (o kimselerdir ki,) yaptıklarına karşılık kendilerine kat kat mükâfat vardır.” Sebe: 37).

“Herkes için yaptıklarına göre dereceler vardır.” (En’am:182).

“Kim zerre miktarı bir hayır işlerse onun mükâfatını görecek. Kim de zerre miktarı bir kötülük işlerse, onun cezasını görecektir.” (Zilzâl: 7, 8)

Bu konuda Kur'ân-ı Kerimi dolduran, sayılamayacak kadar daha birçok ayet vardır. Bunlardan ikisi, konumuz için bir nass (delil) teşkil eden şunlardır:

“Başınıza gelen her musibet, kendi ellerinizin kazandığı yüzündendir.” (Şûra: 30).

“Size, (Bedir'de) onların iki katını başlarına getirdiğimiz bir belâ, (Uhud'da) kendinize çatmış olduğu için mi (bu, nereden geldi) dediniz? De ki, o kendi katınızdandır.” (Âl-i İmran: 165).

İslâm düşmanlarının bahsettikleri, bilmeden konuştukları teslimiyet, çalışma ile, çaba ve gayret ile olan teslimiyettir. Yoksa ona teslimiyet denmez; donukluk, tutuculuk denir; tembellik sayılır. Bu ise Kur'ân-ı Kerim’e, Peygamber (s.a.s.)in sünnetine aykırıdır. Ama teslimiyet çalışma ile beraber olursa bu, dünyada da ahirette de fayda sağlar. Çünkü insanın aşırı derecede kendine güvenmesi, başardığı takdirde  kibire, kaybettiği takdirde sabırsızlığa götürür. İslâm’ın istediği, “önce bağlamak, sonra tevekkül etmektir.” Allah’ın mürşit olarak verdiği akla göre davranmaktır. Bununla beraber bütün iş, kendi elinde değildir. Kaderin öyle cilveleri vardır ki, beşer aklı onu idrak edemez, bu doğrudur. Peygamberimiz (s.a.s.) kaderden bahsederken bazı ashabı, “Tevekkül etmeyelim mi?” dediler: “Siz çalışın, çünkü herkes ne için yaratılmışsa ona ait işleri kolay yapar” buyurdu. (Buhari Müslim).

İslâm Medeniyeti

Bugünkü durumuna bakarak İslâm’ın, kendine has bir medeniyet meydana getirmediği iddiası; dışarıdan bazı İslâm düşmanlarının, içerden bazı inkârcıların yaldızladığı bir hurafedir. Birinciler, Müslümanları Avrupa boyasına batırmak, ikinciler de İslâm âlemine dinsizlik tohumunu saçmak istediklerinden böyle yapıyorlar. Medeniyetlerin meydana gelmesinde dinin tesiri büyüktür. Lâkin bütün ölçünün din olduğunu kabul edemeyiz. Çünkü çoğu zaman milletlerin dinî duyguları zayıflar; din bağından sıyrılınca ahlâkları bozulur. Ahlâk bozukluğu, çöküşün sebebi olur, din mesul tutulamaz. Çoğu zaman da beklenmedik dış dış sebepler ortaya çıkar; dinin  kurmuş olduğu medeniyeti tahrip eder, temellerini sarsar, bazen devirir. O zaman kusur dinin olmaz. Binaenaleyh Müslümanların son asırlarda gerilemeleri dinden değil, dini bilmemelerindendir; yahut da dinin gereği gibi tatbik edilmemesindendir. Dinin hakkıyla icra edildiği devletlerde İslâm büyük ve kuvvetli idi. Meselâ Hz. Ömer devrinde hangi şey, İslâm’dan daha azametli idi!

İslâm medeniyeti münakaşa götürmez bir kaziye (önermedir). İster Alman, ister Fransız, ister İtalyan vs. olsun Avrupalı milletler tarafından İslâm medeniyetine dair sayılamayacak kadar çok eser yazılmıştır. Eğer kendi damgasını taşıyan ve Kur'ân’a, hadise dayalı gerçek, yüce ileri bir İslâm medeniyeti mevcut olmasa idi, İslâm saldırıları ile tanınanlar da dahil olmak üzere, Avrupalı bilginler; ikide birde İslâm medeniyetinden, İslâm tarihinden bahsetmezler, onu diğer medeniyetlerle karşılaştırıp özelliklerini belirtmeğe çalışmazlardı.

İslâm medeniyeti; umumî tarihi süsleyen ve parlak sicilleri ile sicilleri doldurup taşıran bir medeniyettir. Mansur, Harunurreşid ve Memun devirlerinde Bağdat, o kadar mamur idi ki, medeniyet eserleri ile lüks ve servetle o kadar dolu idi ki; ne daha önceleri, ne sonraları günümüze kadar hiç bir medeniyet ona ulaşamamıştır. İçinde iki buçuk milyon insan barınırdı. Basra ikinci derecede bir şehir idi, nüfusu yarım milyona varıyordu. Şam, Kahire, Halep, Semerkant, Isfahan ve diğer İslâm başkentleri; bayındırlık, refah, ilim müessese­leri, çeşitli sanayii dalları bakımından mükemmel birer örnek idiler. Kayravan, Fas, Telemsan ve Merekeş şehirleri o kadar ileri seviyede idiler ki; son zamanlara kadar Avrupa ülkelerinde onlarla boy ölçüşecek bir şehir yoktu.

İspanya, Kurtuba eşsiz bir medeniyet seviyesine çıkmış; nüfusu bir buçuk milyona ulaşmış idi. Ulu Camii hariç içinde yedi yüz cami vardı. Bu yazın Ulu Camii ziyaret ettiğimde, İspanya hükümeti tarafından görevlendirilen bir mühendis bana, iç kısmının elli bin, sahan kısmının otuz bin; toplam seksen bin kişi alabileceğini söylemişti. Zehra sarayının harabelerini görmeğe gittiğimde, orasını bir saray değil, bir şehir harabesi olarak gördük, 720.000 metrekarelik bir sahayı kaplıyordu. İspanyollar ona: Zehra şehri, diyorlardı. Zehra sarayı harabeleri üzerinde kazı yapan mühendisiler bana, elli sene içerisinde sarayı tamamen meydana çıkaracaklarını umduklarını söylediler. Uzun söze ne hacet, başkent Granada, Endülüs Müslümanlarının son devirlerinde   küçük bir şehir idi. 15. asırda Avrupa'da bir benzeri yoktu. İspanyolların eline geçtiği zaman da nüfusu yarım milyon idi. O gün de Avrupa başkentleri içinde bu kadar kalabalık bir şehir yoktu. Elhamra sarayı bugüne kadar eşsizliğini muhafaza etmektedir.

Bu anlattıklarımız İslâm medeniyet eserlerine, İslâm’ın parlak günlerine şöyle bir göz atıştır. Yoksa Müslümanların dünyada bırakmış oldukları şaheserlerin hepsini bahsedecek olursak cilt cilt kitaplar bile yetmez.

Avrupalı yazarlardan niceleri “İslâm Medeniyeti” adı altında kıymetli kitaplar yazmış, göz alıcı albümler yayınlamışlardır. İslâm’a en şiddetli hücumda bulunan Avrupalı tarihçiler bile İslâm medeniyetini küçültme çabasından daha ileri gidemezler. Bu zümrenin bütün gayreti; Müslümanların yeni ilimler icad etmiş ve kendilerine mahsus nazariyeler ileri sürmüş olmalarını inkâr etmektir. Son sözleri şudur: “Müslümanlar, eskilerden nakiller yapmak ve bunları yaymaktan başka bir şey yapmış değildirler. Onlar sadece doğu ile batı arasında bir aracı idiler.”

Bu söz; eskilerin, bilgilerine yaptıkları ilâvelerden hariç olarak Müslümanların yeni ilimler bulduklarını, birtakım gerçekler keşfettiklerini ve kendilerine mahsus görüşler ileri sürdüklerini bilenler tarafından şiddetle reddedilmiştir.

Dinî Değil de Millî Kalkınma İsteyenlere Birkaç söz

Bazıları diyorlar ki, Kur'ân’a dönmeye ne lüzum var. Çünkü kalkınmanın dinî olması gerekmez. Asıl kalkınma Avrupalılarınki gibi millî olmalıdır. Bunlara deriz ki, maksat kalkınmadır; ister millî olsun, ister dinî olsun. Fakat korkarız ki, Kur'ân’dan ayrılırsak küfre sa­parız, insana taparız. Bunun zararı ise kârını geçer. Bizim ilmî terbiyemizle dinî terbiyemiz atbaşı gitmelidir. Şarklı insanlarımız; Avrupalılarla Japonların dinî terbiyeye önem vermeden mi kalkındık­larını sanıyorsunuz ?

Müslümanların Son Asırlarda Gerileme Sebepleri

Son asırlarda Müslümanların gerileme sebeplerinin en büyüklerinden biri, kendilerine güveni kaybetmeleridir. Bu, sosyal hastalıkların en müzmini, psikolojik depresyonların en kötüsüdür. Yakaladığı insanı öldürür, musallat olduğu cemiyeti çökertir. Hastalığının, kendini behemahal alıp götüreceğini bek­leyen bir hasta, nasıl şifa bulur?

(…) Son asırlarda Müslümanlar şuna inanır oldular: Müslümanlarla Avrupalılar bir savaşa tutuştular mı, savaş ne kadar uzarsa da sonunda Avrupalılar kazanır. Bu, kalplerine iyice yerleşti, kafalarına girdi. Bilhassa kendilerini, düşünen, akıllı, gerçeğe aşık, hayale kapılmayan sınıf kabul edenler buna inanıyorlar.

(…) Öyle ki, Allah’ın inayet ettiklerinden ve sağlam seciyeli olanlardan başka herkes, aşağılık duygusuna kapılmıştır. Bu zümre, “Müslümanların şimdilik durumu geridir. Avrupalılarla uzaktan yakından kıyaslanamaz” demekle kalmıyor; “Müslümanların ilimde, sanatta, ti­caret ve ziraatta, savaşta, barışta, imar işlerinde Av­rupalılarla yarışmak için yorulmaları, olmayacak şeydir ve boşuna uğraşmadır. Bu akıllı insanların kârı de­ğildir” diye de iddia ediyor. Sanki Müslümanlarla Av­rupalılar ayrı ayrı topraktan yaratılmışlardır. Sanki Frenklerin üste çıkmaları zorunluymuş, ‘Levh-i Mahfuz’da yazılmış gibi.

(…) Fakat asıl şaşılacak şey şudur ki; Allah’ın, kendilerine “Güçlü olunuz, onurlu olunuz/ pısırık olmayınız” dediği bu Müslümanlar; anlamı, yabancılara kul köle olmak, demek olan bu şaşırtıcı şeylere, nasıl inandılar? Bunlar için Allah Teâla doğru söylüyor:

 “İçinizde onları dinleyenler var. Allah zalimleri çok iyi bilir.” (Tevbe: 47).

 

CEVABIN HÜLASASI

(Müslümanlar da Başkaları gibi Kalkınırlar)

Kalkınmak, ilerlemek, şeref merdivenlerinde yükselmek diğer milletler gibi terakki etmek için Müslümanların boynuna borç olan, Allah'ın Kur'an’ında de­falarca emrettiği malla canla savaşmaktır. Bu da “fe­dakârlık” dedikleri şeydir. Ne Müslümanlar, ne de herhangi bir millet için fedakârlık olmadan başarıya ulaşmak, ilerlemek müm­kün değildir. Belki Şeyh Muhammed Bisyûnî İmran ile aynı soruyu soran başkaları bu konuda fikrimizi öğrenmek için şöyle cevap vereceğimizi sanmışlardır: İlerlemenin anahtarı; Einstein (Aynştayn)’ın izafiyet nazariyesini okumak, Röntgen ışınlarını veya Pastör'ün mikroplarını araştırmak, telsizde kısa dalgaların rolünün uzun dalgalarından daha büyük olduğunu söylemek, Edison'un icatlarının bir listesini çıkarmak yahut da İngilizlerin son balonlarının düşüp yanması­nın sebebini Helyum gazı ile değil de hidrojenle dol­durulmuş olmasına bağlamak ... (Her ne kadar hid­rojen hafifse de yanmağa müsaittir. Daha ağır olan helyumun ise yanma tehlikesi yoktur.) Ve buna ben­zer daha bir sürü şeylerden bahsetmektir.

Aslında bu şeyler kök değil, daldır. Bunlar mukaddime değil sonuçturlar. Fedakârlık -isterseniz malla canla savaşmak diyelim- bütün ilimlerce salık verilen en yüksek ilimdir. Eğer millet bu ilmi öğrenir, ona göre hareket ederse, diğer bilgiler arkasından gelir ve meyvelerini el altına sererler.

Bir şeye muhtaç olan onun ilmini de öğrenmeye mecbur değildir. Bir defa, şarkın hakimi Seyyid Cemaleddin Afganî şöyle demişti: “Şefkatli bir baba en cahil bir kimse olabilir. Ço­cuğu hastalanınca onu en iyi doktora götürür. İlmin faydalı olduğunu bilir. Halbuki kendisi ilimden biha­berdir.”

Kavalalı Mehmet Ali Paşa âlim değildi; hattâ ümmi idi. Fakat az bir zaman içinde Mısır'ı yokluktan varlığa çıkardı ve kendi zamanında Mısır'ı büyük dev­letlerden biri yaptı. İşte bu işleri akl-ı selim ve ira­de demek olan o yüksek ilim güdüsü ile yaptı. O saiktir ki, insanı ilim aramağa sevk eder ve milleti ilme doğru sürükler.

Eğer Müslümanlar azmeder ve kitaplarının teş­vik ettiği şeyleri yerine getirirlerse Avrupalıların, Amerikalıların ve Japonların ulaştığı ilimlerin seviye­sine çıkmaları ve İslâm dini üzerinde baki kalmaları mümkündür. Hatta buna onlardan daha lâyık ve müstahaktırlar. Çünkü onlar erkekse biz de erkeğiz. Ancak bizim muhtaç olduğumuz şey çalışmadır. Ayağımıza bağ olan da karamsarlık, aşağılık duygusu ve ümitsizliktir. Ümitsizlik tozunu üzerimizden silkeleyelim, öne doğru atılalım. Bilelim ki, bütün arzularımıza ça­lışmakla çabalamakla, atılmakla ve Kur'an-ı Kerim'deki imanın şartlarını yerine getirmekle ulaşırız:

 “Bize itaat uğrunda mücâhede edenlere gelince; elbette biz, onlara yollarımızı gösteririz. Muhakkak ki, Allah; iyilik yapanlarla beraberdir.” (Ankebût : Son ayet.)

Kaynak: hertaraf.com




Orjinal Habere Git
— HABER SONU —